Orhan Kemal’in Kaleminden Emekçilerin Dünyası*- Güneş Gümüş
“Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.”
Nazım’ın o ünlü dizelerine ilham veren emekçiler, işçiler; toprakta karınca kadar çok olanlar, hayatı yaratanlar… Sadece toplumun büyük bölümünü oluşturmakla kalmayıp dünyayı emeğiyle yaşanılır kılanlar; nasıl yaşamda hak ettikleri karşılığı alamazlarsa sanatta, edebiyatta hak ettikleri yeri ne yazık ki bulamazlar. Nazım gibi sanatının kapısını ardına kadar onlara açanlara çok rastlanmaz. Türkiye’den kaç isim sayılabilir; emekçiler, yoksullar, toplumun ezilenleri, sömürülenleri, horlananları üzerine yazan. Listenin çok uzamayacağı aşikar. Ancak bu sınırlı sayıdaki aydın, ortaya koydukları eserlerle fark yaratır; söylenmeyeni söyler, gösterilmeyeni anlatır. Bu sanatçılar arasında biri vardır ki o, verimliliğiyle, sanatını tamamen emekçilerin hizmetine sunmasıyla, gerçekçiliğiyle, umuduyla, insana duyduğu sevgiyle fark yaratır. İşte bu edebiyatçı Orhan Kemal’dir. Onun bütün eserleri yoksullar, emekçiler; onların acıları, aşkları, yaşam kavgaları üzerinedir; acısıyla, tatlısıyla hikayelerin içinde ne geçerse geçsin ümidinden bir şey kaybetmez:
“Bir sanatçı olarak ben, adamın… ‘anormal’ yanlarıyla birlikte, …gözlerimi yaşartan yanını, asıl bu yanını vermeyi kendime yol edinmişim… Demek isterim ki: ‘İçinde yaşadığımız toplum düzensizliği insanlarımızı buralara kadar düşürürse, asıl suçlu toplumdaki düzensizlik olsa bile, insanlarımız aslında iyidir, güçlüdür, kahramandır. Ey insanoğlu, kendi ellerinle bozduğun toplum düzenini gene sen, kendi ellerinle düzeltip, kendini bu çıkmazdan kurtaracaksın…’”1
“Tanıdığım İnsanları Yazdım”
Orhan Kemal, ‘Arka Sokak’ adlı öykü kitabı nedeniyle çıkarıldığı mahkemede eserlerinin kahramanlarını nasıl seçtiğini şöyle anlatır:
“Hâkim, iddia makamına uyarak, ‘Konularımı neden hep fakir fıkaradan, işçilerden aldığımı, Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayan insanların olup olmadığını’ sormuştu. İlk bakışta evet, çok doğru bir soru. Neden hep bu insanları, bu insanların yoksulluğunu ele alıyorum? O zaman hâkime: ‘Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok’ demiş ve beraat etmiştim.”2
İşte Orhan Kemal’i Orhan Kemal yapan da budur: yazdıklarının derin bir yaşanmışlığın ürünü olması3.
Raşit Öğütçü, namı değer Orhan Kemal’in eserleri emekçilerle yan yana geçen bir ömrünün ürünleridir. Öğütçü, 1914’de Adana’da zengin bir ailenin çocuğu (bir ağa oğlu) olarak dünyaya gelse de toplumun içinden geçtiği büyük dönüşümler onun yaşamında da olağanüstü gelişmelere kapı aralar. Babası Kuva-yi Milliye safında savaşmaktan, milletvekilliğinden Kemalist rejime muhalefete doğru ilerledikçe kendisini 1931’de Beyrut’ta sürgünde bulur. Büyük bir zenginlikten sürgünde sefalete doğru kayış Orhan Kemal’in hayatını baştan aşağı değiştirecektir4.
Orhan Kemal, işçilik hayatına ilk olarak Beyrut’ta sürgünde adım atmış; bundan sonra hayatını hep emeğiyle (kah kol gücüyle kah kalemiyle) kazanmıştır. İlk işi olan matbaada kağıt kesme makinesinde kol çevirmek patronun kendisini işten çıkarmasıyla çok uzun soluklu olmamış; Orhan Kemal işsiz de kalınca sürgün hayatına daha fazla dayanamayarak 1932’de Adana’ya geri dönmüştür. Bir süre baba baskısından azade şekilde yaşadığı Adana’ya annesi ve kardeşlerinin de geri dönmesiyle geçim derdi kendini göstermiş; Kemal’in emekçilik serüveni günübirlik de olsa fabrikada dokumacılık ve inşaat için çakıl çekme işiyle devam etmiştir. Kol emeğine dayalı işlerde muvaffak olamayacağını anlayan Kemal, önemli bir süre boyunca, dokuma fabrikasında muhasebe memuru(katip), imalat ambar memuru şeklinde beyaz yakalı bir emekçi olarak yaşamını sürdürmüştür.
Hayatının bir diğer kırılma noktası ise 1939’da askerliği sırasında “Gorki ve Nazım Hikmet kitapları okuması” nedeniyle tutuklanması ve Bursa cezaevinde Nazım Hikmet’le karşılaşmasıdır. Nazım, Orhan Kemal’in sadece dünya görüşü üzerinde değil sanatında da büyük etkiler yapar ve onu şiir yerine düz yazıya yönlendirir. 1943’de tahliye olan Orhan Kemal, memleketi Adana’ya geri dönerek bir yanda çeşitli işlerde çalışmaya çabalarken hikayeler yazmaya ve bunları yayınlatmaya başlar. Tutukluluğu sonrasında sürekli bir iş bulmayı başaramayan Kemal, yaşamını yazarak devam ettirmek üzere 1950’de ailesiyle birlikte İstanbul’a göç eder. Hikayeleri gazetelerde, dergilerde basılsa da hayatı boyunca maddi sıkıntıdan kendini büyük oranda kurtaramaz.
Baba Evi, Avare Yıllar, Cemile, Dünya Evi, Arkadaş Islıkları gibi Orhan Kemal’in romanlarının bir bölümü otobiyografik niteliktedir ve kendi hayatını hikayeleştirir. Her ne kadar bu eserleri otobiyografik eserler olarak nitelesek de Kemal’in eserleri arasında (yaşanmışlığa dayalı) bir süreklilik dikkate çarpar. Bir romandaki hikaye, sanki başka bir öyküde tamamlanır ya da o hikayenin başka bir yönü yeni bir öyküde işlenir; bir hikayenin kahramanı başka hikayelerde, romanlarda karşımıza çıkar5.
Orhan Kemal’in eserlerinin süreklilik içermesine rağmen onları sınıflandırmak istesek Asım Bezirci’nin tasnifi en işlevseli olacaktır: “biyografya romanları”, “Adana’da toprak ve fabrika işçilerinin dünyası” ve “İstanbul’da küçük adamların mahrum hayatları”6. Bu tasnifteki otobiyografik eserlerin de Çukurova ya da İstanbul’da geçtiği düşünülürse, işçi sınıfının Orhan Kemal’in eserlerinde tezahürünü ele alırken Adana ve İstanbul’da emekçileri anlatan eserler olarak değerlendirmemizi ikiye parçada gerçekleştirmek hatalı olmayacaktır.
Çukurovalı Emekçilerin Dünyasından Yansıyanlar
Orhan Kemal’in otobiyografik romanları Baba Evi, Avare Yıllar, Cemile, Dünya Evi, Arkadaş Islıkları büyük oranda; Bereketli Topraklar Üzerinde, Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Eskici ve Oğulları, Kanlı Topraklar romanları ise tamamen Çukurova’da geçer. Orhan Kemal bütün eserlerinde olduğu gibi bu yapıtlarının kahramanları da genelde işçilerdir. Sömürülenlerin, ezilenlerin, yoksul halkın yaşamını kaleme alan Kemal, sadece Adana’daki fabrika ve tarım emekçilerini değil, küçük memuru, esnafı, lümpen proletaryayı, kendi bildiği köylüyü de konu edinir. Çukurova’daki emekçilerin yaşamını işleyen bu romanlar 1930’lar ile Kemal’in İstanbul’a göç ettiği 1950’ye kadarki dönemi içerir.
Tarım İşçileri
Orhan Kemal’in eserlerinde tarım işçilerinin serüvenine sadece Çukurova’da geçen yapıtlarında rastlarız. Bu dönemde tarımda makineleşme dalgası başlamamıştır, tarımsal üretim halen büyük oranda el emeğine dayalı olmaya devam etmektedir. Topraksız köylüler için tek çıkar yol ya büyük toprak sahiplerinin tarlalarında çalışmak ya da şehirde şansını denemektir.
Orhan Kemal’de tarım işçiliğine iki bağlamda rastlarız; tarlada çalışma (pamuk toplama, çapa vb.) ve patozda çalışma. Pamuk toplayıcılığı yapan emekçiler topladıkları pamuk üzerinden ücret alırlar, bu işçiler üzerindeki iş denetimi daha çok gelir elde etmek için daha çok çalışmak zorunda oluşlarıyla kurulur. Çukurova ve çevresine gönderilen elciler aracılığıyla işe çağrılan ve avanslarla çalışmaya bağlanan bu işçilere pamuk toplayacakları tarlalar gösterilir, gerisine karışılmaz. Barınmaları, beslenmeleri tamamen kendi mesuliyetleri altındadır. Çukurova’nın sıtma bulaştıran sineklerinden, çeşitli hastalıklara davetiye çıkaran yağmurlarından korunmak için tarım işçileri alaçık dedikleri çadırlarda, ellerinden geldiğince cibinlikler içinde kalırlar. Sıtmaya karşı kullanılan kinin ya da sıtmaya yakalanıldığında ihtiyaç duyulan ataberin temini de işçilerin sorumluluğudur. Tarım işçilerinin hiç bir sosyal hakkı olmadığı gibi sosyal güvenceden bahsetmek de mümkün değildir. Toprak sahibiyle kurulan ilişki elci üzerinden gerçekleşir ve toplanan pamuğun alınmasıyla sınırlıdır. Elci, yağmur düşmeden pamuğun toplanmasını sağlamaktan sorumludur (ıslanan pamuğun değeri düştüğünden). Dönem dönem tarlalara gelerek toplanan pamuğu alan elci, işçilere verilen avansın karşılığının alınmasını de garanti altına alır.
Tarım işçiliğinin diğer bir bağlamı da patoz işçiliğidir. Patozda çalışanlar, pamuk toplayıcılığının bireysel ya da aile bazlı çalışmasının aksine kolektif bir çalışma sürecine dahil olurlar7. Patozda her bir emekçinin çalışması diğeriyle bağlantılıdır:
“Bir an, hücumla deste taşıyan destecilerin getirdiği desteleri almalarındaki bir anlık gecikme, hemen iş dengesini bozuyor, her şey altüst oluyordu. Böyle anlar korkunç kazalara da yol açtığı için koltukçuların bir makine düzeniyle çalışmaları gerekiyordu.”8
Üretim kolektif emeğe dayandığından üretim süreci üzerinde denetim kurmak, toprak sahibi açısından zorunludur. Ağa adına bu denetimin sağlayıcısı ırgatbaşıdır ve işçilerin kaç kişiyle, ne zaman, nasıl çalışacağı üzerinde tamamen belirleyicidir. Patozda çalışanların beslenme ihtiyacı (yemekler çok kötü olsa da: ‘ekmeğin küflüsü, pilavın yağsızı, ayranın imansızı’) toprak sahipleri tarafından sağlanır. Barınma ise açık havada uygun bir yerde uyumadan ibarettir.
Patozda ya da pamuk toplayıcılığında çalışsın tarım emekçisinin işinin fabrikadaki çalışma koşullarının ağırlığından eksik kalır yanı olmadığı gibi ırgatbaşının müthiş denetimi altında bir emekçiden çok köleyi andırır:
“Bir tarihte efendi, patozda çalışıyoruz. Patoz, eski patoz. Dört buçuk ayak, kırk beş kişilik. Lakin ırgatbaşı kansız mı kansız. Şu kadarcık merhamet arama. Kırk beş kişilik patozu otuz beş işiyle çalıştırıyor, on kişinin gündeliğini küt, cebe. Güneş tepede alev alev, serçeler dersen sıcaktan düşüp düşüp bayılıyor. Adam çatlayacak. Soluk alamıyorsun sıcaktan be. Yirmi saat. Paydos yok!”9
Tarım işçileri için kanun işlememekte; ırgatbaşı, ağa neredeyse Allah kesilmektedir: “Küçük ağa yanı başında kavuşuk elleriyle dikilen ırgatbaşıya döndü: ‘Aferin Cemo. Bitir bu işi bu hafta, gerisine karışma!’ Irgatbaşı gururla, ‘Millete soluk aldırdığım yok ırzıma nikahıma,’ dedi.”10
Tarım işçileri her şeyleriyle ırgatbaşına tabi durumdadır. Bereketli Topraklar Üzerinde romanında ırgatbaşının, ırgatları çalışma ve yaşam koşullarına karşı fişekleyen ‘muzır’ı döverek öldürdüğüne tanıklık edilebilmektedir: “Ağaya dedim, böyle böyle… Ver terbiyesini dedi. Öyle mi, öyle. Kendirle bir güzel bağladım, çuvala da soktum mu? Ondan sonra yer misin yemez misin? Vururken vururken… Baktım herifin sesi soluğu kesildi.’”11
Veyahut ırgatbaşı, işçileri kışkırttığı için işinin ustası patoz koltukçusunu işten çıkardıktan sonra bir acemiyi bu işe vererek onun hayatını tehlikeye atabilmektedir:
“Yeni usta çok ciddi görünüyordu:
‘Bu adamlar acemi mi?’
Irgatbaşı, ‘Acemi,’ dedi.
Şaştı:
‘Acemi mi?’
‘Acemi ama fark etmez be usta…’
‘Etmez olur mu? Acemiler koltukçuluk yapabilirler mi?’”12
Tarımda iş az olduğu gibi yevmiyeler de fabrikadaki işlere göre oldukça düşüktür. Köylerinden şehirde fabrikada çalışmak için gelen Bereketli Topraklar Üzerinde romanının kahramanları açısından fabrika işçinin yevmiyesi tarım işçiliğine kıyasla büyük bir meblağdır: “‘Günde kazansanız kazansanız iki, üç lira!’ Üçü de sevinçten neredeyse hoplayacaktı. En çok Köse sevindi: ‘Daha ne? Bizim orda tövbe iş olmaz. Olsa bile otuz, kırk kuruş…’”13
Tarım işçiliğinin dezavantajlarına rağmen geniş yoksul kitleler açısından tek çıkar yol olabilmektedir. Bilinçli büyük toprak sahipleri de yoksulların bu mağduriyetinden yararlanmasını bilmektedir:
“Bu mevsim ‘çiğit’ denilen pamuk tohumunun toprağa atıldığı mevsimdir. Karakazma’ya dört beş hafta vardır daha. Büyük toprak sahipleri doğu illerimize elciler gönderip tellallar çağırtırlar ki: ‘… Çukurova’da bu yıl iş çoktur. Haftalıklar yüksek, bildikleri gibi değil!’ Pek pek birkaç hafta sonra ‘Urumdan Şamdan’ çekilip çekilip gelen ırgat kafilelerinin akını başlar. Binlerce kadın, erkek, çoluk çocuk, genç, yaşlı, paramparça üstbaşlarıyla pis pis kokarak, Ötegeçe’deki mezarlığa yığırlar… ‘ağa’lar memnunlardır. Irgat boldur, Çukurova tarlalarındaki işe yetecek insan gücünün çok üstündedir. Haftalıklar düşecek, pamuk ucuza elde edilecektir.”14
Orhan Kemal’in romanlarına konu olan tarım işçiliği sürekli nitelikte değildir. İşin bu geçici niteliği işçilerin sınıf bilinci geliştirmeleri önünde en büyük engellerden birisidir. Tarım emekçileri, “dişimizi bir süre sıkalım” düşüncesiyle kölece çalışma koşullarına, sefalet ücretine, mendeburlaşan ırgatbaşına tahammül gösterir: “’Amman Ali, akıl var, yakın var. koskoca bir ağa mesela… Ağaların ırgada ne eyvallahı olacak? Seni, beni atar, yerine başkalarını alır. Buraya ne diye geldik? Karavana devirek diye mi? Yoksa üçün beşin yoluna bakak diye mi? Sen Zeynel’e kulak asma.’”15
İşçiler, kölece sömürüyü kabul etseler de uysal koyun değillerdir. Tarım emekçileri, ağa ve ırgatbaşıyla aralarında sınıfsal karşıtlığın (çıkar karşıtlığının), adını tam olarak koyamasalar da, farkındadırlar:
“Her günden daha kısa süren paydos, yorgun ırgatları sinirlendirmişti. Homurtular oldu.
‘Ne o be? Ne oluyor be?’
‘Vay kerhaneci vay… Ulan zaten doğru dürüst bir soluk aldırmaz…’”16
Sabrın da sonuna gelindiği, ufak tefek ya da pasif şekilde de olsa mücadelenin yaşandığı olur:
“Irgatbaşı düdüğünü beşinci, altıncı sefer öttürüp de beş, altı kişiden başkasının işbaşı yapmadığını görünce, müthiş küfürlerle sokuldu.
…
‘Bu ırgat milletine arka olma Zeyno. Bunlar çalmadan oynarlar, önlerine düşme. Sonunda sen kötü kişi olursun…’
‘Bana ne yahu?’ dedi Zeynel. ‘Heriflerin hakkını yeme, başkaldırmasınlar!’
‘Senden arka almasalar başkaldıramazlar!’”17
Orhan Kemal eserlerinde anlatılan işçiler, köylülükten neredeyse yeni kopmuş, önce geçici olarak işçilikle tanışan, kendi sınıf bilincini geliştirememiş emekçilerdir. Dolayısıyla Kemal’in romanlarında sıklıkla işçi direnişlerine rastlanmasa da emekçilerin pasif direniş (işe başlarken ayak direme, tuvalet molalarını uzatma gibi) yöntemlerine başvurdukları görülür18. Kemal, bu dönemin emekçilerinin hayatlarını romanlarına taşırken genel olarak gerçek hayattan kopuk bir biçimde bilinçli, mücadeleci bir emekçi sınıfı profili çizmez; ancak yine de eserlerinde (bireysel olarak kalsalar da) daha bilinçli, militan emekçilere rastlanır. Patron, ağa ve şürekasının ise mücadelelere öncülük edebilecek işçiler konusunda sınıfsal bir bilinçle tavrı nettir:
“’Böyle kerhanecileri ırgatın içinde tutmamalı. Neden dersen, bir tarihte bir çiftlikte çalışıyordum. İşçi nasıl? Ekspres! Irgatın da, ensesine vur, ağzından lokmasını al; kuzu gibi… Irgat dediğin öyle olur!’
‘Sonra?’
‘Sonra, bu Zeynel gibi bir i..e girdi içlerine, üç günde baştan çıkardı herifleri…’”19
Tarım işçileri açısından bıçağın kemiğe dayandığı bir nokta vardır ve işte bu gerçekleştiğinde ağaya karşı köylerde yaygın eylem yöntemlerinin faaliyete geçtiği görülür, patozu yakma gibi:
“’On iki yıl oluyor. Bununla Dolusap’ta çalışıyorduk. Esas mesele haftalıklardan çıktı. Harman ağalıktı, haftalığımızı kestiler, işimizden de attılar…’
‘Sizde?’
‘Biz de huylanıp yaktık!’”20
Patozu yakma, sonuçları itibariyle etkili olsa da aslında gizlice gerçekleştirilen, açıktan bir direniş niteliği taşımayan bir eylemdir. Bu eylem tipi, mücadelesine hiçbir zemin tanınmayan, yasal olarak da engellenmiş emekçilerin başvurdukları direniş yöntemlerinden biridir. Köylülükten çıksa da tarım emekçisinin eylemleri, kırsalın özelliklerini taşır, en radikal biçimi aldığında bile. Ve bu eylemler genellikle kolektif değil bireyseldir: “Bir tarihte haftalık meselesinden bir ırgadın Şafak Kahvesi’nde ağasını tabancayla vurup kahvenin arkasından geçen Seyhan Nehri’ne atlayarak kaçtığını biliyordu.”21
Ancak iş kazası sonucunda bir emekçinin ölümü örneğinde olduğu gibi bir an gelir, artık göz hiç bir şey görmez olur ve ağa kolektif bir direnişle karşılaşabilir:
“Usta: ‘Allah yardımcınız olsun oğlum, Allah yardımcınız olsun. Arabası pislenir diye herifi arabasına almıyor!’
Terli, yorgun ırgatlarda bir homurtu, bir derlenip toparlanma oldu:
‘Neee???’
‘Almıyor mu?’
‘Arabası pislenir diye mi?’
‘Ulan kimin işinde oldu bu?’
Kalın, gür bir ses emretti adeta: ‘Parçalayın kerhanecinin malını!’
Irgatlar tahta parçaları, traktörün demir aletleriyle otomobile saldırırken, küçük ağa, elinde kolçak, geri geri kaçtı, arabayı siper aldı. Sonra da kolçağı atıp tabancasını çekti:
‘Yaklaşmayın anam avradım olsun yakarım!’”22
Fabrika İşçileri
Orhan Kemal romanlarında anlatılan Adana fabrikalarındaki emekçileri, yerleşik emekçiler kadar kırsaldan kısa süreli çalışmak için kente gelmiş köylüler23 oluşturur. Bu köyden en yakın şehire doğru kısa erimli ve geçici nitelikteki göç fabrikada belli bir gelir sağlandıktan sonra köye dönülmesiyle sonlanır; bu döngü çeşitli aralıklarla tekrarlanır. Bu göçün gerçekleştiricileri kente yerleşmek değil, arkalarında bıraktıkları ailelerinin yanına ‘paralanarak’ dönmeyi hedeflerler. Evli erkekler, gerek bir evi geçindirmenin dertleriyle uğraşmanın ağır yükünü karşılayamayacaklarından gerek de köye zaten geri dönme amacında olduklarından karılarını, çocuklarını memlekette bırakarak Adana’ya gelirler. Hayatını çalışarak kazanmak zorunda olanlar için bu gurbet hali, dayanılması gereken bir tür zulüm olarak kavranır; özellikle ilk defa kapitalist üretimin dişlileri arasına giren ve niteliksiz olması nedeniyle beden gücüne dayalı ağır işlere koşulan emekçiler tarafından24. Köyde, kendi toprağında üretimin her aşamasına tamamen hakim olan birinin her yönüyle belirlenmiş, tabi olmak zorunda kaldığı ağır çalışma yaşamına soğuk yaklaşması, “el işi” diyerek onu horlaması şaşırtıcı değildir: “’El lokması kannan yoğrulmuş, vudabilene aşkolsun,’ sözünü her fırsat düştükçe söyleye söyleye ve ‘benim’ diyeceği bir işin ucundan tutabilmek arzusuyla uğraştı…”25 Ancak artık zaman “el işi”nin zamanıdır. Orhan Kemal romanları köylüsünden, küçük esnafına, lümpen proleterine (seyyar satıcılar gibi) kadar toplumsal olarak işçileşme dalgasını yansıtır; bu sürecin sancılarını da.
Para kazanmak uğruna memleket geride bırakılıp gelinmiştir ama Çukurova’da iş kaynamamaktadır: “Kendileri gibi, iş için bekleşen yayla memleket uşakları o kadar çoktu ki…”26
Çok sayıda gurbetçinin ve yerleşik işçinin beklediği işe ulaşmak için geleneksel ilişkiler, hemşericilik yardıma çağrılır: “’Hemşeri demek hısım demek. Ben kendi nefsime, hemşerim şurda dururken, yazının şehirlisini niye işime alayım? Sen olsan alır mısın Köse?’”27 Ancak kapitalist ilişkilerin hakim olduğu bir hayatta hemşeriliğin hükmünün kalmadığını kavramak çok da zor olmayacak; Bereketli Topraklar Üzerinde romanının kahramanları Pehlivan Ali ile İflahsızın Yusuf gibi hemşerisi patron tarafından işten çıkarılınca bu durum onlara daha dokunsa da geleceğe dönük büyük bir ders olacaktır. Çalışma yaşamanın zorlukları karşısında önceleri hemşeriliğe büyük anlamlar atfeden işçilerin bile geleneksel ilişkilerin gereklerinden uzaklaştığı görülür. Fabrikada sulu kozada çalışırken hastalanan ve yatağa düşen Köse Hasan’a yönelik tavır çalışma yaşamının acımasızlığının kişisel ilişkilere de sirayet ettiği açık kanıtıdır: “Günler geçiyor, Yusuf’la Ali işlerine gidip geliyordu. Sağda soldan utandıkları, daha doğrusu sağın solun ayıplaması üzerine on iki saatten on iki saate hemşerilerini de yemeğe buyur diyorlardı ya, bıkmış usanmışlardı doğrucası.”28
Kapitalist ilişkilerin tam oturmamasından dolayı Çukurova’daki fabrikalarda geleneksel ilişkilerin yine de belli bir yeri olduğu Orhan Kemal’in romanlarında görülür. Hatta patronlar tarafından bu sözümona bağlar kendi çıkarına kullanılır: “Senin hakkında ne düşündüğümü senin herkesten iyi bilmen gerek. Kanı kanımdan, teni tenimden bir insanın kuyusunu, kanı kanımdan, teni tenimden olmayan beş paralık bir muhacir oğlu önünde kazacak kadar alçalamam herhalde.”29
Gurbetçi işçilerin sadece çalışma koşulları ağır değildir, barınma mekanları da insanlık dışıdır. Ailelerinden kopup gelen işçiler, Adana’nın uyanıkları tarafından bir tür işçi yurtlarına dönüştürülen her türden mekanda ucuza konaklamak zorunda kalırlar: “Oturdukları ‘ev’, iki mahalle aşağıda, mahalle muhtarının bir zamanlar hayvanlarını bağladığı, tabanı hala gübre örtülü, genişçe bir ahırdı. Atsinekleri vızıltılı daireler çizerek uçuşuyorlardı. Harap kerpiç duvarlar yarı beline kadar ıslaktı. Oda ekşi ekşi fışkı kokuyordu.”30
Adana’nın yerleşik işçilerinin yaşadığı işçi mahallelerinin durumu da iç açıcı değildir31: “Yan yatmış, bağdaş kurmuş, çömelmiş ya da tam yuvarlanacakken bir yana tutunuvermişe benzeyen harap evler kalabalığından ibaret mahallenin birbirini kesen, çamur içindeki sokaklarından…”32
Orhan Kemal emekçileri anlatırken etnik çeşitliliklerine sıklıkla göndermede bulunur. Etnik, dinsel farklarına rağmen işçilikte birleşmişlerdir; bu farklar da işçiler arasında bir bölünmenin, ayrışmanın kaynağı genellikle olmamaktadır. 1914’den 1970’e kadar süren yaşam deneyimlerini yazıya aktarmış Kemal’in eserleri bu toprakların geçirdiği köklü değişimleri de yansıtmakta; işçi sınıfının çeşitliliğini oluşturan unsurlar değişmektedir. Önceleri Rum, Ermeni işçiler metinlerde boy gösterirken onların bu topraklardan gönderilmesinden sonra yeni göçler yaşanmış; Balkan göçmenleri, muhacirler emekçi kitleler içinde anılmaya başlanmıştır.
Orhan Kemal’in Çukurova’daki emekçileri anlattığı romanların konu aldığı dönem, sadece Adana’da değil tüm ülke çapında kapitalist üretim ilişkilerinin yeni yeni oturmaya çalışıldığı bir süreçtir. İş Kanunu’nun yürürlüğe girmesi 1937 yılını bulmuş; bu kanun, ancak 10 kişiden fazla işçi çalıştıran işyerlerinde geçerli kabul edilmiştir. İşçi Sigortaları Kurumu’nun faaliyete geçmesi 1946 yılını bulurken Çalışma Bakanlığı’nın kuruluşu ise 1945’de olmuştur. Sosyal politika alanında bu düzenlemelere rağmen Orhan Kemal’in eserlerinden gördüğümüz üzere, kayıtlı şekilde çalışan fabrika33 işçilerinin bile işten çıkarılması patronun iki dudağı arasındadır; iş kazalarından sonra işçiler eğer İş Kanunu’na tabi büyük bir fabrikada çalışmıyorsa, yani kayıtlı değilse (ki işçilerin çoğu bu durumdadır) kendi kaderiyle başbaşa kalırlar34 ya da emeklilik gibi bir hakkın bahsi bile geçmez35. Yaşlılar çalışabildikleri sürece çalışmaya devam ederler; çalışmayı bırakırken tek güvence kaynakları kendilerine bakacak evlatları ya da akrabaları olmasıdır36: “Yetişmiş oğlu, hali vakti yerinde kızı olsa, hemşeri memşeri hiç müdana etmez. ‘Al atını ver tımarımı’ der, basar çıkardı işten, ama yoktu. Allah belasını versin!”37
Fabrikalarda işçilerin bir şekilde kayıtlı olarak çalıştıklarını olduğunu Kemal’in romanlarda geçen diyaloglardan çıkarabiliriz; ancak tarım işçileri tamamen toprak sahibinin insafına terk edilmiştir, ne iş güvencesi, ne sosyal hak, ne de kanunun esamesi okunur.
Fabrikadaki çalışma İş Kanunu’na tabidir tabi olmasına ama Orhan Kemal’in Adana’daki fabrika işçilerini konu edinen ilk romanlarında kapitalist iş ilişkilerinden çok geleneksel ilişkiler fabrikaya hakimdir. Irgatbaşı, bütün üretim sürecinin ana denetleyicisidir. İşe almadan işten çıkarmaya kadar her şey üzerinde kontrol sahibidir. İş disiplinini sağlamak için ırgatbaşının işçilere şiddet uygulaması olağandır: “Elinde sopasıyla ırgatbaşı, işçilere rasgele vuruyordu. Az sonra atölye doludizgin çalışmaya başladı. Çırçırlar avuç avuç kütlü yiyor, içyağı gibi bembeyaz, kucak kucak pamuk kusuyordu.”38 Irgatbaşı, işçilerin haftalık yevmiyelerinden onları işte tutmaya devam etme adına pay da almaktadır: “’Haftadan haftaya ne zaman alacaksınız paracıkları… Vereceksiniz bana hak, ırgatbaşi hakki!’”39
Üretim süreci gerekirse kaba kuvvete dayalı şekilde sürekli kontrol altında tutulsa da Orhan Kemal’in de anlattığı gibi işçiler üretim sürecinin açıklarını ve bunlardan yararlanmasını bilir40. Sınıf mücadelesinin küçük de olsa bir parçasıdır bu. Emekçi, patronu zengin etmek için kendini heder etme fikrinde değildir. Aldığı maaşın emeğinin tam karşılığı olmadığının farkında olarak ya çalıştığı süreden kısmaya çalışır ya da kimi zaman işyerinden hırsızlık yaparak üretimden aldığı payı artırmaya bakar41. Çalışırken verilen kaçak sigara molaları da işçilerin patrona karşı pasif de olsa direnişin bir parçasıdır:
“Oysa bir bilseler koza mağazasında sigara içildiğini, hepsinin tozunu atarlar, duman ederlerdi. Ederlerdi ya, büsbütün içilmediğine inanamayan fabrika sahibi, zaman zaman tatlı uykusunu bırakıp hiç kimseye haber vermeden, fabrikaya, çokluk da koza mağazalarına geliverirdi. Yusuf ilk zamanlar bu işe razı olmadı. Hemşerilerinin kozaları tutuşur da yangın bütün fabrikayı sararsa? Mal ha hemşerilerinin, ha kendilerinin. Sonra ‘Neme lazım,’ diye düşünmeye başladı.”42
Ya da uzun tuvalet molaları. Patronlar da kendi çıkarlarına uygun çözümler üretir bu kaytarmalara:
“’Tuvaletlerin kapıları niye böyle yarı bellerinden kesik?’ diye sordum.
Ahmet, ‘İçerde dalga geçilmesin, tuvalet bekçisi kolayca kontrol edebilsin diye,’ dedi.
‘Tuvalette dalga geçilir mi?’
‘Biraz eski de bak. Tuvalette dalga geçmek, dokumhanede toz yutmaktan daha rahattır, anlarsın. Hem insanın aklına öyle şeyler gelir ki… Ben tuvalete girdim mi, kafamı bir düşüncedir alır, bellerim ki bu dünyadan çıktım, uçtum, gittim… Gözlerimi de kaparım, oooh…’”43
20. yüzyılın ilk yarısında geçen bu öykülerdeki fabrikalarda geleneksel ilişkiler hakim olsa da işçiler, patronları kendilerine çalışmak için iş sunan, ekmek sağlayan bir velinimet olarak görmez. İşçi ekmeğini patronun fabrikasında kazanıyorsa da bu ekmeğin her lokmasında kendi alınteri olduğunun bilincindedir44:
“’Bu kapının ekmeğini yiyoruz. Bir insan yediği çanağa…’
Nuri lahavle çekti:
‘Alnımın terini yiyorum. Hurşit Ağa bana avantadan ekmek vermiyor…’”45
İşçiler, patronun zenginliğini çok çalışmayla elde edilen bir kazanç olarak da kavramaz; öyle olsa işçilerin de ölesiye çalışmalarının sonucu sefalet olmayacağı yaşam deneyiminden kolaylıkla çıkarılabilir. Kaldı ki dönemin patronlarının çoğunun zenginleşme öyküsü bilinebilecek kadar kısa bir zaman içinde yaşanmıştır46:
“’Allah’ı bilen insan, günahı, sevabı da bilir… Cenab-ı Allah, herkes rızkına razı olsun, buyurmuş… Hurşit Ağa zamanında çalışmış, kazanmış… Sen de çalış, sen de kazan!’
‘Sersem sersem konuşmasına be! Saat kaç şimdi? Gece yarısını geçiyor… Göbek mi attık?’”47
Orhan Kemal’in işçi kahramanları sınıf bilinci gelişkin işçiler değillerdir ama hayat onlara kendi çıkarları ile patronların çıkarlarının farklı olduğunu hissettirir. Karşıt çıkarlara sahip sınıfların üyeleri olduğunun ismi konmasa da farklı dünyaları olduğu bilinir: “Kemal Dokuzcanlı, ‘Büyük tüccar, büyük çiftçi, büyük fabrikatör benim küçük derdimi ne bilcek?’ dedi, ‘Onlar kendi dalgalarında, ben kendi dalgamdayım…’”48
Çoğunlukla işçiler, patronlarla çıkarlarının da ortak olmadığının ayırdındadır. Patron işçiden daha çok çalışmasını, daha az paraya çalışmasını, daha az sosyal hak talep etmesini isterken işçinin çıkarı tam aksi yöndedir49. Dolayısıyla gündelik yaşamın kendisi işçiye gelişkin olmasa da bir düzeyde sınıf bilinci kazandırır50, onu alttan alta patrona karşı sınıf kavgası (oldukça basit düzeyde de olsa kapitalistlerin karını azaltan her adım bu şekilde kabul edilebilir) vermeye iter:
“Ben kürekteydim. Öyle taze bir hamleyle sarılmışım ki… Ekmeğimi alnımın teriyle kazanıyordum artık, yediğim ekmeğe hak kazanmalıydım. Yanı başımda, benimle birlikte çakıl atan arkadaş: ‘Kardaş,’ dedi, ‘usul usul, usul usul…’
(…) Kollarım, omuz başlarım, göğsüm yara gibi sızlıyordu. Kamyonun üçüncü sefer dolup dönüşünde, tıkandım. Sanki kollarımın bütün sinirleri kopmuştu. Yüreğimde bir bulantı, vücudumda soğuk bir ter, bir halsizlik, yorgunluk. Bütün zorlamama rağmen, artık kollarım işlemiyordu, durdum.
‘Dimedim mi?’ dedi Şeker Veli. ‘Canına yazık. Dümbüklerin işi tükenir mi hiç.’”51
İşçi kendisi ile patron arasındaki çıkar farklılığını sezse de bu farkındalığı bilinç düzeyine çıkarmadığından bu olgu patronla kendi arasındaki bütün ilişkileri kavramasında temel olmaz. Bu sezgi düzeyindeki çıkar farklılığı algısı, çok rahat olarak bir kenara bırakılarak patronla birlikte hareket bile edilebilir. Sınıf bilincine sahip patron ise işçiyle ortak hareket ettiğinde ne yaptığını bilen ve dolayısıyla kazançlı çıkan taraf olacak; işçiyi kendi çıkarına uygun şekilde aldatmış olacaktır. Orhan Kemal’in Cemile adlı kitabında işçiler ve patron arasında İtalyan mühendise karşı kurulan ortaklık bu duruma bir örnek teşkil eder. Fabrikanın ortağı olan Kadir Ağa, ortağı Numan Şerif Bey’in ve onun rasyonel işletme modelinin ayağını kaydırmak için fabrikadaki otoriteleri sarsılan ustabaşları, şeflerle birlikte İtalyan mühendise karşı bir dümen hazırlar. Bu planın bir parçası olarak dokuma tezgahlarında kullanılan kolaya dökülen zımpara tozu nedeniyle iplikler sıklıkla kopmakta, işçiler iplik bağlamaktan dokuma yapamadığından elde ettikleri gelir düşmektedir. Ustabaşları ve şefler tarafından bu durumun suçlusu olarak İtalyan mühendisin getirdiği düzen gösterilmesine aldanan işçiler, patronların kendi aralarındaki ayak oyunlarına alet olarak ödeme gününde İtalyan mühendisin gitmesi için ayaklanınca işlerinden olurlar. Bilinçli işçiler tarafından işçiler bu konuda uyarılsa da aradaki derin bilinç farkı ve uyarının çok güçlü olmaması (uyarının sadece İzzet Usta tarafından yapılıyor olmasının yarattığı cılızlık) işçiler üzerinde etkili olunmasını engel olur: “İzzet Usta, ‘Arkadaşlar,’ demişti, ‘kardeşler,’ demişti, ‘ağayla ustaların oyununa alet olmayın!’”52
İşçilerin çıkarlarının bilincinde olmaması nedeniyle öfkelerinin yanlış yere yönelmesinin (İtalyan mühendis örneğindeki gibi özellikle tepkinin hedefinin şaşırtılması gibi de olabilir) başka örneklerine de Orhan Kemal’in eserlerinde rastlarız. Murtaza adlı romanında işçiler, fabrikada kontrolör olarak çalışan Murtaza’nın üretim sürecini disiplin altına almasına duydukları tepkiyle onun fabrikadan gönderilmesi için birkaç kere ayaklanırlar. Üretimde disiplinden çıkarı olan patronlar, genel müdür değilmişcesine Murtaza’yı fabrikadan göndermek için kendileri ile fabrika sahibi ve yönetimin ortak noktası olan Demokrat Parti destekçiliğine karşı Murtaza’nın CHP’liliği öne sürülür. Bu noktada hem Demokrat Parti’nin işçilerin çıkarlarına hizmet ettiği53 hem de kendilerinin patronlarla ortak çıkarlara sahip olabileceği yanılgısı vardır ki bu ikisinin de gerçekliğin duvarına toslaması çok sürmez:
“Nuh bir şeyler söylemek istediyse de Fen Müdürü, ‘Sus,’ dedi, ‘…Herifi fabrikadan attırmak için çevirmediğiniz dolap kalmadı. Ama şunu iyi bilin ki, bu fabrikaya mutlaka bir Murtaza lazım. Bu olmazsa bir başkası.’
Nuh eşekten düşmüşe dönmüştü:
‘Yaa,’ dedi.
‘Evet.’
‘Bizim demokratlığımız nerde kaldı öyleyse?’
‘Sizin demokratlığınız bana vızgeliiir tırıs gider?’
‘?..’
‘Bana benim işimi kendi işinden üstün tutacak fedakar insan lazım.’
‘O, CHP’li, İsmet Paşacı amma?’
‘Olsun!’”54
Orhan Kemal, toplumsal gerçekçi bir yazar olarak umudunu bağladığı işçileri bilinçli, mücadeleci göstermek adına olmadık kurgulara başvurmaz. İşçi geri bilinciyle, patron tarafından aldatılmasıyla bir yandan da çıkarının sezgisel olarak da farkındalığıyla; kısacası iyisiyle kötüsüyle anlatılır. Onun eserlerinde bilinçli, mücadeleci işçiler de vardır; ama işçilerin sadece küçük bir azınlığını oluştururlar. Orhan Kemal’in romanlarında işçilere (tek başınalığı nedeniyle cılız da olsa) yol göstermeye çalışan “usta” figürünün yanı sıra tek tük de olsa bilinçli, militan işçilere rastlarız: Cemile’de İzmirli Nusret, Bereketli Topraklar Üzerinde’de patoz koltukçusu Zeynel, Grev öyküsünde Sarı Mehmet, Murtaza’da Sarı İbrahim55 gibi. Hakkını arayan, sözünü esirgemeyen; dolayısıyla da kendini kısa zamanda belli eden bu işçiler işveren tarafından tehlike olarak değerlendirilir ve çoklukla işyerindeki ömürleri uzun olmaz. İşçileri mücadeleye yönlendirecekleri kaygısıyla patron bu tür işçileri işyerlerinde barındırmamaya dikkat eder. Ancak Orhan Kemal’in eserlerinde az da olsa karşımıza çıkan bu işçi kahramanların gösterdiği gibi, bu tür sınıf bilinci konusunda yol açmış işçiler her zaman işçilerin içinde var olmaya devam edecek ve bulunduğu işyerlerinde işçileri hem bilinç hem de sınıf mücadelesi anlamında öne doğru çekecektir:
“Sarı Mehmet, ‘Harp biteli beş sene oluyor!’ dedi. ‘İş Kanunu’nun hükümlerini yerine getirmenizi istiyoruz!’
‘O sizin bileceğiniz iş değil,’ diye küçük ağa nefretle cevap verdi. ‘Fabrikanın menfaati nasıl icap ettirirse…’
‘Biz kendi menfaatimizi biliriz. Fabrikanın menfaati bizi alakadar etmez!’
‘Siz de fabrikayı alakadar etmezsiniz!’
‘Arkadaşlar duydunuz mu? Biz fabrikayı alakadar etmezmişiz. Maden biz fabrikayı alakadar etmeyiz, o halde bul işçi de çalıştır!’”56
İşçi ile patron arasındaki sınıf mücadelesi, Komünist Manifesto’da da belirtildiği gibi, “gizli ya da açık kesintisiz şekilde” Orhan Kemal’in eserlerinde de sürer ancak genellikle alttan alta yaşanır. Sınıf mücadelesinin parçası olan sendikalara Kemal’in romanlarında rastlanmaz ancak onun eserlerinin geçtiği dönemlerde sendikalar da çok yaygın değildir: 1946’dan itibaren sendikaların kurulmaya başladığı Türkiye’de 1948 yılında sadece 52 bin işçi sendika üyesidir ve bu rakam toplam işçilerin ancak %8’ine tekabül etmektedir57. Orhan Kemal’in fabrikada işçilerin açıktan mücadelesini anlattığı tek eseri Grev adlı hikayesidir ve bu öyküye konu olan işçiler bilinçli birkaç işçinin öncülüğünde 8 sekiz saatlik işgünü için kendiliğinden bu eyleme girişirler. Grevin yasak olduğu dönemde gerçekleşen bu eylem yasadışı konuma düşmemek için işçilerin yaratıcılığının bir ürünü olarak yasakların yanından dolaşarak gerçekleştirilir:
“’Tezgahlarının başındalar ama iş görmüyorlar. Masura tükeniyor, dolusunu koymuyorlar; bez top oluyor, kesmiyorlar; iplik kopuyor bağlayıp çekmiyorlar.’
‘Bir çeşit grev yani?’”58
Eylemin ismine grev denmese de, işçiler tezgahlarının başından ayrılmasa da, patron yasak olduğu halde lokavt ilan etse de “vatandaşlar arasındaki hakem” olma iddiasındaki devletin safı bellidir59 ve her şekilde işçiler suçlu çıkarılır. Sonuçta patron suçlu olacak değildir ya!:
“Bir komiserle üç polis, birkaç bekçi, Sarı Memet’le iki arkadaşını muhafaza altına aldılar.
Berikiler, ‘Niye yahu, niye?’ diyorlardı, ‘Lokavtı yapan, suçu işleyen orda, elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor, siz bizi tevkif ediyorsunuz.’
‘Kimden bahsediyorsun? Suç işleyen kim? Fabrika sahibinin oğlu mu?’
‘Tabii ya… Şalteri indirdi, milleti işten kovdu. Bizim değil, onun tevkif edilmesi lazım!’
‘Onun? Maşallah. Koskoca mal sahibi. Nankörlüğün alemi var mı? Sayesinde sebepleniyorsunuz, karnınız doyuyor.’”60
‘Gurbet Kuşları’nın İstanbul’u
Orhan Kemal’in İstanbul’a geldiği 1950 Türkiye’si işçi sınıfının hem nitelik hem de nicelik açısından büyük değişiminin başladığı yıllara işaret eder. Artık emekçi nüfusun bileşiminde tarım işçilerinin yeri küçülürken özel işletmelerde çalışan emekçilerin sayısı hayli artmaktadır. Aslında 1950’li yılların bu hızlı ekonomik dönüşümünün işaretleri öncesindeki 5-6 yıl içinde verilmiş; açılan özel işletmelerde çalışanlarla işçi sınıfının nüfusu kalabalıklaşmıştır. Bu konuda farklı sayılarla karşılaşsak da Kemal Karpat işçilerin niceliksel büyüklüğünü şöyle anlatmaktadır:
“Sanayi geliştikçe sanayi işçilerinin sayısı da durmadan arttı. İşçilerin çoğu köylerden veya göçmenler arasından geliyor ve türlü şekillerde köyle ilgilerini devam ettiriyorlardı.1923 yılında Türkiye’de sanayi işçilerinin sayısı 20-30 bini geçmiyordu.1948’de yalnız büyük işyerlerinde 301.299 işçi çalışıyordu, küçük işyerlerinde ve ziraatte çalışanların sayısı ise bunun iki katı idi. Aileleri de beraber hesaba katılırsa işçi sınıfı en az 1.500.000 kişiyi buluyordu.”61
Demokrat Parti döneminde ise bir eşik atlanmış; bireysel girişimcilere sunulan olanaklarla özel sektör alıp yürümüştür. Bu dönemde ABD’nin Marshall yardımlarıyla tarımda yoğun bir makineleşme başlamış ve kırsalda insan emeğine duyulan ihtiyaç azalmıştır. Kendi toprakları olmayan (ya da bir aileyi besleyecek durumda olmayanlar) 1950’li yıllardan başlayarak yoğun şekilde kırdan kente doğru kitlesel şekilde göçe başlamıştır:
“’Gurbet kuşları’ katarın en arka vagonlarından iniyorlardı, kara kara, kuru kuru. Ne karşılamaya gelenler vardı, ne de çoğunun bavullarıyla sepeti, hatta yorganı… Bir, beş, on değil, yirmi, otuz, kırk, elli, belki de daha çoktular. Anadolu içlerinden kopuk gelen her tren, her ‘Kuşluk treni’, her gelişinde gurbet kuşlarını toplayıp getiriyordu İstanbul’a. Yol, yıkım, yapım üzerine çok iş vardı İstanbul’da. Karınlar doyuyor, sılaya para bile salınıyordu. Köy yerinde şunun bunun tarlasında üç gün iş, beş gün duvar diplerinde barut atacaklarına, bir tren parası denkleştirip İstanbul’un yolu tutulmalıydı. Ne yapıp yapıp gidenler, birkaç ay sonra değişmiş dönüyorlardı… köy kahvelerinde, delikanlı meclislerinde İstanbul’u dillerinden düşürmüyorlardı. İstanbul da bir İstanbul’du.”62
Bu sefer göç hareketi Orhan Kemal’in ilk dönem eserlerine yansıdığı gibi pek de geçici değildir. Emekçiler İstanbul’a yerleşmeyi belki başta pek planlamasalar da Kemal’in Gurbet Kuşları romanının kahramanı İflahsızın Memmed’in örneğindeki gibi eğilim kalıcı olmaya yöneliktir. Bu göç öyküsünde de (Adana’ya doğru olandaki gibi) şehre yerleşmiş hemşeriler aracılığıyla şehre tutunmak için ilk adım atılmaya çalışılır. Bereketli Topraklar Üzerinde romanında babası İflahsızın Yusuf nasıl arkadaşlarıyla birlikte hemşerileri fabrika sahibini bulup işe girdilerse onun oğlu İflahsızın Memmed de hemşerisi, kabzımal olduğunu söyleyen Gaffur aracılığıyla bir işe yerleşmeye çalışır.
Gurbetçi emekçiler için barınma sorununun çözüldüğü bekar evlerinin içler acısı hali İstanbul’da da sürer:
“Evden içeri besmeleyle adımını attı. İçerisi çok pis kokuyordu. Karanlık altevde ya kedi ya it ölüsü olmalıydı.
‘Abarruuuuuh,’ dedi. ‘Pek pis kokuyor!’
‘Aldırma. Bunun burası gurbet. Bir varmış bir yokmuş hesabı. Yarın iş bulur çıkar gidersen ne koku kalır ne bir şey.”63
İstanbul, bu oranda büyük bir göç dalgasıyla gelen insan selini barındıracak imkanlara sahip olmadığından64 emekçilerin barınma sorununa çözüm olarak gelişen gecekondular Orhan Kemal’in eserlerinden kendini göstermeye başlar. Ancak bu gecekonduların şimdilik ömrü uzun olmamakta, bitirilmeden ‘yeşiller’ denilen zabıta tarafından yıkılmaktadır:
“Gecekondular antenlerini germiş, küçük gemici fenerlerinin sarı ışığında duvarlar ağır ağır yükseliyordu. Duvarlar yükseliverse, çatılarla üzerleri kapanıverse!
Birden nasıl olduğu anlaşılmayan bir gürültü. Yerden biter, gökten iner gibi Yeşiller. Ellerinde kazmalarla yıkma ekibi. Çocuk çığlıkları, kadın yaygaraları arasında yıkma ekibinin yeni yükselmekte olan yapılara dalıp toz duman içinde her şeyi yerlere serişi.”65
İstanbul’da çalışan emekçilerin yaşadıkları mahalleler kentin dışındaki varoşlardır, bu varoşlarda ise binbir sefaletin içinde bir yaşam sürmektedir. Orhan Kemal’in gazetede yayınlanacak yazı dizisi için bu mahallelerden biri olan Taşlıtarla’nın emekçi halkıyla yaptığı görüşmelerde belirtikleri istekler de yaşadıkları sefaletin son bulmasına dairdir:
“Önce ekmekti ekmek. Hiç tükenmeyecek iş yani. Sonra barınak. Damı akmayacak, rutubetsiz, kirası az, suyu, elektriği bol barınaklar. Daha sonra mahalle aralarındaki çamurlu sokaklar. Gece yarıları evlerine dönerlerken dizlerine kadar batmayacakları çirkefsiz, lağım çukursuz sokaklar. Ama asıl su, su dertlerinin başında geliyordu.”66
1950’lı yıllar özel sektörün gelişip serpildiği; üretim, ticaretin sıçrama yaptığı bir dönem olmuştur. Bu koşullarda çalışacak iş bolluğu, ücretlerin dolgunluğu şaşırtıcı değildir67: “İş sokaklardan akıp duruyor. İstanbul’un dağı, taşı, her yanı iş. İş adamın ayağına dolanıyor. Bekir Usta olmazsa Hasan Usta olsun, Hasan Usta olmazsa Cemal Usta. İşten çok ne var?”68
1960’lara gelindiğinde ise ‘taşı toprağı altın İstanbul’ manzarası değişmiştir. Büyük kentlerde sanayileşme ile birlikte iş imkanı artmıştır artmasına ama kırdan kente doğru bitmeyen kitlesel göçü emecek kadar da büyük değildir69:
“Biri bırakıp biri alarak dertlerini dökmeye başladılar:
‘İstanbul’da yapım yıkım çok didilerdi de…’
‘Tevatür didilerdi…’
‘Gözleri çıksın, bizi yurdumuzdani yuvamızdan ittiler!’
‘Meğer devir, devran değişmiş…’”70
Orhan Kemal’in İstanbullu emekçileri konu edinen romanları Adana’da olduğu gibi fabrika yaşamını doğrudan hikaye etmemektedir. Kemal’in Adana’da fabrikada çalışırken İstanbul’da ise yazarak hayatını kazanmaya yönelmesi ve dolayısıyla fabrika yaşamını doğrudan gözlemleyememesi bu noktada büyük ihtimalle etkili olmuştur. Dolayısıyla Kemal’in bu dönem eserlerinde anlatılan emekçiler inşaat işlerinde, hizmet sektöründe çalışan emekçiler ya da lümpen proletaryadır. Bunların hikayeleri Kemal’in dışarıdan gözlemlerinden çıkmaktadır. Fabrikadaki iş yaşamının anlatılmaması, 1946’dan başlayarak gelişen71 sendikal örgütlenmeyle Kemal’in eserlerinde karşılaşmamızı engeller. 1948 yılında 52 bin olan sendikalı emekçi sayısı, 1960’da yaklaşık olarak 283 bini bulsa72 da Orhan Kemal’in anlattığı daha çok küçük işyerlerinde (örneğin bir inşaatta), iş güvencesi bile olmadan çalışan emekçilerinin hikayesinde sendikaya pek yer yoktur. Orhan Kemal’in İstanbul’daki emekçi kahramanları yine de Adana’dakilere göre daha gözü açık, daha kültürlüdür. Büyük kentlerin emekçilerinin daha bilinçli olduklarını daha Cemile romanının 1930’ların ikinci yarısında geçen bir bölümünde patronun büyük şehirlerden işçi getirmek istemesi karşısında ‘Türkiye’nin en uyanık işçi bölgelerinden getirilecek işçiler’ konusunda genel müdürün yaptığı uyarılarda görmek mümkündür:
“’İzmir yahut İstanbul’dan gelecek işçiler hemen hemen bizim muhasebe servisindekilerle eşittirler. Gözleri açıktır. Amirlerinin azarına, dayağına filan kolay kolay boyun eğmezler. Asıl fenası, İzmir yahut İstanbul’dan gelecekler gelirken dansları, müzikleri, banyoları, haftalık temiz elbiseleriyle filan gelecekler. Bizim sakin, durgun, kendi halinde, fazlasını istemeyi bilmeyen yerli işçilerimize tesir yapacak, gözlerini açacaklar. Örnek olacaklar bizimkilere. Çok geçmeden bildiğiniz gibi, bir işçi bunalımıyla karşı karşıya geleceğiz.’”73
İstanbul’daki emekçiler, kentteki modern, kapitalist yaşamın hızına ayak uydurarak daha bilinçli hale gelmiştir. Demokrat Parti iktidar olduktan sonra işçiler arasında hala onu destekleyenler en geri bilinçteki unsurlardır, Gurbet Kuşları’nın patronu DP’li Hüseyin Korkmaz’ın yanında çalışan İflahsızın Yusuf gibi. Ancak genel olarak işçiler arasında siyasetçilere yönelik güven neredeyse tamamen kaybolmuştur74:
“’…bu dünyada dobra dobracılık sökmez! Siyasi olacan, sakala göre tarak vuracan… Ben böyle böyle derken yalan söylediğimi bilmiyor muyum? Biliyordum, mahsustan öyle söyledim. Belle ki mebuslara böyle böyle, yemekler kurtlu, ekmekler çiğ, yevmiyelerimiz az filan fıstık yakıştırdık… N’olacak?’
‘Nebliym ben?’
‘Cigara paketlerinin arkalarına yazacaklar…’
‘Evet!’
‘Cigara bitince de paketi… Ha?’”75
İşçilerin Adana’daki kardeşlerine oranla bilinçleri daha gelişkin olsa da gelişmiş bir sınıf bilincine sahip bir işçi sınıfına Orhan Kemal’in İstanbul’da geçen eserlerinde de rastlanmaz. Kemal’in yapıtlarında dayanışmacı, birbirini kollayan, patron sınıfıyla çıkar farklılığının bilincinde işçileri görmek mümkün olduğu gibi çıkarlarının bilincinde olmayan çokları da vardır. Kemal, emekçileri her zaman dayanışma içinde çizmese de (ki gerçeklik de budur) işçiler arasında dayanışma eğilimi daha güçlüdür. Özellikle daha bilinçli işçilerin dayanışma geliştirmeye yönelik eğilimi daha fazladır. Örneğin Gurbet Kuşları’nda kendisine okuma yazma öğretecek işçi arkadaşıyla İflahsızın Memmed arasında şöyle bir diyalog geçmektedir: “’Kaça belledecen?’ Kastamonulunun kaşları çatılmıştı: ‘Ayıp ettin Sivaslı… Herşey parayla mı?’”76 Adanalı tarım emekçilerinin hikayesine ışık tutan Bereketli Topraklar Üzerinde romanında bilinçli ve militan bir işçi olan Zeynel de az olan ekmeğini aç kalmış işçi arkadaşıyla paylaşmaktan geri durmaz: “Mendiline çıkınlı ekmeğini ortadan böldü, yarısını Ali’ye, yarısını da Hidayet’in oğluna uzattı.”77 Birbirinden farklı çıkarı olmayan emekçilerin paylaşamayacakları bir şey olmadığından patronların işçileri bölmek, aralarına rekabet sokmak çabalarının etkileri dışında sıradan işçilerde de dayanışma eğilimi diğer toplumsal sınıflara göre güçlüdür: “’Senin ellerin katip eli, yüzün bimbiyaz. Gun gormemiş… Paydosta ne yiyecen sen? Epmek ne de getirmemişsin? Buralarda lokanta ne de bulunmaz ki…’ Terli terli kokuyordu.’Baraber yerik…’ diye devam etti, ‘kardaş malı ortaklık!’”78
İşçiler arası dayanışmanın bir örneği olarak Gurbet Kuşları’nda hemşerisi tarafından yüzüstü bırakılan İflahsızın Memmed’in iş sahibi olmasında, ustalık öğrenmesinde Kastamonulu diye adlandırdığı işçi arkadaşı yardımcı olmasıdır79:
“Oğlu ‘Çok gözü açık çocuk baba. Okumayı yazmayı çabucak belledi. Şuna duvar örmeyi öğretiver sevabına!’ demişti. Kendisi de yıllarca önce İstanbul’a gelip o devrin eline çabuk ustalarından duvarcılığı bellediği sıra bu Memed yaşında var yoktu. Onun elinden başkaları nasıl tuttularsa, o da şimdi bu açıkgöz, kabiliyetli çocuğun elinden tutacaktı. Böyleydi bu dünya: ‘Yap bir iyilik, denize at. Balık bilmezse Halik bilir.’”80
Gündelik hayatta olduğu gibi Orhan Kemal romanlarında da işçiler arasında dayanışmayı bırakın, fırsat bulduğunda diğer işçileri ezecek unsurlarla karşılaşmak mümkündür. Kardeş Payı kitabında yer alan Peçete öyküsünde garson olarak çalışan ve işyerinde tabakları kırdığı için kötü muamele ile karşılıp tabakların bedeli maaşından kesilen Rıza, izin gününde gittiği lokantada müteahit pozlarına girerek garsonun kendisine getirdiği peçetedeki şarap lekesi üzerine patronu çağırıp garsonları sıkıntıya sokabilmektedir:
“’Affedersiniz, affedersiniz beyefendi…’ dedi. ‘Kusur garsonların…’
‘Benim muhatabım sensin. Madem kusur garsonlarda, kuyruklarından tut at!’”81
Bu olay, sınıf mücadelesinin düşük olduğu, işçi sınıfının bilinçsiz olduğu dönemlerde emeğiyle geçinen insanların işçi olmaktan, emeğiyle geçinmekten gurur duymak bir yana ondan utanmasının, konumunu hor görmesinin de bir örneğini sunar. Orhan Kemal’in romanlarında işçiliğinden utanan işçilere, farklı dünyalara yelken açmak için didinip duranlara çokça yer verilir. Örneğin Murtaza, işçi olmaktansa bekçi, kontrolör olmayı büyük başarı saymaktadır. Daha uyanık kahramanların zengin eş bulmak gibi yöntemlerle konumlarında daha büyük ilerlemeler sağlamaya çalıştıklarına tanıklık etmek mümkündür. Çalışarak zengin olmak bir hayal olduğuna göre kolay çıkışlara kapılan emekçi çok olur; ancak sonunda istediğini elde edenler bir avuçtur: “Bu işe öylesine hazırdılar ki, çirkin kız oğullarına sanki gerçekten göz koymuş, oğulları da peki demiş, başlamıştı yazıhanede çalışmaya da, yokluktan kurtulup varlığa kavuşmuşlardı.”82; “…içinde Asuman, yalnız o ve onun sevgisinden çok boğazın incisi köşkü, göz alıcı mobilyaları ve hepsinden önemlisi, bundan böyle ulaşacağı rahat hayat! Asuman’ın babasıyla da konuşmuş, anlaşmıştı. Kaba saba bir adam olan bu baba, onu bağrına evladı gibi basacağını söylemişti. Oğlu yoktu. Canından çok sevdiği tek kızı.”83
Emekçiler arasında sınıf atlama rüyasına kapılanlara ve dolayısıyla zenginlerin yaşamına imrenme duyanlara sıklıkla rastlansa genel olarak yoksullar arasında artan gelir eşitsizliğine ve zenginliğe yönelik öfke de hissedilmektedir: “’Şahsi prestij meselesi değil, vallahi değil. Bana sövmüş, saymış… Dikkat ediyorum, bizim halkta hususilere, apartmanlara, köşklere, varlığa, refaha karşı tuhaf bir sinirlilik başladı. Niçin? Ne hakları var başkalarının varlığını kıskanmaya? Açsınlar gözlerini, onlar da mal mülk edinsinler efendim. Öyle değil mi?’”84
Kadın ve Çocuk İşçiler
Orhan Kemal’ın yazınının en dikkat çekici yanlarından biri kadın işçilere ayırdığı büyük yerdir. Kadın, sadece emekçi ailesinin bir ferdi olarak değil tarlada, fabrikada çalışan bir emekçi olarak karşımıza çıkar. Orhan Kemal’in kendi eşinin de emekçi bir kadın olmasının bu alakadarlığında etkisi olduğunu söylemek hatalı olmayacaktır.
Orhan Kemal’in eserlerinde kadının çalışmasının onu toplumsal olarak bir dizi açıdan özgürleştirdiğini görmek mümkündür. Kadın emekçinin fabrikada çalışmanın yanında evdeki işler, çocuk bakımı yükünde bir azalma olmaz olmasına ama en azından evin gelirinin kazanılmasına ortak olduğundan sözünün bir değeri vardır. Kemal’in kadın emekçi kahramanları, her ne kadar evin reisi kabul edilen babanın, abinin, kimi zaman dedenin onayını almak zorunda olsalar da örneğin kendi eşlerini beğenip seçebilmektedirler: “’Amaan, benim kimseye eyvallahım yok arkadaş! Kimmiş beni kolumdan tutup sürütecek? Adamın alnını karışlarım! Kolumdan tutup sürüteceklermiş. Yağma vardı, dağ başıydı burası… Bir insanın kendinde olmazsa hiç kimse bir şey yapamaz…’”85
İşyerinde yan yana çalıştığı erkek işçiyle kadın emekçiler arasındaki ilişkiler de rahatlamış, kadının üzerindeki toplumsal baskı azalmıştır. Ancak kadının ezilmişliğinin son bulmadığı bir toplumda iki cins arasındaki ilişkilerin rahatlamasının kadına yararı tartışmalıdır. Geleneksel, baskıcı, katı toplumsal algı yerini bu sefer de kadını değersizleştiren bir kavrayışa bırakmıştır ki bu kadının ezilmişliğini perçinlemektedir:
“Bu kızlardan çoğu, daha memeleri kabarmadan gebe kalırlar. Doğurur, anne olur, gene gebe kalır, gene doğurur, gene gebe, gene doğum. Sonunda ya tanınmayacak kadar çirkinleşir, ya da yeni dostlar ardında koşan kocalarının tekmesiyle elden ele dolaşır, en sonunda da babaları yaşında birinin kahrını çekmek zorunda kalırlar. İçlerinde geneleve düşenler de olur. Düşmeyenlerse, kim bilir hangi pamuk tarlasında çapalarken, sıtma ya da güneş çarpmasından, bir deri bir kemik, genç yaşlarında ölür giderler.”86
Emekçi kadına yönelik toplumsal algı gerek yukarıdaki alıntıdaki örneklerin gerekse geleneksel değer yargılarının bir ürünü olarak oldukça kötüdür. Cemile romanında babaannesi emekçi bir kadınla evlenmesine şöyle karşı çıkmaktadır: “Fabrika gibi yerde, erkeklerin arasında. Seksen kişiden arta kalmış…”87 Kadın emekçilere yönelik bu önyargı oldukça yaygındır:
“’Fabrika sürtüğü kızlarını, evden dışarı adımını atmayan kızıyla bir mi tutuyordu?
‘Başkalarının kızları gibi ne bir yerlerde çalışır, ne de sokaklarda gezer. Böyle olduğu halde isteyeni çok nedense…’
‘Aşk olsun komşum… Çalışan kızların kötü mü hepsi da?’”88
Orhan Kemal’in eserlerinde kadın emekçiler kadar çocuk işçilerin hikayelerine de çokça yer verilir. Çocuk emeği, kadın emeğinden bile daha ucuzdur. Ancak bazen çocuklar ufacık yevmiyeleriyle ailenin bütün yükünü çekmek zorunda kalırlar: “Çocuk Sami düşündü: Öğleden sonra paydos olacaklar diye yiyecek getirmemişti. Karnı pek aç değildi ama, gece belki de acıkır diye elli kuruş avans almaya karar verdiyse de vazgeçti. Annesi, ‘Aman oğlum Sami, sakın borç etme… Aybaşında taksitimizi ödeyemezsek evimizden atarlar bizi…’ diye sıkılamıştı.”89
Yoksul emekçi ailelerinde, bu yokluk koşullarında çocuğun okuma lüksü de genellikle yoktur. İlkokul biter bitmez, kimi zaman onu bile beklemeden çocuk soluğu bir işte almaktadır90:
“Annesinin eczaneden kazandığıyla kıt kanaat geçiniyorlarmış ama, şu son zamlar olmasa. Çaresiz, okulu beşten bırakıp annesiyle haminnesinin kazançlarına bir şeyler katabilmek, hiç olmazsa üç yaş küçüğüyle kendisinin okul masraflarını çıkarabilmek yolunu tutmuş, gazete satıcılığına başlamış.”91
Çalışmak bir zorunluluk olunca çalışması yasak olan küçücük çocuklar bile çeşitli hilelerle işe sokulur:
“Islak betonun üzerinde yalınayak veya takunyalarla çalışan kız, oğlan, genç, ihtiyar, kadın, erkek işçiler… Bilhassa çocuklar… Dokuz, on yaşlarında, gözleri uyku dolu, renksiz şeylerdir ki, iş kanununa uysun diye annelerinden, teyze, hala, dayı yahut da tamamıyla yabancı bir büyük insandan parayla satın alınmış nüfus kağıtlarıyla işe girmişlerdir.”92
Çocuk işçilerin çocuklarını yaşamalarına bile fırsat yoktur; çalışmayı bir oyuna çevirseler de hayatın ağır yükü altında kısa zamanda ‘büyürler’: “En kabası on bir, on iki yaşında ‘pamukçu’ oğlanlar, paramparça üst baş, yalınayaklarıyla koşuyor, büyük mengenenin ordaki dört köşe deliğin önüne kucak kucak pamuk taşıyor, bu işi oyun oynar gibi yapıyorlardı.”93
Orhan Kemal’in ‘Organik Aydını’: “Usta”
Gramsci, “…aydın teriminin geleneksel kullanım biçiminin ima ettiği kesimlerin değil, daha geniş bir çözümlemenin nesnesini oluşturacak olan ve üretim, kültür ya da siyasal yönetim alanlarında, en geniş anlamıyla “örgütsel bir işlev” gören bütün bir toplumsal katmanın anlaşılması gerektiğini vurgular”94 Gramsci, aydınları sınıf savaşımının dışında (ya da onun üstünde) bir unsur olarak görmez; aydınlar doğrudan bağlı oldukları sınıflarla birlikte bu savaşımın en önemli bileşenleridir.
Gramsci’ye göre, “Ekonomik üretim dünyasında esaslı bir işleve ilişkin o özgün alanda vücut bulan her toplumsal grup, kendisiyle birlikte, organik olarak, bir ya da birden fazla aydın tabakası yaratır; bu da o gruba kendi işlevine dair sadece ekonomik alanda değil, aynı zamanda toplumal ve siyasal alanda da bir türdeşlik ve farkındalık kazandırır.”95
Orhan Kemal’in eserlerinde diğer işçilerden farklı bir figür olarak ortaya çıkan “usta”, işçi sınıfı açısından Gramsci’nin tanımladığı organik aydını ifade eder96. ‘Usta’ya atfedilen aydın nitelemesinin temelinde bilinçli bir işçi olması yer almaz; o, Gramsci’nin tanımladığı gibi üretimde örgütsel bir işlev üstlenen ve işçi sınıfıyla birlikte gelişip olgunlaşan bir unsuru temsil eder. ‘Usta’, bilinci ve üretimdeki konumuyla işçilere sınıf mücadelesinde türdeşlik ve farkındalık kazandırma potansiyeline sahiptir.
Orhan Kemal’in eserlerinde ilk olarak ‘usta’ figürüyle kendi gençliğini anlattığı Avare Yıllar romanında İzzet Usta aracılığıyla karşılaşırız. İzzet Usta, Kemal’in karşısına bir iş kazası sonrasında patronla tartışan bir işçi olarak çıkar ve kitabın ilerleyen bölümlerinde ona hayatta yol gösterecek öğütler veren birisi olur. İzzet Usta karakteri, Orhan Kemal’in çeşitli öykü ve romanlarda tekrar tekrar karşımıza çıkan kahramanlarından birisidir.
Orhan Kemal’in ‘usta’sı tarım emekçileri arasında olsun fabrikada ya da inşaatta olsun nitelikli, teknik bilgi sahibi ve bu bilginin ürünü olarak gelişmiş bir dünya görüşüne sahip bir emekçidir. ‘Usta’, her zaman, İzzet Usta örneğindeki gibi çok gelişmiş bir sınıf bilincine sahip olmasa da en azından belli bir bilince ulaşmıştır. ‘Usta’ sadece sınıfsal bilinç anlamında ileri değil insani değerler açısından da gelişmiştir. Dayanışma (örneğin işini genç işçilere öğretmek) ‘usta’nın değişmez niteliklerindedir:
“Kılıç Usta… Sertti. Öyle her önüne gelenle şakalaşmazdı ama, gözü açık delikanlılara da sanatı öğretmekte kıskanç değildi. Ona harç taşıyan nice delikanlıya zanaatı belletmiş, ellerine mala vermişti. Sık sık, ‘Ya olmalı insan,’ derdi ‘vermeli canını insan için, yahut etmemeli kalabalık dünyamızda!’”97
İş bitiricilik, çalışkanlık, dürüstlük ve cesaret gibi özelliklerle anılan ‘usta’ haksızlıklara karşı çıkışıyla da fark yaratmaktadır: “Çalıştığı emaye fabrikasının asit dairesinde ölesiye çalışan kadınlar yüzünden Kuru Usta, fabrika sahibiyle kötüleşmiş, işi bırakmıştı. Adamın işi bırakmadan önce söylediği sözler şimdi beynine balyoz gibi iniyor, düşündürüyordu. ‘Asit dumanı içinde kısırlaşan işçi kadınlar da insan. Onlar da bu dünyaya en az sizin kadar yaşamak için geldiler. Onların ölümü bahasına viski içerken kalpleriniz sızlamıyor mu?’ demişti Kuru Usta.”98
Orhan Kemal’in ‘usta’ kahramanları haksızlıklar karşısında boyun eğmemeyi, dalkavukluk etmemeyi sadece kendilerinin değil bütün işçilerin sahip olması gereken özellikler olarak görürler: “Taşeronla arası açılan Kılıç Usta, bir gün öteberisini toplayıp şantiyeden ayrılmadan önce İflahsızın Yusuf’u kıyıya çekti: ‘Ben gidiyorum,’ dedi. ‘Koyarlar yerime belki de seni. Olma kula kul, öpme el ayak, kirlenmesin ağzın. Ya ver canını insan için ya da etme kalabalık dünyamıza!’”99
Ustaların işçilerin yaşadığı haksızlıklar karşında sessiz kalmayarak tepki göstermelerinin, işçileri bilinçlendirmeye yönelik adımlarının geri dönüşümü ise işyerindeki ömürlerinin kısalığı olmaktadır. Ancak ‘usta’, sanayileşmenin, makineleşmenin hızlandığı bu dönemde az bulunan kalifiye işçi olduğundan patron, yerine başkasını bulana kadar kendisine mahkumdur. Kaldı ki gelecek yeni bir ‘usta’ da farklı olmayacaktır: “Yalnız ırgatbaşı değil, ağa da kızıyordu çok. Kızıyordu ama kaldırıp atamıyordu. Atsa ne? Bu işe nasıl olsa bir usta gerekliydi. Bu giderse bir başkası gelecekti ki, ustalar, ‘usta milleti’, ne hikmetse hem ağadan, hem de başkalarından çok daha akıllı oluyorlardı.”100
Orhan Kemal’in neredeyse her romanında işçi sınıfının ileri bilincinin taşıyıcısı bir usta ile karşılaşmak mümkündür: İzzet Usta, Kılıç Usta, patoz ustası, Celal Usta, Muhsin Usta vb. Her biri, kalifiyeliği nedeniyle çalışma yaşamındaki rahatlığına rağmen (çoğu zaman bu rahatlığı riske atarak) patrondan değil emekçiden yana tavır alma konusunda nettir: “Celal Usta devam etti: ‘Çoluk çocuğun anasını ağlatıyorsunuz. Hükümet İş Kanunu yapar, günde sekiz saat mesai kabul eder, siz fakir fukarayı on sekiz saat çalıştırırsınız.’”101
Patronlar da ustaların hangi safta olduklarını bilmekte ancak onlara mahkum olduklarından bu deveyi gütmektedirler: “’Usta de orda dur. Bir ustanın ağadan yana olduğunu gördün mü hiç?’”102 “’Ustanın iyisine, ağasına dört elle sarılanına rastlamadım ki ben zaten…’”103
Orhan Kemal’in ustaları içinde sınıf bilinciyle fark yaratanlar da vardır; İzzet Usta ya da Bereketli Topraklar Üzerinde romanındaki ilk patoz ustası gibi. Patoz ustası, kendi rahat konumunu tarım işçilerinin haklarını korumak adına tehlikeye atmaktan çekinmemektedir:
“Usta… ‘Allah size kel versin de tırnak vermesin!’ dedi. ‘Elinize fırsat geçti mi firavundan farksızsınız!’
Irgatbaşı tekrar sinirli sinirli güldü, sonra, ‘Peki öyleyse,’ dedi. ‘Hatırın için paydos edek!’
‘Benim hatırım için ne kıymeti var?’
‘Ne olacak ya?’
‘Heriflerin hakları olduğu için vereceksin paydosu. Ağır işçi bunlar. İnsafsızca, çok çalıştırmakla daha fazla mı randıman alacağını sanıyorsun?’”104
Aynı patoz ustası, patrona gammazcılık yapan işçiyi terslediği gibi daha bilinçli işçileri de onun hakkında uyarmaktadır: “’Beni bir kenara çekti, dedi bu oğlanın yanında paldır küldür konuşma Zeynel…’”105
Patoz ustası sadece emekçiden yana tavır almakla kalmayıp hayatın gerçek yaratıcılarının işçiler olduğunun ve onlar olmayan hayatın akmayacağının da bilincindedir:
“’Yemeğin, ekmeğin hasını yiyoruz. Onlarsa bizden çok daha ağır iş altındalar. Hem yiyoruz, hem de heriflere laf ettirmiyoruz. Bu kadarına hakkımız yok.’
‘Onlar amele,’ dedi ırgatbaşı, ‘ırgat!’
‘Sen? Ben?
‘Sen ustasın, ben de ırgatbaşı!’
‘Sen, ben hatta ağa olmasa da işler yürür amma, onlar olmazsa yürümez!’”106
Patoz ustasının bu sözleri karşısında kendisine “böyle gelmiş böyle gider” diyen ırgatbaşına ise “’Böyle gelmiş ama böyle gider mi bilmem…’”107 diyerek geleceğe ait başka umutlar içinde olduğunu ortaya koymaktadır.
Orhan Kemal’in ustaları, az sayıdaki militan, mücadeleci işçinin dışında (ki onlarla ittifak halindedirler) genel olarak işçiler üzerinde etkili olamazlar. Usta, işçiden yana tavır alışıyla, mertliğiyle, dürüstlüğüyle işçilerin büyük saygı ve sevgisini kazanır108; ancak emekçilerin mücadeleye hazır olmadığı koşullarda tepkileri bireysel olarak kalır. Usta, Cemile romanında İşçilerin İtalyan mühendise karşı kışkırtılmaları örneğinde olduğu gibi uyarılarda bulunsa da sınıf bilincine sahip olmayan emekçiler açısından uyarılarının anlamı kavranamaz. Usta, işçiler tarafından tam olarak anlaşılamasa da genç, umut vaat eden işçilere (İzzet Usta örneğinde yazarın kendisi gibi) etki etmeye, onlara yol gösterici olmaya çalışır.
Orhan Kemal, ustalarıyla Zeynel, Sarı İbrahim, İzmirli Nusret gibi bilinçli işçileriyle, bize, işçi sınıfının en bilinçsiz olduğu, sınıf mücadelesi açısından tablonun en karanlık olduğu dönemlerde bile emekçilerin arasında az da olsa bilinçli, mücadeleci işçilerin var olduğunu ve var olmaya devam edeceğini gösterir. İşte bu işçiler gelecek mücadelelerin işçi önderleri olacak; bu ana kadar da emekçiler arasında sınıf bilincinin taşıyıcıları olarak mücadelenin temellerini ilmek ilmek dokuyacaklardır. Türkiye’de 1960’lar ve 70’lerde hızlanacak sınıf mücadelesinin işçi önderleri; Orhan Kemal’in anlattığı ustalar ve militan işçiler arasından çıkacaktır.
Son Olarak
Afrikalıların bir sözü vardır; “ Aslanlar kendi tarihini yazana kadar, tarih hep avcıyı övecektir.” Tarih hep imparatorların, padişahların, büyük adamların, kısacası egemenlerin hikayelerini, onların ağzından anlatır. Ezilenler, sömürülenler ancak birleşerek kolektif bir güç olduklarını tarih yazarlar; Spartaküslerin, Mazdeklerin, Şeyh Bedrettinlerin, 15-16 Haziran direnişinin örneğinde olduğu gibi. Sınıf mücadelesinin güçsüz olduğu dönemlerde de sanatıyla aydınlar toplumun ezilenleri, horlananlarını, sömürülenleri görünür kılar. Onlar kayıtlara geçmeyen işçi yaşamlarını görmek, tanımak için bir kere daha okumaya değer tarihi yenenler yazar; sınıf mücadelesinin güçsüz olduğu dönemlerin tarihinde
“Enginli yüksekli kayalarımız / Gamınan yoğruldu binalarımız / Doğurmaz olaydı analarımız” (BTÜ. s.9)
Orhan Kemal’in 2 Haziran 1970’deki ölümünün ardından naaşı Bulgaristan’dan getirilirken Babaeski’de bir işçi, belki de cenaze töreninin en anlamlı sözlerini taşıyan çiçek demetiyle cenaze arabasını karşılar: “Biz işçiler, hatıran önünde saygıyla eğiliriz.”109
KAYNAKÇA
AKKUŞ Ufuk, Türkiye’de 1945-50 Döneminde Sosyal Politika ve İşçi Sınıfının Oluşumu, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2010.
BEZİRCİ Asım, Orhan Kemal -Yaşamı, Sanatı, Eserleri, Anıları-, Evrensel Basım Yayın, İstanbul 2003.
GRAMSCI Antonio, Seçme Yazılar 1916-1935, Dipnot Yayınları, Ankara 2010.
GÜLTEKİN Mehmet Nuri, Orhan Kemal’in Romanlarında Modernleşme, Birey ve Gündelik Hayat, Everest Yayınları, İstanbul 2010.
KEMAL Karpat, Türk Demokrasi Tarihi Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller, Afa Yayıncılık, İstanbul 1996.
KEMAL Orhan, Avare Yıllar, Everest Yayınları, İstanbul 2009.
KEMAL Orhan, Baba Evi, Everest Yayınları, İstanbul 2009.
KEMAL Orhan, Bereketli Topraklar Üzerinde, Everest Yayınları, İstanbul 2012.
KEMAL Orhan, Cemile, Everest Yayınları, İstanbul 2013.
KEMAL Orhan, Devlet Kuşu, Everest Yayınları, İstanbul 2010.
KEMAL Orhan, Ekmek Kavgası, Everest Yayınları, İstanbul 2009.
KEMAL Orhan, Eskici ve Oğulları, Everest Yayınları, İstanbul 2012.
KEMAL Orhan, Grev, Everest Yayınları, İstanbul 2007.
KEMAL Orhan, Gurbet Kuşları, Everest Yayınları, İstanbul 2010.
KEMAL Orhan, İstanbul’dan Çizgiler, Everest Yayınları, İstanbul 2008.
KEMAL Orhan, Kanlı Topraklar, Remzi Kitabevi, İstanbul 1972.
KEMAL Orhan, Kardeş Payı, Everest Yayınları, İstanbul 2010.
KEMAL Orhan, Murtaza, Everest Yayınları, İstanbul 2013.
KEMAL Orhan, Önce Ekmek, Everest Yayınları, İstanbul 2010.
KEMAL Orhan, Yüz Karası, Everest Yayınları, İstanbul 2011.
KUTAL Gülten, Türkiye’de İşçi Sendikacılığı 1960-1968, İstanbul Üniversitesi Yayını, İstanbul 1977.
ÖĞÜTÇÜ Işık, Sözün Gücü, Cumhuriyet Kitap, 06.06.2002.
Sosyal Güvenlik Kurumu, Erişim: 10 Ekim 2013, http://www.sgk.gov.tr/wps/portal/tr/kurumsal/tarihce
YETİŞ Mehmet, Gramsci ve Aydınlar, Mülkiye dergisi, Cilt 26, S:236 (2002), s.1-27.
1Asım Bezirci, Orhan Kemal -Yaşamı, Sanatı, Eserleri, Anıları-, Evrensel Basım Yayın, İstanbul 2003, s.60.
2Asım Bezirci, age, s.35.
3Orhan Kemal’e göre “sanatçı doğanın kopyacısı değil, kendinden bir şeyler katan bileşimci”sidir: “’Actif Realisme’ bilinçli olarak edebiyat alanına diyalektik materyalizmin uygulanmasıdır… romancının yalnızca realitenin bir fotoğrafik görünüşünü aksettirişi kafi gelmez. Romancının bu felsefi görüşe rağmen, konu üzerinde, yani vermek istediği realite üzerinde etkin bir rolü vardır. Yine buna, bu görüşe göre bilinç, sadece mihaniki bir surette realiteyi aksettirmekle kalmaz, onu işler, tahlil ve terkip eder.’” A.Bezirci, age, s.59.
4Orhan Kemal bu gerçeği şöyle ifade eder: “Hayatımın eserlerime tesir ettiğine şüphem yok. Zaman zaman düşünürüm: Onaltı yaşımdan itibaren ekmeğimi kazanmak zorunda kalmasaydım ne olurdu? Mesela baba evinin rahat ekmeğiyle tahsilimi normal şartlar altında yapıp, yüksek bir diploma sahibi olsaydım… Belki de herhangi bir memur olur, dümdüz bir hayat sürerdim. Yahut, gene yazar olur ihtimal hikayeler, romanlar, yazardım ama, konularım herhalde bugünkü konular olmaz, rahat ekmekle yetişip yaşayan insanların hayatları, yahut da, o insanları eğlendirmek, onlara hoşça vakit geçirtmek endişesi güden konular olurdu. Çünkü bilip, tanıdığım çevreler bu çevreler olacaktı.” Işık Öğütçü, Sözün Gücü, Cumhuriyet Kitap, 06.06.2002.
5 Bu durum da hikayelerin yaşanmışlıklara dayandıklarını başka bir kanıtıdır.
6Asım Bezirci, age, s.123.
7Bereketli Topraklar üzerinde romanında anlatıldığı üzere çapa işi de benzer şekilde kolektif bir çalışmayı gerektirir.
8Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, Everest Yayınları, İstanbul 2012, s.207.
9Age, s.27.
10Age, s.348.
11Age, s.234.
12Age, s.338.
13Age, s.45.
14Age, s.162.
15Age, s.278.
16Age, s.216.
17Age, s.216-7.
18Orhan Kemal, işçilerin arasında kendi sınıfına ihanet ederek patrona çalışan, gammazı işçileri de yok saymaz: “’Kemal iyi oğlandır usta. Kemal’e öl de, bir iki demez! Kemal gibi yok. Irgatın içinde olanı biteni, dönen fırıldakları ben hepsini ondan öğrenirim. Kemal gibi yok!’ Usta, Kemal Cesur’dan bunun için nefret ederdi zaten.” Age, s.213.
19Age, s.233.
20Age, s.231.
21Age, s.300.
22Age, s.351.
23“Genel olarak kentlerdeki işçilerin % 40’ı işletmelerde yılın ancak bir sürelik bölümü için istihdam edilmiştir. Böyle bir durum doğaldır ki, işçilerin bilincinin gelişmesini zorlaştırmakta, geleneksel tutuculuğun korunmasına yol açmakta, onların çevresine küçük burjuva ideolojisinin sızması için koşullar hazırlamaktadır.” Ufuk Akkuş, Türkiye’de 1945-50 Döneminde Sosyal Politika ve İşçi Sınıfının Oluşumu, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2010, s.59.
24Orhan Kemal’in eserlerinde, ölüm ya da kalıcı sakatlıkla sonuçlanan iş kazalarının sıklıkla yaşandığı ve bu kazalar sonrasında işçinin kendi kaderiyle başbaşa kaldığı bu dönemin yoksulları arasında ‘makineye yem olmak’ söylemine sıkça rastlanır: “Korkuyorum İzzet, fabrikadan korkuyorum! Çocuklarımı günün birinde fabrikaya yem edeceğim gibi geliyor.” Orhan Kemal, Cemile, Everest Yayınları, İstanbul 2013, s.73.
25Orhan Kemal, Yemişçi, Ekmek Kavgası, Everest Yayınları, İstanbul 2009, s.103.
26Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, s.36.
27Age, s.8.
28Age, s.79.
29Orhan Kemal, Murtaza, Everest Yayınları, İstanbul 2011, s.215.
30Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, s.65.
31“Çürümüş tahta, paslı teneke ve kerpiç yığınlardan ibaret evleriyle işçi mahallesi sanki bir seldi, bir seldi de bu sel, uzak, çok uzaklardan yuvarlana yuvarlana, köpüre köpüre, korkunç anaforlar yapa yapa gelmiş, yıllardan beri mahallenin nabzı gibi atan fabrikanın ağır beyaz taşlarla örülü, kalın, sağlam ve yüksek dört duvarına dört yandan yüklenmiş, ama duvarları aşamadan, takılmış kalmıştı.” Orhan Kemal, Cemile, s.7.
32Orhan Kemal, Murtaza, s.1.
33Aslında fabrikadaki çalışma yaşamı yasaların gereklerine tabidir; ama her zaman bir çıkar yol bulunur: “İş Kanunu’na göre fabrika saat birden itibaren paydos etmeye mecburdu. Onun için, fabrikanın gürültüsü dışarıdan işitilir de İş Dairesi’nin kulağına gider diye, ustabaşının emriyle fabrika bekçileri atölyenin tüm pencerelerini, tavandaki yuvarlak deliklere varana kadar örtünce atölye karardı, tav ocaklarının kızıllığı birden bütün kuvvetiyle meydana çıktı.” Orhan Kemal, Uyku, Ekmek Kavgası, s.73-4.
34Kayıtlı şekilde çalışan işçiler açısından da patronlar yükümlülüklerinden kurtulmanın bir yolunu genelde bulurlar: “’Mekik attı, gördün. Kulak tozuna değdi fukaranın. Ölürse tazminat vermekten kurtulmak için zavallı Dursun’a kabahati yüklemek istiyorlar.’” Orhan Kemal, Avare Yıllar, Everest Yayınları, İstanbul 2009, s.11.
35“Sosyal sigorta kolları ile ilgili ilk kanun, 27.06.1945 tarihli ve 4772 sayılı İş Kazaları, Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Kanunudur. Bu Kanunun yürürlüğe girmesi ile İş Kazaları, Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortası uygulanmaya başlamıştır. Anılan Kanuna paralel olarak 16.07.1945 tarihinde 4792 sayılı İşçi Sigortaları Kurumu Kanunu çıkarılmıştır. Bu Kanunun 01.01.1946 tarihinde yürürlüğe girmesiyle İşçi Sigortaları Kurumu kurularak 1945 yılına kadar kurulan çok sayıdaki sandığın da birleştirilmesi sağlanmıştır. İşçi Sigortaları Kurumu kurulduğu yıl, ilk önce 4772 sayılı İş Kazaları, Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Kanunu kapsama alınmıştır. Sonrasında ise, 1950 yılında 5417 sayılı İhtiyarlık Sigortası Kanunu, 1951’de 5502 sayılı Hastalık ve Analık Sigortası Kanunu ve 1957’de de 6900 sayılı Maluliyet, İhtiyarlık ve Ölüm Sigortası Kanunu kabul edilmiştir. Sosyal güvenlik alanında değinilen bu düzenlemelerin dışındaki en önemli gelişme, 1961 Anayasasıdır. 1961 Anayasasıyla, ‘sosyal güvenlik’ kavramı ilk kez çalışma hayatı ve sosyal politikalara ilişkin ana yasal terminolojiye girmiştir.” Sosyal Güvenlik Kurumu, Erişim: 10 Ekim 2013, http://www.sgk.gov.tr/wps/portal/tr/kurumsal/tarihce
36Çalışma yaşamının daha kurumsallaştığı 1950’li yıllarda İstanbul için de bu durum geçerlidir. İstanbul’a gelen gurbetçilere barınacak mekan sunan yaşı ilerlemiş Hacı Emmi’nin tek güvencesi buradan kazanacağı paradır, bir de gurbetçileri işe sokması karşılığında bir süre alabileceği avantadır: “Hacı Emmi günde iki buçuktan on günde yirmi beş lira alacağını hesapladı. Zaten alıp alacağı bundan ibaret olabilirdi. Oğlan şimdi hamdı, gözü açılmadık sığırcık yavrusu, ne desen verir. Lakin el adamı, gözleri çıksın, gözünü açarlar, kaburgası kalınlaşır, iki buçuk değil, meteliği kurban ederdi. Hem canım İstanbul’un yıkım yapım üzerine alabildiğine tozuduğu şu günlerde bir yıkım işçisinin on iki buçuk liraya çalıştığı da yoktu. Menderes para saçıyordu para! Ah genç olsaydı…” Orhan Kemal, Gurbet Kuşları, Everest Yayınları, İstanbul 2010, s.90.
37Orhan Kemal, Murtaza, s.196.
38Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, s.59.
39Age, s.50.
40“’İplikhanedeki işçilerden birçoğu kantar katibine teslim ettikleri masuraları çalar, katibe yeniden yuttururlar. Buna da göz kulak ol. Sonra, bilhassa dokumacılara dikkat etmeyi unutma. Çok arsız heriflerdir onlar. Toplanırlar hella aralığına, yakarlar sigaraları, verirler çeneyi çeneye, oooh… bir kenef arası sohbetidir gider!’” Orhan Kemal, Murtaza, s.151.
41Patronlar çalışma süresinden çalmaya da hırsızlık gözüyle bakarlar zaten: “Ben size demedim mi ki, mesai saatleri dahilinde hususi işlerle uğraşmak bir nevi hırsızlıktır diye?” Orhan Kemal, Avare Yıllar, s.86.
42Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, s.55.
43Orhan Kemal, Avare Yıllar, s.8.
44Orhan Kemal’in Grev öyküsünde olduğu gibi patron “Seni doyuran benim, senin büyüğünüm, bana saygı duyup beni gözeteceksin” çıkışı yaptığında bilinçli bir işçi olan Sarı Memet’ten sert bir tepkiyle karşılaşır: “’Sen? Bana ekmek veriyorsun ha? Sen kimsin de bana ekmek vereceksin? Çalışıyorum ben, alnımın teriyle kazanıyorum onu… Bana ekmek veriyormuş… Ben çalışmayayım da sen bana ekmek ver… Ulan siz değil ekmek, günahınızı bile vermezsiniz bedavadan!’” Orhan Kemal, Grev, Grev, Everest Yayınları, İstanbul 2007, s.6.
45Orhan Kemal, Bir Yılbaşı Macerası, Ekmek Kavgası, s.61.
46Orhan Kemal, eserlerinde, Türkiye’nin kapitalist gelişiminin bir ürünü olarak sıradan bir emekçi iken uyanıklığının yardımıyla bir anda zenginleşen figürlere (Nedim Ağa, Kadir Ağa gibi) yer verirken bu kısa sürede “köşe dönme”nin arkasında ya zengin bir eş bulma ya da siyasi bağlantıların da yardımıyla Ermenilerden, Rumlardan kalan malların üzerine konma olduğunu aktarır. Kanlı Topraklar romanının fabrikatör kahramanı Nedim Bey’e ihtiyacı olduğunda CHP il başkanı bu gerçeği hatırlatmada beis görmez: “’-…ulan yazının yarım pabuçlusu’, demişti. ‘Çukurova’ya ayağının çarığıyla gelip, yıllar yılı omzunda halı dolaştığın günleri ne çabuk unuttun? Bu fabrikayı baban mı yaptırdıydı? Ermeni malı. Partimizin sayesinde eline geçirip palazlanınca, sana onu temin eden edenlere karşı yan mı çiziyorsun?” Orhan Kemal, Kanlı Topraklar, Remzi Kitabevi, İstanbul 1972, s.20.
47Orhan Kemal, Bir Yılbaşı Macerası, Ekmek Kavgası, s.64.
48Orhan Kemal, Dert Dinleme Günü, Grev, s.38.
49Kontrolör Nuh, yeni kontrolör olan Murtaza’ya patronlar için fabrikada iş disiplini sağlamak adına kendisini heder etmemesini öğütler: “Hem sana bir şey deyim mi? Sen sen ol, tatavacılığa boş ver. Daha dün bir, bugün iki… senin neyine gerek fabrikayı ileri götürmek? Fabrikanın ileri geri gitmesi bizim üstümüze vazife değil.”Orhan Kemal, Murtaza, s.183.
50Fabrika fen müdürünün iki kontrolöre mavi boncuk dağıttığının farkında olan Nuh, patronların işleri için iş arkadaşı Murtaza’ya aralarında bölünmemek gerektiğini söyler: “Nuh: ‘Heyecana meyacana boş ver de birbirimize düşmeyek. Neden dersen, onlar tavşana kaç tazıya tut derler.’ Murtaza, ‘Kim?’ dedi, ‘Onlar kim?’ ‘Fen Müdürü, patron, şu bu…’” Age, s.194.
51Orhan Kemal, Avare Yıllar, s.75.
52Orhan Kemal, Cemile, s.115.
53İşçiler arasında Demokrat Parti’nin desteklenmesi bilinç geriliğinin yaygınlaşmış bir göstergesidir. Bu noktada işçilerin yaşadıkları sıkıntıların kaynağını kapitalistler olarak değil de siyasi iktidar, yani CHP olarak görmeleri, DP’nin de işçilerin oylarını kazanmak için vaatlerde bulunması ve iktidara gelmeden önce onların grev hakkını desteklemesi etkili olmuştur: “Başkanımızı dinlemedin mi? Biz iktidara geçelim de bakın. Musluklarınızdan yağ, bal akacak, ekmeği, şekeri beleş beleşine yiyeceksiniz, cigarayı, hem de en ala cigarayı beş kuruştan içeceksiniz demedi miydi?’ Orhan Kemal, Murtaza, s.366. Aynı romanda sağladığı katı iş disipliniyle işçilere çektiren CHP’li Murtaza yüzünden istifa eden Kontrol Nuh’a da DP’nin sahip çıkıp onu kendi işçi temsilcileri haline getirmesi anlatılmaktadır.
54Age, s.374.
55“Sarı İbrahim de oradaydı. Çevresini gene işçiler almışlardı: ‘Bugün gidip kıyameti koparacağım arkadaşlar, beni desteklerin. Ekmeklerde de iş yok, yemeklerde de…’” Age, s.199.
56Orhan Kemal, Grev, Grev, s.7.
57Gülten Kutal, Türkiye’de İşçi Sendikacılığı 1960-1968, İstanbul Üniversitesi Yayını, İstanbul 1977, s.20.
58Orhan Kemal, age, s.5
59“’Hak sahiplerinin hakkı haksızlara katiyen çiğnetilmeyecektir! Çünkü efendim, memleketimiz bir hak ve adalet memleketi olmak haysiyetiyle, devletimizin rolü vatandaşlar arasındaki dengenin teessüsünde bir hakem…’” Age, s.12.
60Age, s.10
61Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller, Afa Yayıncılık, İstanbul 1996, s.106.
62Orhan Kemal, Gurbet Kuşları, s.1-2.
63Age, s.34.
64Orhan Kemal’in İstanbul’dan Çizgiler adlı kitabı içindeki aynı isimli öykü bir emekçi ailesi için İstanbul’un periferisine gitmeden kiralık ev bulmanın neredeyse imkansız olduğunu anlatmaktadır.
65Age, s.372.
66Orhan Kemal, Taşlıtarla, İstanbul’dan Çizgiler, Everest Yayınları, İstanbul 2008, s.85.
67İş alanlarını sanayi kadar inşaat sektörü ile ticaret oluşturmaktadır: “’Hökümatımız şükür ver ediyor bina, apartuman yıkıyor. Bu kadar yıkım yapım işi var. Koca İstanbul’un toz toprak yapımı yıkımına sen mi çok gelecen? Burda yatar kalkarsın, iş ekiplerinde adama çok ihtiyaç olur, girer çalışırsın’” Orhan Kemal, Gurbet Kuşları, s.38.
68Age, s.91.
69İşsiz kalmak, aç kalmakla eşdeğer olduğundan emekçiler açısından en büyük beladır. Lağım çukurlarını açarak para kazanan bir emekçi işini yaparken lağımın patlamasını bile günlerce süren işsizliğe tercih etmektedir: “Hala pis sular sızan yüzüyle memnun ‘Ben,’ dedi ‘Bu kokuyu, bu pis kokuyu kaç vakittir arıyordum. Hasrettim bu kokuya bey! İşsizlik nedir bilir misin? Açlık nedir bilir misin? İş buldum, iş! Onun kokusuna, pisine kurban olayım!’” Orhan Kemal, İş Korkusu, İstanbul’dan Çizgiler, s.163.
70Orhan Kemal, İstanbul’dan Çizgiler, İstanbul’dan Çizgiler, s.37.
71Cemiyetler Kanunu’nun 1946’da çıkması ve sendika kurmanın serbest hale gelmesiyle ilk sendikalar sosyalist hareketle doğrudan bağlantılı şekilde onun tarihsel olarak güçlü olduğu sektörlerde oluşturulmuş, bu dönemde bu sendikalarla birlikte iki tane de sosyalist parti kurulmuştur. Devletin sınıf sendikacılığının yaratacağı tehlikeyi fark etmesi uzun sürmemiş, 1946 sendikacılığının ürünü sendikalar ve sosyalist partiler bir yılı bulmayan bir zaman içinde kapatılarak 1947’den itibaren devlet güdümlü sendikacılık yaşama geçirilmiştir.
72Gülten Kutal, age, s.20.
73Orhan Kemal, Cemile, s.134.
74“’Cıgara kutularının ardına milletin derdini yazan çoook milletvekili gördük.’ Bir kahkaha. ‘Sonra da kutularla birlikte…’ ‘Haaydi çöp tenekesine!’” Orhan Kemal, Taşlıtarla, İstanbul’dan Çizgiler, s.85.
75Orhan Kemal, Dert Dinleme Günü, Grev, s.40.
76Orhan Kemal, Gurbet Kuşları, s.137.
77Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, s.275.
78Orhan Kemal, Avare Yıllar, s.75.
79İşçiler niteliksiz işlerde çalışmakla ömür geçmeyeceğinin farkında olduklarından kalifiye olmaya bakmaları yönünde onlara her zaman telkinde bulunurlar: “Şehir işleri böyle… Pişeceksin, sen de pişeceksin bir gün. Lakin dediğimi unutma: Sen sen ol, kara amelelikten kurtul oğlum. Gençsin, güçlüsün. Baban madem duvar ustasıymış, sana da belleteydi!’” Orhan Kemal, Gurbet Kuşları, s.139.
80Age, s.198.
81Orhan Kemal, Peçete, Kardeş Payı, Everest Yayınları, İstanbul 2010, s.57.
82Orhan Kemal, Devlet Kuşu, Everest Yayınları, İstanbul 2010, s.107.
83Orhan Kemal, Yüz Karası, Everest Yayınları, İstanbul 2011, s.99.
84Orhan Kemal, Gurbet Kuşları, s.55.
85Orhan Kemal, Cemile, s.63.
86Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, s.60-1.
87Orhan Kemal, Avare Yıllar, s.100.
88Orhan Kemal, Devlet Kuşu, s.48.
89Orhan Kemal, Uyku, Ekmek Kavgası, s.74.
90Orhan Kemal’in romanlarındaki yoksul aile çocuklarının ortak kaderi küçük yaşta çalışma hayatına giriş yapmaktır; onlara çocukluklarını yaşamak haram gibidir: “Bir zamanlar ilkokula kuş cıvıltılarını hatırlatarak gidip geldiği mahalle arkadaşlarından pek çoğu gibi, o da artık veda etmeliydi ortaokula. Ortaokula, ardından gelecek liseye, üniversiteye, doktorluğa… İlkokuldan sonra öğrenime sırt dönüp ekmek ardında koşan arkadaşları gibi, o da trikolarda çalışacaktı.” Orhan Kemal, Önce Ekmek, Önce Ekmek, s.2.
91Orhan Kemal, Elli Kuruş, Önce Ekmek, s.74.
92Orhan Kemal, Cemile, s.13.
93Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, s.59.
94Mehmet Yetiş, Gramsci ve Aydınlar, Mülkiye dergisi, Cilt 26, S:236 (2002), s.4.
95Antonio Gramsci, Seçme Yazılar 1916-1935, Dipnot Yayınları, Ankara 2010, s.374-5.
96Gramsci, “usta”ya benzer bir nitelikteki sanayi teknisyenini kapitalist sınıfın organik aydını olarak sayar: “Kapitalist girişimci kendisiyle yan yana olacak şekilde sınai teknisyenini, ekonomi politik uzmanını, yeni bir kültürün/yeni bir hukuk sisteminin vs. örgütçüsünü yaratır.” Age, s.375. Ancak sanayinin gelişmemiş olduğu dönemlerdeki sanayi teknisyeninin ya da ustanın ayrıcalıklı pozisyonu zamanla onun kalifiye emekçiden başka bir şey olmadığı bir yere gerilemiş; bu unsurların üretimin patron yararına örgütlenmesindeki konumu değişmiştir.
97Orhan Kemal, age, s.134.
98Orhan Kemal, Gurbet Kuşları, s.316.
99Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, s.155.
100Orhan Kemal, age, s.209.
101Orhan Kemal, Uyku, Ekmek Kavgası, s.80.
102Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, s.342.
103Age, s.340.
104Age, s.208.
105Age, s.252.
106Age, s.230.
107Age, s.230.
108Ustalar sağlam karakterleriyle düşmanlarının bile saygısını kazanmışlardır: “Irgatbaşı uzun uzun baktı ustaya. Evet, sözleri doğruydu, çok da mert adamdı ama ne lüzumu vardı bu kadar mertliğe! Her koyun kendi bacağından asılırdı. Irgadı tutmakla, ırgattan yana olmakla başa mı çıkılırdı!” Age, s.230.
109Asım Bezirci, age, s.46.
*Bu yazı ilk kez Emekçileri Okumak -edebiyatımızda sınıf, kültür ve işçilerin gündelik edebiyatı-[2014, Evrensel Yayınları, Hazırlayan: Mustafa Kemal Cokun] içinde yayınlanmıştır.