Çin Modeli Tutar mı? – Emre Güntekin
Son dönemde ekonomi politikaları dolayısıyla iktidarın Çin modeline öykündüğü hayli konuşulan bir konu. Kimi iktidar gazetecileri de bu Çinleşme retoriğini bir adım daha ileri götürerek Özalizmin sonunun geldiğini, sosyalist piyasa ekonomisine ya da tam bir devlet kapitalizmine doğru geçiş yaptığımızı iddia edecek kadar ileri gidebiliyor.
Erdoğan’ın hesabı açık bir amaca dayanıyor: Faizlerin düşmesiyle ve iyice ucuzlayan işgücünün yarattığı avantajla daha çok yatırım, daha çok üretim ve daha çok ihracat… İç piyasada tüketimin ve tasarrufların mümkün olduğunca sınırlandırılması, ithalatın kısılarak cari açığın kapatılması ve hızlı bir büyüme temposu… Her fırsatta kerameti kendinden menkul şişirilmiş büyüme rakamlarıyla övünülmesinin sebebi de bu.
Çin Nasıl Büyüdü?
Çin modeli hayalinin gerçekliğini tartışmayı sona bırakarak öncelikle Çin’in büyüme hikayesine bakmak faydalı olacaktır.
Çin’in dünyanın imalathanesine dönüşüm sürecinde bir milat olarak Mao’dan sonra ipleri eline alan Deng Xiaoping dönemine bakmak gerekmektedir. Asıl olarak Mao döneminde başlatılan ekonomide dönüşüm çabaları, asıl meyvesini onun döneminde verecektir. Mao döneminde uygulanan sanayileşme politikası Çin’in rekabet ettiği çevre ülkelerin gerisinde kalmştı. Büyüme hızını artırabilmenin yolu sanayi yatırımlarına ağırlık verilmesi ve buna eşlik edecek şekilde işgücü maliyetinin minimuma çekilmesi yoluyla sağlanacaktı. Öte yandan bu süreç tamamen ÇKP’nin merkezinde olduğu bir planlama süreci eşliğinde yürütülecekti. Meta fiyatlarından, işçi ücretlerine kadar ekonomideki her bir detay devlet eliyle belirlenecekti.
1980’li yıllarla birlikte ekonomide devlet kontrolü eşliğinde bir serbest piyasaya açılım sürecinin temelleri atılmaya başlanacaktı. Örneğin 1982 yılında çiftçilerin ürünlerini devlete satma zorunluluğu kaldırılarak o güne değin rejimin ipleri sıkı sıkıya elinde tuttuğu tarımda serbest piyasaya alan açılacaktı. Devletin tek müşteri olduğu ve fiyatların oldukça düşük belirlendiği önceki dönemde tarımsal üretimde yaşanan düşüş ÇKP bürokrasisinde serbest piyasaya ayak direyen unsurların ikna olmasına, üretimde yaşanan hızlı artış ajandada yer alan piyasa reformlarının daha özgüvenli bir şekilde uygulanmasına yol açmıştı.
1980’li yılların ortalarından itibaren ekonomide “Çift Yol” adı verilen bir yandan merkezi planlamanın ekonomi üzerindeki ağırlığının azaltıldığı bir süreç başlatıldı. Merkezi iktidar halka sosyal hizmetlerin sağlanmasında da önemli bir rolü olan yerel iktisadi kuruluşları finanse etme görevini bırakırken, bu ihtiyacın banka kredileri yoluyla sağlanmasını teşvik edecekti. Kamu Ekonomik Kuruluşu adı verilen bu kurumlar bir yandan merkezi planlama doğrultusunda verilen görevleri yerine getirmesi koşuluyla, serbest piyasada ürün alım satımı ve hizmet sağlama gibi faaliyetlere girebilecekti. Bu durum 90’lı yıllara gelindiğinde plan temelinde yapılan üretimin serbest piyasa için yapılan üretimin yanında oldukça gerilemesine yol açtı ve bir anlamda merkezi planlama sönümlenmeye terk edilmiş oldu. Bu sürecin bir sonucu olarak temel mal ve hizmetlerde serbest piyasa fiyatları asli belirleyici olmaya başlamıştı. Halkın mal ve hizmetlere ulaşımından doğan sorunlar ise devletin sağladığı kimi sübvansiyon ve karne uygulamalarıyla telafi edilmeye çalışılacaktı. Bu dönemde büyümeye asıl ivme kazandıran faaliyetler ise kırsalda hem ucuz iş gücünün yarattığı maliyet avantajı hem de sosyal hizmet sağlama yükümlülüğünün bulunmaması nedeniyle Kasaba ve Köy İşletmeleri tarafından sağlanacaktı. Bu işletmelerin 1978-1988 yılları arasında üretimleri 14 kat artış göstermiş, GSYH içindeki payları % 6’dan % 26’ya yükselmişti. Bu büyüme kırsal kesimde neredeyse iki kata yakın bir gelir artışına yol açmıştı.
İhracat asıl itkiyi veren uygulama ise seksenli yıllarda para birimi yuanın değerinin kontrollü bir şekilde düşürülmesi ve ikili bir kur sistemine geçilmesiydi. 1978 yılında 1 ABD doları 1,5 yuanken, 90’lı yılların ortalarında resmi kurla 5 yuana serbest piyasada 8 yuana yükselmişti. Bu değer kaybı ihracatı karlı bir faaliyet haline getirirken, piyasaya dış ticaret şirketlerinin yanında KEK ve KİK’lerin de katılımıyla ihracatın çapı genişlemeye başlamıştı. ÇKP 1979 yılında üretimde kullanılan girdilerin ithalatında vergi uygulamalarını kaldırarak montaj sanayisini canlandırmayı amaçlamıştı. Bu durum özellikle kırsalda faaliyet gösteren ve ihracata öncelik vermeye başlayan KİK’lerin üretim iştahını artırmıştı. Aynı yıl yabancı sermayeye ciddi teşvikler getirilmiş ve yabancı yatırımı daha karlı hale getirecek bir yasal altyapı hazırlanmıştı. İlan edilen özel ekonomik bölgelerde işgücünün ucuzlatılmasının yanında, gelir vergisi devlet şirketleri için % 55, yerli şirketler için % 33’ken, yabancı sermayeyle ortaklık kurabilen şirketler için % 15’e düşürüldü. Ayrıca ihracata dönük yapılan üretimler için ciddi gümrük muafiyetleri sağlanmıştı. Elbette yabancıyı yatırımcıyı cezbeden faktörler sadece bunlar da değildi: Bu bölgelerde kurulan sanayi parkları, ekonomik ve teknik gelişme bölgeleri ile arge faaliyetleri genişletilmiş, bürokratik engeller kaldırılmış; işgücü niteliğinde ciddi ilerlemeler sağlanmıştı. Aynı dönemde Japonya, Tayvan ve Kore gibi komşu ülkelerde işgücü maliyetleri ve yerel paraların değerlenmesi gibi faktörler özellikle emek yoğun üretim gerçekleştiren sektörlerin Çin’e kaçışına hız kazandırmıştı. Öte yandan bürokrasinin yabancı yatırımcılar için sonraki süreçte yerli ortak şartını kaldırması ve ülkenin devasa iç pazarına satış yapma olanağı tanıması yatırımı oldukça cazip hale getirmişti. Çin 1978-1988 arasındaki on yıllık süreçte yıllık ortalam % 10’luk bir ekonomik büyüme yaşarken, ihracat beş kat artarak 50 milyar dolara ulaşmıştı.
Hızla piyasaya açılma sürecinin yan etkileri ise 90’lı yıllara doğru artan toplumsal tepkiyle gösterdi. Yüksek enflasyon, KEK ve KİK’lerin başındaki kamu yöneticilerinin ayyuka çıkan yolsuzlukları Tiananmen Meydanı’yla simgeleşen toplumsal hareketlere zemin hazırladı. Tinanmen İsyanı ve toplumsal huzursuzluk piyasa reformlarının sorgulanmasına neden olsa da, 1991’de Doğu Bloku ve devlet kapitalizmi modelinin çöküşü çok geçmeden piyasa reformlarına dönülmesine neden olacaktı. Üstelik bu kez parti piyasa reformu konusunda neredeyse tek sesli bir koroya dönmüştü. 1994 yılında tüketim mallarının neredeyse tamamında fiyat kontrolünün kaldırılması ve çift kur uygulamasına son verilmesi önemli gelişmeler olarak göze çarpmaktadır.
Fakat asıl çarpıcı gelişmeler devletin hem başındaki yöneticilerin yolsuzluklarıyla hem de karlılıkları azalan fakat buna mukabil borçlulukları katlanan KEK’leri reforme etmeye girişmesiyle yaşanacaktı. 1993’te başlayan bu süreçte, 2000 yılına gelindiğinde ülke genelinde yaklaşık 50 milyon kişi işten çıkartıldı. Bunun için, 1994 yılında işverene çalışanın sözleşmesini herhangi bir neden göstermeksizin feshetmesine olanak tanıyan bir çalışma kanunu çıkarılmasıyla yasal altyapı oluşturuldu. Buna paralel olarak KEK’lerin istihdam yaratma, çalışanlara barınma imkanı sağlama gibi sosyal yükümlülükleri de ortadan kaldırıldı. Kritik sektörler dışında yer alan birçok KEK ise özelleştirmeye tabi tutulacaktı. Artık piyasada dolaşıma giren metalar gibi işgücü de maliyeti serbest piyasanın belirleyiciliğine bırakılan bir metaya dönüşüyordu.
Son olarak daha önceki dönemde devlet garantisi altında olan sağlık hakkı örneğinde olduğu üzere piyasa reformları temel haklara da önemli darbeler vurmuştu. 2000 yılına gelindiğinde Çin sağlık hizmetlerine erişim eşitliğinde 191 ülke içerisinde 188., sağlık sisteminin performanı açısından 144. sıraya gerilemişti. 2003 yılında Çin’de ortalama bir bir yatarak tedavi işlemi, ortalamada bir kişinin bir yılda geçimi içinde gereken tutarın % 90’ını bulan bir harcamaya tekabül ediyordu. Özellikle kırdan kente doğru göç eden işgücünün önemli bir bölümü sağlık sigortası hakkından mahrum kalmıştı. Benzeri bi dönüşüm süreci eğitim alanında da gerçekleştirilecekti. 90’lı yıllarda eğitime ayrılan bütçenin GSYH içindeki payı Vietnam gibi ülkelerin bile gerisine düşecekti.
2000’li Yıllar ve DTÖ Üyeliği
Çin’in uluslararası kapitalizmle bütünleşmesinde önemli eşiklerden biri de Dünya Ticaret Örgütü üyeliği oldu. O güne kadar Çin’e yapılan ithalat belirli kotalara ve izinlere bağlı olarak ihracat amacı, teknoloji transferi gibi şartlara bağlıydı. Bu durum yabancı yatırımcıların ülkeye girişinde sağlanan daha önce belirttiğimiz teşviklere rağmen belli bir sınır çiziyordu. Çin’in 1986’da yaptığı başvuru, nihayet 2001 yılında kabul edilecek ve Çin’e önemli şartlar koşulacaktı. Gümrük vergilerinde büyük indirimlere gidilirken, ticaret engelleri ortadan kaldırılacak, ihracat ve teknoloji transferi şartları ranamayarak iç pazarın imkanları yabancı sermayeye sonuna kadar açılacaktı. Çin’in ihracatı bu süreçle bir patlama yaşayacak 2008 krizine kadar her yıl ortalama % 25 artacak, bu sayede Çin önemli bir dış ticaret fazlası elde edecekti. Bu durum Çin’in döviz rezervlerinde de önemli bir artışa yol açtı. 2000 yılında ülkenin 150 milyar dolar olan döviz rezervi, 2005 yılında 700 milyar dolara, 2014 yılında ise 4 trilyon dolara ulaşmıştı. Bu durum ÇKP bürokrasisine ülkenin para birimi olan yuanın değerini belirleyebilme konusunda önemli bir esneklik sağlıyordu.
Ucuz işgücü ve diğer teşviklerle birlikte devasa bir nüfusun yarattığı pazar Çin’in dünyanın imalathanesine dönüşmesine yol açacaktı. 2009 yılına gelindiğinde Çin’de saatlik işgücü maliyeti kentlerde 2,85 dolar, kırsal bölgelerde ise 1,15 dolar düzeyindeydi. Aynı yıl saatlik işgücü maliyetleri ABD’de 34, Almanya’da 47 dolar düzeyindeydi. Ek olarak Türkiye’ye bakıldığında saatlik işgücü maliyeti Türkiye’de 2,98 dolardı. Yani Türkiye bu konuda neredeyse Çin’le aynı durumdaydı. İşgücü maliyetinin bu denli düşmesinde hesaba katılması gereken önemli noktalardan birisi de ülke içerisindeki göçmen işçiliğin yoğunluğuydu. Kırlardan kente göçen emekçiler toplumun en dezavantajlı, en güvencesiz, en ağır işlerde en ucuza çalışan kesimini oluşturuyordu.
Xi Jinping ve Çin Rüyası
Buraya kadar Çin’in piyasa reformlarına giriştiği yıllardan 2010’lara kadar uzanan sürece bir mercek tutmaya çalıştık. Çin’in bir ucuz işgücü cennetine ve dünyanın imalathanesine dönüşümü sürecinde uzun yıllara dayanan ciddi bir planlamanın, kimi zaman başarısızlıkların, sürecin gidişatını aksatan dönemeçlerin yaşandığını görebilmek mümkün. Çin’in bu süreci gerçekleştirirken, egemen sınıfların içinde kimi farklı yönelimler mevcut olsa da, ÇKP’nin varlığıyla cisimleşen ciddi bir merkezileşmenin rol oynadığı atlanmamalıdır. Öte yandan inşa edilen baskı ve gözetim toplumu piyasa reformlarına yönelebilecek toplumsal ve sınıfsal tepkilere önemli bir engel oluşturdu. Tiananmen’de gördüğümüz üzere gerektiğinde alttan gelebilecek tepkiler yoğun bir devlet terörüyle püskürtüldü.
2008 krizinin ardından salt ihracata dayalı bir büyümenin sınırlarını Çin egemen sınıfları görecekti. Öte yandan kölece çalışma şartlarına karşı emekçi sınıflar katında da ciddi bir öfke birikimi söz konusuydu. Bu öfke özellikle 2010’ların ilk yarısında aşağıda da görüleceği üzere katlanarak büyüyecekti. 2011-2016 yılları arasında işçi mücadelelerinde neredeyse on kata varan bir artış olduğu olacaktı.
Xi Jinping’in iktidara gelişinin ardından ÇKP bürokrasisi yeni bir Chinese Dream (Çin Rüyası) yaratma hedefini önüne koydu. Bunun dayanakları ise bir yandan ülke içerisinde işçi ücretlerinin yükseltilerek iç tüketimin de ekonomik büyümenin bir motoru haline getirilmesi; ekonomide emek yoğun sektörlerin yavaş yavaş işgücü maliyetlerinin daha düşük olduğu Vietnam, Bangladeş gibi ülkelere terk edilerek teknoloji yoğun, katma değeri yüksek sektörlere doğru adım atılması ve Bir Kuşak Bir Yol gibi projeler aracılığıyla Çin’in emperyal hedeflerinin yeniden diriltilmesiydi. Bu sürecin halen sürdüğünü söylemek gerek.
Erdoğan’ın Hayalleri
Türkiye’nin Çin’i referans alarak yeni bir model yaratma hedefinin yukarıda özetlediğimiz süreç göz önüne alındığında oldukça afaki olduğu görülecektir. Çin’in büyüme hikayesinin salt işgücü maliyetinin düşüklüğüne dayandığını düşünmek oldukça yanıltıcı. Kaldı ki bu doğru bile olsa salt ihracata dayalı bir büyüme öyküsü yazmanın sınırlarıyla Çin 2008 krizinde karşılaşmıştı.
Bizim için asıl tartışılması gereken elbette Türkiye’nin yeni bir Çin olup olmayacağından öte bunun emekçi sınıflara getireceği toplumsal maliyet olacaktır. Bugünlerde İstanbul’un yoksul emekçi bölgelerinde sıkça karşılaşılan uzun ucuz ekmek kuyrukları bu maliyetin halka yıkılmaya başlandığının bir göstergesi. Asgari ücret değil 4.000, 5.000 TL bile olsa mevcut koşullarda yoksul emekçiler için kısa süreli bir pansuman etkisi yaratmaktan öteye geçemeyecektir. Erdoğan’ın önünde krizin üstesinden gelebilecek bir model yaratma konusunda değil 40 yıl, maksimum bir buçuk yıllık bir zaman mevcut. Dolayısıyla bu kadar dar bir sürede yapabileceği maksimum şey ülkenin elde kalan son kamu mallarını, giderek ucuzlayan özel şirketlerini son Körfez seferinde olduğu gibi haraç mezat satışa çıkarmak; emekçilerin kemerindeki son deliğe kadar sıkmak ve buna karşı ses çıkaranların tepesine elindeki devlet gücüyle çökmek olacaktır. Buradan ancak Çin’in kötü bir karikatürü ortaya çıkabilir.