“Sosyalist” Bir Liberalden İnciler: “Militarist Modernleşme” – Güneş Gümüş

Liberal… Siyasal bir kimlik olarak kendisini bu kulvarda tanımlayanların oranı Türkiye toplumunda yüzde 1-2 ile sınırlı, taş çatlasa yüzde 5 olmaz, ama çıkan seslerinin yüksekliğine baksanız öyle demezsiniz. Medyada, entelektüel alemde köşe başlarını tutmuşlar, sanırsınız ülkenin en yaygın duruşu liberal görüş. Öyle bir karışık çorbalar ki içlerinde politik yelpazenin muhafazakarından “sosyalist”ine kadar ne ararsanız var! Bunca farklı kökenden sonra buluştukları nokta ne mi? Kapitalizme, serbest piyasaya tam güven, pardon pardon demokrasiye, insan haklarına duydukları büyük inanç!
Bırakalım sağ cenahın liberallerini kendi hallerine, biz giderek daha çok can sıkıcı olan sol liberallere, “sosyalist” liberallere el atalım. Ateş olsalar cürümleri kadar yer yakamayacaklar ama dayamışlar arkalarını cemaat medyasına, atış da serbest; saldır sola, saldır Marksizme (açıktan gizliden, her yol mübah), saldır toplumsal muhalefete! Biliyorlar tabii asıl tehlikenin devrimcilerden, işçilerin cephesinden geldiğini. Karala karalayabildiğin kadar da serbest piyasaya alternatif olmasın, gençliğe umut kalmasın! Hopa’da katledilen Metin Lokumcu’yu Ergenekoncu mu ilan etmedikleri kaldı, 1 Mayıs 1977 katliamını sola mı örgütletmediler, Deniz Gezmiş’i Ogün Samast’a mı benzetmediler, Nazım Hikmet’i Nihat Atsız’la mı bir tutmadılar, KESK’i 28 Şubat’ın sivil ayağı mı yapmadılar… Bu gibi soysuzlukları ne kadar saysak bitmez, en iyisi burada duralım.
Kendileri küçük olsa da etkileri büyük oldu liberallerin. AKP’nin hegemonyasının kritik yardımcıları oldular (en etkilisi “yetmez ama evet” idi). Tayyip ne yaparsa yapsın (Kürt sorunundan kürtaja, vb.) AKP ile yollarını ayırmayıp o kıymet bilmese de bu tarihi iktidarın kıymetini bilerek yollarına serilen liberaller sadece suçlamak, karalamakla yetinmediler. AKP cephesinden Türkiye’nin yeni “resmi tarih” yazımına da soyundular. Bunun yakın zamandaki kapsamlı bir örneği de bu yazıda inceleyeceğimiz Murat Belge’nin “Militarist Modernleşme” kitabı.
Belge’nin Demokrasi ile İmtihanı
Sıkı bir liberal olan Murat Belge’yi bu kitap yazmak konusunda güdüleyen elbette ki liberallerin o sihirli kavramı, “demokrasi” (bu demokrasinin içeriğini de tartışacağız). Kitabın yazılış amacını Belge’den dinleyelim:
“…’vesayet’ rejiminin değişmeye başladığı bir dönemde yaşıyoruz. 2011 sonuna gelirken Ordu’nun siyasi hayat içinde durduğu yerde önemli değişimler oldu. Bunlar, Türkiye’nin rejiminin normalleştiği yolunda güçlü umutlar veriyor. Hatta ben de, bu kitabımla ilgili olarak, ‘Acaba bu kitap geç mi kaldı?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Çünkü bunun bir gizlisi saklısı yok, ordunun bu yerine karşı demokratik mücadeleye omuz vermek için yazdım bu kitabı.” (s. 25)
Belge kitabı yazmakta hem geç kalmış hem de erken davranmış! Geç kalmış, çünkü içinden geçtiğimiz “tuhaf zamanlar”da ilham kaynağı Avrupa’daki demokrasi kültürünün ayağı kaymış durumda. Belge’nin referans almamızı istediği demokrasilerde işler rayında mı ki Belge’nin yalanlarına payanda olabilsin (bu konuya detaylı olarak birazdan gireceğiz). Erken davranmış, dereyi görmüş de derinliğini bilmeden paçaları sıvamış! Dayatılmış seçmeli din dersleri, içki yasağı, kürtaj tartışmaları ve toplumsal özgürlüklere yönelik gelecek diğer saldırılar… Doğrusu hakkını yemeyelim. Belge’nin bu uygulamalarla ilgili bir sıkıntısı yok ki erken davranıp normalleşmeden bahsediyor diye onu kınayalım. Belge, Metin Lokumcu’yu, AKP’li bakanlara yumurta atan gençleri Ergenekoncu ilan ederken çok atak ama kürtaj yasağı sözkonusu olunca birden duruluyor. AKP’nin YÖK başkanına paralı eğitim konusunda destek olurken cevval olan Belge, liberallerin o çok önem atfettiği Kürt sorununda KCK kapsamında 6000 Kürt tutsak alındığında sesi pek çıkmıyor. Hrant Dink’in katlini Ergenekon’a bağlamakta gecikmeyen Murat Belge, katilleri, gerçek failleri koruyan, kollayan, önünü açan AKP olunca sessizleşiyor. 1 Mayıs 1977 katliamının suçunu sola atarken geri durmayan  Belge’nin tutuklu gazeteciler ve öğrenciler gündeminde esamesi okunmuyor. O büyük “hoşgörüsü”nü Tayyip’ten de esirgemiyor: tek dil, tek din… açıklamalarını Kılıçdaroğlu yapsa her halde yer yerinden oynardı. O çok önem verdiği “demokrasi” kapsamında aynı ikiyüzlü tavır kitabında da kendini gösteriyor. Kemalizmin günahlarında aslan kesilen Belge, söz konusu Demokrat Parti olunca sesini inceltiveriyor. Belge, gayrimüslümlerin son kalıntılarının da Türkiye’den kovulduğu, Demokrat Parti tarafından organize edilen 6-7 Eylül olaylarını bakın nasıl yumuşatıyor: “6-7 Eylül olayı tam bir rezaletti.” (s 626) 6-7 Eylül olaylarını bu kadar nazikçe geçiştiren Belge’nin DP iktidarının ilerleyen döneminde toplumsal muhalefeti ezmeye kalkmasından bahsetmesini zaten beklemiyoruz!
Murat Belge’nin bir demokrasi savaşçısı olarak her yerinden tutarlılık fışkırıyor, görüyorsunuz. Ama niye söyleniyoruz ki Murat Belge en başta söylemiş kitabı yazma amacının AKP’nin demokrasi savaşına destek vermek olduğunu.
Modernleşme – Demokrasi İlişkisi
Gelelim Belge’nin “Militarist Modernleşme” kitabına. Kitap, modernleşme sürecinde “ordunun rolü ve militarist yaklaşımın varlığı” ekseninde bir tarafa Almanya, Türkiye ve Japonya’yı koyuyor diğer tarafa kontrast ülkeler dediği İtalya, Yunanistan ve Hindistan’ı. Sonra da başlıyor karşılaştırmaya.
Belge, “bazı toplumların gelişmelerinin bir aşamasında, bir ‘burjuva devrimi’nin doğal olarak ortaya çıktığı ve başarılı da olduğu bir noktaya” geldiğini söyleyerek İngiltere, Amerika ve Fransa gibi toplumların “organik” gelişme gösterdiklerini söylüyor. Dünyanın geri kalanını da sınırlı sayıdaki “organik” gelişme gösterenlerin ürettiği yeni biçimleri model alarak “bunlara erişmek üzere seferber olmuş”, “güdülenmiş” şeklinde tarif ediyor. Belge, bu geri kalan toplumları da “güdümlü” gelişme ile modernleşenler olarak tanımlıyor. Güdümlü gelişmeyi de anormal görmediğini söyleyen Murat Belge açısından asıl sıkıntı modernleşmenin doğal yürütücüleri (orta sınıflar) olmadığı bu gibi durumlarda bu sürecinin yürütücüsünün ordu olması: “Modernleşme sürecini başlatan ve sırtlanan gücün ordu olması, bunu sorunlu bir süreç haline getiriyor. Kullandığımız yöntem ya da araç kendi doğasına uygun sonuçlar verir, doğasında olmayan sonuç veremez. Ordular ya da militarist ideoloji ‘demokratik’ değildir; olduğunun bir örneği dünya tarihinde görülmemiştir. Türkiye de bu kuralın bir istisnası olmamıştır.” (s 19)    
Modernleşme ile demokrasi arasındaki kurulan bu doğal, organik bağ; burjuva düşüncesinin en büyük ideolojik argümanlarından biri. Burjuva devrimlerinin en büyük hedefi demokratik bir topluma ulaşmaktı da nasıl oldu da burjuva devrimlerinin en şanlısı 1789 sonrasında devrimin asıl yürütücüsü olan bu yolda kanını akıtan aşağı sınıflar “biz de hakkımızı istiyoruz” diye meydana çıktığında (1848 devrimlerinde olduğu gibi) burjuvazi, krallarla anlaşmaktan, emekçileri kanla boğmaktan ve bunun için de ordularını kullanmaktan (dikkat ediniz!) geri durmadı. Nedendir Belge’nin “organik” gelişme dediği süreç birkaç ülke ile sınırlı kaldı? 1789 devrimi ve onun harekete geçirdiği alt sınıf radikalizminden tiksinti duyan Edmund Burke gibi liberal muhafazakarların borazanlığını yaptığı dehşetli korku ve nefret, egemenleri devrimsel süreçlerden, aşağıdan yukarı dönüşümlerden uzak tutmuş olmasın! 1789 ve 1848 devrimlerinin korkusu bütün Avrupa’ya yetip, burjuvaları halk karşısında gerici güçlerle anlaşmaya ve ordularını kullanmaya itmiş olmasın!
Bize doğal yolla “burjuva devrimleri”ni tamamlayan ülkeler olarak sunulan ülkelerde bile modernleşme – demokrasi ilişkisinin hiç de öyle Belge’nin sunduğu gibi doğal gelişimin bir ürünü, sürecin vazgeçilmez bir parçası olmadığı aşikar. Goethe’nin deyişiyle teorinin griliği karşısında hayat ağacının yeşilliği kendini gösteriyor. Militarist (tepeden) modernleşmenin merkezlerinden Almanya’da 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başlarında yasaklı olsa da dünyanın en büyük ve güçlü sosyal demokrat partisi vücut bulmuş; en etkili işçi sınıfı örgütlenmesini oluşturmuştu. Markslar, yoldaşları, Alman devrimcileri ve işçi sınıfı ne amansız mücadelelerle Alman devletini aşağıdan zorlamışlardı. Doğrudan söyleyecek olursak aşağıdan ve yukarıdan gibi kavramlar gerçekte birbirinden net olarak ayrılamaz. Belge’nin Almanya’nın karşısından sivil bir modernleşme olarak sunduğu İtalya’da Piyomente egemen sınıfları yukarıdan ve ordusunun güçlü dipçiğiyle o ünlü İtalyan Birliği’ni (Risergimento) sağlamamışlar mıydı? Yukarıdan ve aşağıdan süreçlerin yapay bir şekilde ayrıştırılamayacağı bir yana Belge gibi liberallerin konjonktür gereği bugünlerde aşırı şekilde vurguladığı sivil- asker ayrışması da aslında pek bir anlam taşımıyor. İtalyan Birliği’nin mimarı olarak bilinen Piyomente başbakanı Cavour’un İtalya’nın her yönüne hareket eden güçlü ordusu bu sürecin en temel unsuruydu. Piyomente ordusunun ve başbakanı Cavour’un arkasında burjuvazi bulunmaktadır. Yani sınıf savaşımından bağımsız bir aşağıdan-yukarıdan tartışmasının bir anlamı yoktur. Belge’nin bütün tarihsel açıklamaları bu yüzden geçersizdir, seçmecidir ve ister istemez çarpıtmalarla doludur.
Modernleşmenin aşağıdan sivil eller yoluyla gerçekleştirildiği ABD’de demokrasi burjuva anlamlarında bile bir orta oyunundan öte bir anlam hiçbir zaman taşımadı. Tekelci sermayenin iki fraksiyonuna bağlı partiler (Cumhuriyetçi ve Demokrat) neredeyse iki yüzyıldır sırayla değişerek iktidar oluyorlar. Bu böyle bir demokrasi ki bir üçüncü partinin çıkması kati suretle engellenmiş durumda.
Türkiye’de de 1908 devrimi örneği var. Belge bu tarihi kasıtlı olarak es geçse de 1908 son derece açıklayıcı bir örnek. 1908 devrimi ordunun ittirmesiye başlıyor, (tıpkı  Portekiz’de 1974 Kızıl Karanfiller devrimi gibi) ama sonra geniş halk yığınlarının, işçi sınıfının, öğrencilerin, kadın hareketinin bir daha ancak 1960’ların sonralarında görebileceği büyük bir atılıma dönüşüyor. Bu atılımı yine askerler durduruyor, çünkü burjuvazinin güdümünde bir ülke istemekteydiler ve grev hareketlerinden de açıkça ürküyorlardı.
Gelelim yakın tarihe ve günümüze. Almanya’nın, Türkiye’nin militarist modernleşmesinin karşısına kontrast ülke olarak konulan İtalya ya da Yunanistan’ı ele alalım mesela. Modernleşmenin asker eliyle olmadığı Yunanistan nasıl oldu da uzun bir dönem askeri cuntanın tadına baktı. Şimdilerde kapitalizmin ekonomik krizinin vurduğu ve krizin bedeli ödememek için emekçi sınıfların ayağa kalktığı Yunanistan’da yine askeri darbe sopasının aba altından gösterilmesine ne demeli! Bu sopayı gösterenler de liberal parlamentarizmin kalbi AB’nin egemenleri değil mi? Alt sınıf radikalizminden korkan, nefret eden, tiksinen burjuvalar ve onların şakşakçısı orta sınıf liberallerin Yunanistan’da devrim tehlikesi belirdiğinde askeri darbeye ne kadar sevineceklerini tahmin edebiliriz. Hatta faşist hareketi bile kurtarıcı olarak göreceklerdir. Tıpkı sadece Almanya egemenlerini değil tüm dünya burjuvalarının solcuları ezdiği sürece aslında Nazilere sempati duyması gibi.
Ya da yine militarist modernleşme yaşamayan İtalya(!), Almanya ile kontrast ülke olarak alınan İtalya, nasıl oldu da faşizmin doğum yeri oldu? Belge, faşizmi militarist modernleşmeye bağlaya dursun (Almanya), İtalya örneğini ne yapacağız ya da yakınımızda Yunanistan’da faşistler yüzde 7 oy alarak nasıl parlamentoya girebildiler, dikkate değer bir halk desteğine nasıl sahipler. Hobsbawn’ın deyişiyle içinden geçtiğimiz “tuhaf zamanlar”da Avrupa’nın geri kalanında da manzara değişik değil. Fransa’da faşist parti daha yeni genel seçimlerde yüzde 14 oy aldı. En demokratik(!) İskandinav ülkelerinde bile göçmenlere saldıran neo-Naziler çok güçlenmiş durumda. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Modernleşmenin doğal sonucu olarak bize sunulan demokrasinin burjuva devrimlerinden doğrudan tarihlenmediğini gördüğümüze göre nedir öyleyse kaynağı? Özellikle esin kaynağı olarak anlatılan Avrupa demokrasisi ve genelde Batı’da demokrasinin gelişiminin 2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin altın çağının yaşandığı refah devletlerine dayandığını görüyoruz. Ekonomik genişleme içindeki kapitalizm, 1970’lere kadar gelişmiş ülkelerde kitlesel üretim ve dolayısıyla bu üretimin kitlesel tüketimine dayalı bir dönem geçirdi. Bu süreç toplumsal çelişkilerin yok olmadığı ama törpülendiği; işçi(sendika)-işveren-devlet arasında bir uzlaşıya dayanan toplum modeline ev sahipliği yaptı. Refah toplumlarının toplumsal uzlaşıya (dönemsel) olanak veren koşullarında bugün cilananan demokrasinin var olmasının zemini doğdu. Kapitalist toplumu temellerinden sarsacak çelişkilerin hafiflediği, kapitalizmin kitlelerin beklentilerini belli ölçülerde karşılayabildiği, kapitalizme karşı boy veren toplumsal muhalefetin de etkisiz ya da tehlikeli (ne de olsa 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın paylaşılmasıyla birlikte SSCB ile de barış içinde yaşama haline geçilmişti!) olmadığı koşullarda egemen sınıflar tercihini burjuva demokrasisinden yana kullanabilirdi. Ama bakın işlerin tersine döndüğü, düşmanın korku uyandırıcı olduğu zamanlara Avrupalı, ABD’li egemenlerin ne kadar demokrasi kültürünü içselleştirdiğini görün. ABD’nin barışçıl (çatışmasız, silahsız) “işgal et” hareketine karşı ne kadar tahammülsüz olduğunu yakın zamanda birlikte gördük. Anti-kapitalist hareketin G-8 toplantılarına karşı eylemlerinde İtalyan polisi bir gence kurşun sıkıp öldürebildi: Yunanistan keza aynı durumda. Yine en demokrat İskandinavya ülkelerinden Norveç’te bir aşırı sağcı sosyal-demokratların gençlik kampını basarak onlarca genci katletti. Demokrasiyi ne içselleştirmiş bir toplum! Sorun bireylerin ya da toplumların demokrasiyi içselleştirip içselleştirememesinde değil elbet; mesele kapitalist krizin, toplumsal çelişkilerin, sınıfsal eşitsizliklerin zirve yaptığı koşullarda refah toplumlarının uzlaşı kültürünün yerini çatışmalara bırakmasında. Bu bireyler, siyasal aktörler için olduğundan daha fazla burjuvazi için geçerli. Kapitalist sistemin tehdit altında olduğu her koşulda tehdit edenlerin özgürce faaliyet göstermeleri ve büyümelerine bırakın Afrika’yı, Orta Doğu’yu Avrupalı egemenler de izin vermez, vermiyor da. Çelişkileri yoğun toplumlarda burjuvazi için demokrasi kültürünün esamesi okunmaz! Aşağıdan modernleşme ya da “militarist modernleşme” olsun fark etmez! Burjuvazinin demokrasiyi yaşatmak gibi yüce idealleri yoktur; önemli iktidarlarının, kapitalist sistemin bekasıdır bu yolda burjuva demokrasisi de iş görür, askeri diktatörlük de, monarşi de, faşizm de!
Türkiye’de Modernleşme
Belge’nin kendisinin de teslim ettiği gibi kitap, her ne kadar “militarist modernleşme” kavramı çerçevesinde karşılaştırmalı bir inceleme olsa da yazarın asıl derdi Türkiye değerlendirmeleri ve buradaki “demokrasi mücadelesi”ne destek vermek. Sözün özü Belge bize asker eliyle modernleşmenin nasıl demokratikleşmede önümüzü tıkadığına ışık tutma(!) derdinde:
“Türkiye bugün de demokrasi sorunu çözememiştir, çünkü modernleşmeyi ordu eliyle yürütmek zorunda kalmıştır ya da biraz değiştirerek söylersek, çünkü olgunlaşan başka güçler bugünlere kadar bu misyonu ordunun elinden almamış veya alamamıştır.” (s 20)
Belge, Türkiye’de “askeri vesayet” rejiminin belinin bükülmesi ve demokrasi sorununun çözülmesi açısından AKP iktidarının başlangıcı olan 2002 yılını bir milat olarak alıyor. Neden 2002’de ordunun etkisi kırılabildi sorusuna yanıt olarak da iç ve dış dinamikleri gösteriyor. Dış dinamik olarak Belge’nin temel tespiti Soğuk Savaş’ın bitmesiyle orduya, sağcı diktatörlüklere verilen desteğin kalkması: “Dünyada darbeler dönemi muhtemelen kapanmıştı. En azından Amerika, Soğuk Savaş’ta sık sık benimsemek zorunda kaldığı sağ diktatörlerle haşır neşir görünmek istemiyordu.” (s 656) Murat Belge, tarih ve siyaset bilgisine sahip olmayan kimilerini belki aldatabilir yalanlarıyla! Biz soralım Venezuela’da ne oldu peki? Chavez’i deviren askeri darbe (halk desteği nedeniyle Chavez’i geri getirmek zorunda kalan) kimin desteğiyle gerçekleşti? Honduras’ta 2009’da halk oyuyla seçilen solcu Zaleya’yı deviren ABD destekli darbeden de haberi yok Belge’nin. Keşke biraz haber bültenlerini takip etseydi. Bunun yerine Belge, ABD’nin eskiden sağ diktatörleri “benimsemek zorunda kaldığı”ndan bahsediyor; duy da inanma! Belge’nin bahsettiği diktatörleri iktidara getiren asıl güç ABD’nin kendisi değilmiş gibi! Allende’yi deviren Pinochet’ten “our boys have done”(bizim çocuklar yaptı) diye selamlanan 12 Eylül darbecilerine kadar Batı’nın hegemonya bölgesindeki toplumsal muhalefete, işçi sınıfına karşı yönelmiş darbelerin tamamı ABD’nin yöneticiliğinde gerçekleştirilen darbelerden başkası değildir. Murat Belge, ABD için darbe desteklemenin “artık sadece bir utanç vesilesi”(s 659) olduğuna sadece kendisi gibi ar damarı çatlamış liberalleri ikna edebilir!
Murat Belge’nin “askeri vesayet”e karşı mücadelenin başarısını sağlayan iç dinamik olarak ele aldığı nokta ise orta sınıfın yaygınlaşması. Yaygınlaşan orta sınıf olarak da Anadolu burjuvazisinin ortaya konulması; İslamcıların uzun süredir pazarladığı Protestan ahlakına sahip, gerçek burjuvazi olarak lanse edilen Anadolu kaplanları tezlerine bir destek oldu. Biz bahsedilen bu “Anadolu Kaplanları”nın(bu noktada Anadolu burjuvazisinin muhtevasını tartışmak yazının sınırlarını aşıyor) ne ölçüde demokrat olduklarını iyi biliyoruz! Sendikalaşma bir yana uzun uzun saatler çalıştırdığı işçilerin sigortasını bile ödemeyen, çoğu kez asgari ücretin altında maaş veren, bir de cumaya gitmiyor diye işçi çıkaran “Anadolu Kaplanları” olsa olsa demokratik gelişmenin önündeki engel ve otoriterliğin taşıyıcısı olurlar. Kürtaj tartışmaları sürerken toplumsal tabanını bu kesimlerden alan Saadet Partisi’nden “zina yasaklansın” çıkışı bu kesimlerin algılayışlarına ışık tutsa gerek.
Murat Belge kitabında değinmemiş, değinmek istememiş; sivil-askeri bürokrasinin gücünün kırılmasında AKP iktidarının başarıya ulaşabilmesinin, bu konuda ABD’nin tam desteğini arkalarına alabilmelerinin altında ABD’nin Ortadoğu’da ılımlı İslam modeli rejimlere dayalı stratejisinin etkili olduğunu da biz ekleyelim. Yani enişte bizi boşuna öpmüyor!
Belge’nin kitapta Türkiye üzerine tüm değerlendirmelerini modernleşmenin asker eliyle yürütülmesi günahı merkezli ele alıyor. Örneğin Belge darbecilik geleneğinden dem vuruyor ama bu geleneği sadece ordunun gücü elinde tutmak istemesinden başka bir gerçekliğe dayandırmıyor. Bir kez daha sınıflar ve sınıf savaşımı söz konusu bile olmuyor. Tabi Belge, diğer sol liberal kardeşleri gibi devrimcileri, sınıf hareketini görmezden gelmeyi, yok olmalarını nasıl isterdi. Ama ne yaparsın var. Belge biraz da bize  egemen sınıflar için 12 Mart ve 12 Eylül’e yol veren nedenlerden bahsetsin. Neden bu darbeler yaşama geçmek zorunda kaldı? Askerlerin gücü tamamen eline almak istemesinden mi yoksa asker-burjuvazi-Batılı emperyalistlerin mutabakatıyla sınıf mücadelesinin, sistemi sallayabilecek güçteki devrimci hareketlerin bertaraf edilmesi gerektiğinden mi? Konuyu böyle ele almayı Belge elbette ki istemez. Çünkü böyle düşünmeye başlarsanız askeri darbeler, her ülkede benzer koşullarda gerçekleşebilir hale gelir. Ki bakın bugün Yunanistan’a. Şimdiden Yunan egemenleri ve onların Avrupalı ortakları gerekli kaos(!) durumları için Altın Şafak militanlarına Bulgaristan’da askeri eğitim aldırılıyor. Askeri darbe açık açık normal bir gelişme olarak burjuva basında kendine yer bulabiliyor.
Liberaller dogmatik bir bakışla otoriterliği ordu ile özdeşleştirmiş durumda. Yani asker yerini sivil alsa sorun kalmayacak! Oysa burjuvazinin elinde çok çeşitli baskı, otoriterlik araçları mevcut. Bakın günümüz Türkiye’sine, örneğin polisin konumuna. Mücadele yürüten Kürtlerin binlercesi tutsak, yüzlerce öğrenci tutuklu binlercesi de muhalefet ettikleri için yargılanıyor; HES’lere karşı çıkanlardan iktidara karşı dilini sertleştiren gazetecilere kadar herkes tehdit altında. Otoriterliğin yürütücüsü asker mi? Değil! Öyleyse… Bu noktada şunu da belirtelim. Murat Belge başta olmak üzere liberallerin kendisi demokrasiyi içselleştirememiş ki. Metin Lokumcu’nun, öğrenci gençliğin muhalefetini olumlamayabilirsiniz, karşı da çıkabilirsiniz ama muhalefet yürütenleri karalamak (Ergenekoncu ilan etmek), polis saldırısıyla öldürülenin ardından neredeyse “iyi oldu” demek sizin o çok savunduğunuz demokratlıktan nasiplenmediğinizi gösterir. Samimiyet sorunu Belge’lerden başlıyor. Ülkede liberaller böyle olunca Tayyip az bile yapıyor sayılmaz mı!.. Ne dersiniz.

Aynur Akman

KATEGORİLER
ETİKETLER