Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İşçi, Grev ve Sendika Yasaları (III) – Engin Kara
1) 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e
A) 1961 Anayasası
Konumuz olan yasalar bakımından bir önceki yazıda incelediğimiz CHP’nin tek parti iktidarı ve ardından gelen baskıcı DP iktidarı boyunca işçi hareketleri ve sosyalist örgütlenme açısından karanlık bir dönemden geçilmişti. CHP’nin işçi kitleleri kontrolü altında ve pasif tutma çabalarını eleştiren ve grev hakkını tanıyacağını iddia ederek iktidara gelen DP, iktidarı ele geçirmesinin hemen ardından CHP ile aynı konuma düşmüştü.
Böyle bir dönemin sonucunda ortaya çıkan ve 27 Mayıs’ın bir ürünü olan 1961 Anayasası, Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde önemli bir dönüm noktası oldu. İşçi örgütlenmelerine (ve sosyalist harekete) kısmi özgürlükler getirmiş olan bu dönemde çalışma, toplu sözleşme, örgütlenme, gösteri, basın vs. konularda çeşitli hakların anayasal düzlemde kabul edilmiş olduğunu görüyoruz. Anayasanın 46. maddesi şöyle demektedir:
“İşçiler ve işverenler, önceden izin almaksızın sendikalar ve sendika birlikleri kurma, bunlara serbestçe üye olma hakkına sahiptirler. Bu hakların kullanılışında uyulacak şekil ve usuller kanunda gösterilir.”
Görüldüğü üzere madde, sendika kurma ve sendikaya üye olma konusunda bir serbestlik getirmiştir. Ancak yanılgıya yer bırakmadan ekleyelim ki madde metninin hemen devamında yer alan “Kanun, Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün, millî güvenliğin, kamu düzeninin ve genel ahlâkın korunması maksadıyla sınırlar koyabilir.” hükmü, bu serbestliğin, burjuvazinin elindeki siyasi iktidar tarafından, bu iktidarın bekası lehine sınırlanabileceğini göstermekte. 1960’ların başında Türkiye’de kapitalizmin gelişimine paralel olarak işçi sınıfının da kendisini hissettiren bir uyanış içerisine girdiği dönemde, bu uyanışın gözardı edildiği ve 61 Anayasasının getirdiği birtakım demokratik özgürlüklerin ön plana çıkarılarak devrim umutlarının orduya bağlandığını dikkate alırsa, anayasanın getirdiği özgürlüklere koyduğu sınırlamalar olduğunu vurgulamak ihtiyacı artıyor.
Anayasanın 47. maddesi ise, sendika hakkının peşi sıra, CHP ve DP döneminin en çok tartışılan konusu olan grevin ve toplu sözleşmenin bir hak olduğunu dile getiriyor:
“İşçiler, işverenlerle olan münasebetlerinde, iktisadi ve sosyal durumlarını korumak veya düzeltme amacıyla toplu sözleşme ve grev yapma hakkına sahiptir.”
Toplu sözleşme ve grev hakları anayasa tarafından prensipte kabul edilirken, detayları ve uygulaması için yine ileride çıkarılacak olan kanunlara atıf yapmakta. Oysa anayasal hak statüsüne kavuşan grevin düzenlenmesi, 27 Mayıs iktidarı Milli Birlik Komitesi tarafından bir türlü gündem edilemezken, iş yine başa düşmüş ve bu savsaklamanın çözümü işçi sınıfının masaya yumruğunu koymasına bakmıştır. Sonuçta, toplu sözleşme ve grev haklarını düzenleyen kanunların çıkarılması, kitlesel işçi mücadelelerinin bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. İlkin fabrika yerellerinde çeşitli eylemlerle, gerekli düzenlemelerin yapılması yolunda uyarılar verilmiştir. Bu konuda en önemli eylemlerin biri, 31 Aralık 1961’deki 150 bine yakın katılım sağlanan Saraçhane Mitingi oldu. İşçiler bu mitingde sendika ve grev hakkının tanınmasını, dönemin ruhuna göre epey yüksek bir sesle haykırmış oldu. Bir diğer önemli eylem ise 1963’te sendika ve toplu sözleşme, grev kanunlarının mecliste görüşüldüğü sırada Kavel Kablo işçilerinin gerçekleştirdiği grev oldu. Tam da grev hakkının görüşüldüğü anda yapılan bu direniş, yasadışı olması gerekçesiyle kovuşturmaya uğradı ve işçilerden bir kısmına tutuklama talepli davalar açıldı. Ancak yaratılan mücadele rüzgârının etkisiyle, egemen sınıf geri adım atmak zorunda kaldı ve tarihe “Kavel Maddesi” olarak geçen, grev kanununa eklenen geçici 3. madde ile Kavel işçileri ceza almaktan kurtuldu.
Ülke tarihinin en geniş “özgürlüklerini” tanıdığı söylenen 61 Anayasası dönemindeki hareket alanları bile, görüldüğü gibi, ancak sınıf mücadelesinin zorlamasıyla açılabilmiştir. 61 Anayasası, darbecilerin, o dönem için ihtiyacını duydukları toplumsal meşruiyetin kazanılması amacına hizmet ederken, bu durum burjuvazinin işçi sınıfına ve toplumsal muhalefetin diğer kesimlerine dikensiz gül bahçesi yarattığı anlamına gelmiyordu.**
İşçi sınıfı açısından hal böyleyken, egemen sınıf için 61 Anayasası bu haliyle oldukça “bol”du. 60’lar boyunca işçi hareketi her güçlendiğinde, toplumsal muhalefet her atılım yakaladığında, sermayenin çeşitli kanatlarından bu geniş hakların daraltılmasına yönelik sistematik çağrılar ve dayatmalar ortaya çıktı. 12 Mart ile belli ölçülerde sınırlanmaya çalışılan bu anayasa ve kanunlar, nihai olarak 12 Eylül’le birlikte, burjuvazinin hayalindeki görünüme ulaşabilecekti.
- B) 274 Sayılı Sendikalar Kanunu (SK), 15 Temmuz 1963
Anayasanın uyulacak şekil ve usullerini kanuna bıraktığı sendika ve grev hakları, sonunda, 1963 Temmuz’unda kanunla düzenlenebilmiştir. SK’nun 1. maddesi sendikaların kurulmasının serbest olduğunu belirtirken, 9. maddenin ilk fıkrası “işçi sendikaları, aynı işyerinde veya aynı işkolundaki işyerlerinde çalışan işçileri veyahut birbirleriyle ilgili işkollarında çalışan işçileri içine alır” diyerek sendikal örgütlenmenin kapsamını da (en azından ardıllarına göre) geniş tutmuştur. 10. madde ise anayasanın sayılan çeşitli hükümlerine aykırı faaliyet yürütmemek kaydıyla sendikaların, uluslararası birliklere katılabileceğini söylemektedir. 14. maddede sayılan sendika faaliyetleri arasında iş uyuşmazlığı çıkarmak, toplu iş sözleşmesi akdetmek, greve karar vermek ve grevi idare etmek, eğitim çalışmaları gerçekleştirmek gibi başlıklar yer almaktadır. Yasada geçen önemli bir yasak ise siyasi faaliyet ve siyasi partiler ile temas içerisinde bulunmanın yasaklanmasıdır. 1952 yılında kurulan ve her daim siyasi iktidar ile yakın durmuş olan Türk-İş’in varlığında, sendikalara siyasi yasak koymak, sosyalist hareketler ile işçi kitleleri arasında oluşacak olan bağın önüne geçmeyi amaçlamaktadır.
- C) 275 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu (TİSGLK), 15 Temmuz 1963
SK ile aynı gün yasalaşan TİSGLK, bahsettiğimiz üzere Milli Birlik Komitesi’nin düzenlemeleri yapmaya bir türlü yanaşmamasına rağmen, işçi sınıfının bu hakları talep etmedeki kararlılığı üzerine ortaya çıkabilmiştir. Toplu sözleşme ve grev hakkı, ilk defa olarak bu kanunla kabul edilmiş ve düzenlenmiştir. Yasanın 7. maddesi şöyledir:
“Bir işkolunda çalışan işçilerin çoğunluğunu temsil eden işçi federasyonu (veya işkolu esasına göre kurulmuş işçi sendikası) o işkolundaki işyerlerini kapsayan toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilidir.
Bir veya birden fazla işyerinde çalışan işçilerin çoğunluğunu temsil eden sendika, o işyeri ve işyerleri için toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilidir.”
Takip eden maddelerde toplu iş sözleşmesi sürecindeki çeşitli aşamalar düzenlenmiştir.
- maddede “işçilerin, topluca çalışmamak suretiyle bir iş kolunda veya işyerinde faaliyeti durdurmak veya işin niteliğine göre önemli ölçüde aksatmak amacıyla aralarında anlaşarak veyahut bir teşekkülün (sendikanın) aynı amaçla topluca çalışmamaları için verdiği bir karara uyarak işi bırakmalarına grev denir” şeklinde bir grev tanımlanması yapılmıştır. Aynı maddede işçilerin işverenle olan ilişkilerinde iktisadi ve sosyal durumlarını korumak ve düzeltmek amacıyla ve bu kanun hükümlerine uygun olarak yapılan grevler “kanuni grev”; bu amacın dışında veya bu kanun hükümlerine uyulmaksızın yapılan greve “kanun dışı grev” denmiştir.
TİSGLK’nın 20. maddesi grevin yasak olduğu dönem ve işyerlerini saymıştır. Bunların en önemlileri kamu tüzel kişilerince veya kamu iktisadi teşebbüslerince yerine getirilen su, elektrik ve havagazı istihsal (üretim) ve dağıtımı işleri; seyir halindeki hava, deniz ve karayolu ulaşımı; eğitim ve öğretim kurumlarıdır. Sıkıyönetim dönem ve bölgelerinde ise, sıkıyönetim komutanlığının grev yetkisini süreli ve süresiz olarak askıya alabileceği, eğer yapılacaksa da izne tabi olacağı belirtilmiştir.
“Madde 29: 1. Kanun dışı grev yapılması halinde, işveren, böyle bir grevin yapılması kararına katılan, böyle bir grevin yapılmasını teşvik eden, böyle bir greve katılan veyahut devam eden veya böyle bir greve katılmaya veyahut devamına teşvik eden işçilerin hizmet akitlerini, feshin ihbarına lüzum olmaksızın ve herhangi bir tazminat ödemeye mecbur bulunmaksızın feshedebilir.”
Bu madde ile işçilerin olası hukuki engellemelere rağmen fiili olarak greve çıkarak haklarını savunması engellenmek istenmiş, kanuna aykırı olarak addedilebilecek greve karar veren ve katılanlar hakkında ihbarsız-tazminatsız işten çıkarma hükmü getirilmiştir.
- D) 12 Mart Dönemi
Sermaye grupları her fırsatta 61 Anayasası’nın “bol” olduğundan yakınıyordu. Sermayeyi ürküten bu bolluk, işçi hareketinin ise görünürleşmesine fırsat tanımış, 60’lar boyunca sınıf mücadelesi adım adım yükselmişti. TİP’in kurulması, 1965 seçimlerinde TİP’in başarısı; Türk-İş’in karşısında ortaya çıkan DİSK, DİSK’in önüne bariyer çekme girişimi anlamına gelen yasalara karşı 15-16 Haziran Direnişi… Öte yandan 68 ile birlikte ivme yakalayan gençlik hareketi de sahneye çıkınca toplumsal muhalefetin çapı genişlemeye başlamıştı. Bu dönemin ürünü 12 Mart ve ardından gelen Nihat Erim’in “reform hükümeti”, 61 Anayasasının bedenini daraltmak istemişti.
12 Mart’ın ardından grev ve direnişler izne tabi kılınmış, sıkıyönetim kuralları uygulanmaya başlamıştı. Anayasa da dâhil olmak çeşitli kanunlarda değişiklikler yapılmış, hak ve özgürlükler kısıtlanmaya çalışılmıştır. Ancak 12 Mart dönemi, kendi sınırları ve toplumsal muhalefetin güç dengeleri bağlamında ipleri yeterince sıkılayamamıştır; sermeyenin hak tırpanlama talebi 70’ler boyunca da sürecektir. Ancak sınırlı bir etkiye de sahip olsa, 12 Mart, hak ve özgürlüklerin kısılması yolundaki ilk topyekûn saldırı olmuştur.
2) 12 EYLÜL DÖNEMİ
1) 1982 Anayasası
MESS (Metal Sanayicileri Sendikası) Eski Başkanı olan Turgut Özal, 1979’da Süleyman Demirel’in başkanlık ettiği kabinede Başbakan Yardımcısı olarak atanmıştı. Özal, 1980’in hemen başında, tarihe 24 Ocak Kararları olarak geçecek bir dizi kararı açıkladı. Dünya çapındaki muadilleri “Demir Leydi” Margaret Thatcher, ABD Başkanı Ronald Reagan gibi isimlerin yanında Türkiye’de neoliberalizmin egemenliği olarak 12 Eylül’ün hükümetinde Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcılığı görevine gelen Özal, Türkiye işçi hareketinin tarihinde açılan yeni bir perdenin de mimarlarından biri oldu. Milyonların azgın piyasa koşullarına teslim edilmesinin ve ucuz emek cennetine giden yolun önünü açan 24 Ocak Kararları, pratikteki uygulamasını 12 Eylül ile birlikte bulacaktı.
Ekonomide girilen bu yeni yola eşgüdümlü bir şekilde, üçüncü darbenin ortaya çıkardığı 1982 Anayasası da, hak ve özgürlükler konusunda tanınan imkânları alaşağı etmiş; bu defa da sınırları oldukça daraltılarak, fiilen tamamen yasaklama boyutuna varan bir hal almıştı. Dönemin Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Halit Narin “bugüne dek işçiler güldü, şimdi sıra bizde” diyerek bu dönemin ruhunu ortaya koymuştur.
82 Anayasasının 51. maddesi “işçiler ve işverenler aynı zamanda birden fazla sendikaya üye olamaz. […] İşçi sendika ve üst kuruluşlarında yönetici olabilmek için, en az 10 yıl bilfiil işçi olarak çalışmış olmak şartı aranır.” demektedir. Grev hakkı 54. madde ile sadece “toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında, uyuşmazlık çıkması halinde” tanınmıştır.
Bugünü de yakından ilgilendiren bir diğer konu grev ertelemesi hükmü. Türkiye İşveren Sendikası Konfederasyonu (TİSK) raporlarında yer alan grevin ertelenme imkânlarının genişletilmesi, Bakanlar Kurulu’nun grev ertelemesi sonucunda tanınan sürenin sona ermesiyle konunun Yüksek Hakem Kurulu’na intikal ettirilmesi gibi talepleri anayasal ve yasal düzlemde karşılık bulmuştu. Böylece 61 Anayasası döneminden farklı olarak grev erteleme artık, Bakanlar Kurulu’nun insafına (!) terk edilmiş ve erteleme süresinin sonunda grevin devam ettirilmesinin önü kesilmiş olmuştu. Sonuçta grev hakkı, kağıt üzerinde kabul edilmekle birlikte koca bir yalana dönüşmüştü.
- B) 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu
Anayasadaki benzer hüküm gibi Sendikalar Kanunu da aynı anda birden fazla sendikaya üye olunamayacağını yinelemiş ve eklemiştir: “birden çok sendikaya üye olunması halinde tüm üyelikler geçersizdir”. Bu hükmün getirilmesinde, kuruluşundan itibaren işçilerin kitleler halinde geçiş yaptığı DİSK hikâyesinin tekrarlanmasının önünde geçme amacı bulunmaktadır. 274 Sayılı SK’nın aksine, sendika üyeliği belirli bir şekle bağlanmış ve işçinin bir sendikaya üye olduktan sonra, üyelik formunun bir kopyasını işverene teslim etmesi koşulu getirilmiştir. 2821 sayılı kanunun 3. maddesi “meslek veya işyeri esasına göre işçi sendikası kurulamaz” derken, sendikaların sadece işkolu bazında kurulabileceğine ve salt o işkolunda çalışan işçileri örgütleyeceğine hükmetmiştir.
Sendika kuruculuğu ve yöneticiliği için çeşitli koşullar getirilerek, sendika kurmak ve yönetici olmak zorlaştırılmıştır. Kurucu olmak için en az bir yıldan beri fiilen çalışıyor olmak; yönetici olmak için ise en az on yıldan beri fiilen çalışıyor olmak şartı konulmuştur. Ayrıca sendikalara başından beri getirilmiş olan siyaset yasağı daha da detaylı bir hale dönüştürülmüştür. Kanunun 47. Maddesi ise şöyle demekte:
“Devlet, sendika ve konfederasyonlar üzerinde idari ve mali denetim yetkisine sahiptir.”
Denetim yetkisi Maliye ve Çalışma Bakanlığı’na verilmiştir. Bu suretle sendikaların bağımsız yapısı engellenerek, her daim devlet baskısının gölgesinde faaliyet yürütmeye mecbur kalmalarının önü açılmıştır. Yine sendikaların kapatılma halleri de, sınırları genişletilen başlıklardan biri olmuştur. Öyle ki bireysel işlenen suçlar dahi bir sendikanın kapatılması için gerekçe oluşturacaktır.
- C) 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Sendika Kanunu (TİSGLK)
Toplu İş Sözleşmesi için getirilen en önemli hükümler baraj konusundaki kısıtlamalardır. Bu noktada bir sendikanın toplu iş sözleşme yetkisine sahip olabilmesi için iki parçalı bir baraj sistemi öngörülmüştür:
- Bir işyerindeki işçilerden en az %50+1 işçiyi örgütleyemeyen sendika, TİS imzalayamaz.
- Bir ya da birkaç işyerini örgütleyen ve buralarda çoğunluğu sağlayan bir sendikanın TİS imzalayabilmesi için, o işkolunda çalışan bütün işçilerin %10’unu örgütlemesi gereklidir.
Bu iki şartın ikisini birden yerine getirmeyen bir sendikanın toplu iş sözleşmesi imzalama yetkisi bulunamayacaktır. Yetki tespiti ise Çalışma Bakanlığı’na yapılacak bir başvuru ve Bakanlığın gerekli koşulların varlığını araştırıp cevap vermesiyle ortaya çıkmaktadır. Toplu iş sözleşmesi görüşmeleri ve uyuşmazlık konusundaki düzenlemeler de, işçi sendikalarının aleyhine hükümlerle yapılmıştır. Uyuşmazlık durumunda ise sendikanın greve çıkabilmesi için ise 145 günlük bir süre öngörülmüştür. Daha önceki TİSGLK’da yer verilmiş olan haklardan biri daha, işçilerin TİS’den doğan haklarını alamadıklarında greve çıkabilmeleri, bu yasada yer bulamamıştır.
Grevin yasak olduğu sektörlere, bir önceki yasa dönemi için saydıklarımızın üzerine itfaiye, temizlik, şehir içi deniz, kara ve demiryolu ile diğer raylı toplu ulaşım hizmetleri de eklenmiştir. Ayrıca grev çadırı kurmak, grev alanında topluca beklemek yasaklanmıştır. Grev süresince de ücret ve diğer ödemelerin yapılmayacağı belirtilmiştir. 47. maddede “grev hakkı […] iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve milli serveti tahrip edecek şekilde kullanılamaz” denilerek, ucu açık bir engelleme imkânı da bırakılmıştır.
Sonuçta, işçi hareketi ve sosyalist örgütlenmeleri ezip geçen 12 Eylül, getirdiği yasalar ile hemen geçmişindeki dönemde yaşanan sınıf mücadelesinin kabarışının tekrarlanmasını engellemeyi hedeflemiştir. Konulan engellerin bu denli geniş çapı da, egemen sınıfın korku boyutlarını göstermektedir. Yeni yasalar ile toplu sözleşme, grev ve hatta örgütlenme hakları, fiili olarak boşa çıkarılmıştır.
SONUÇ OLARAK
Bu yazıyla birlikte konuyu tamamlamış olduk. İlk olarak Osmanlı dönemi işçi hareketlerindeki ilk kıpırdanmalara refleks olarak ilan edilen fermanlar ile son yıllarında çıkarılan kanunları gördük. Ardından CHP’nin çeyrek yüzyıl süren iktidarı boyunca devam ettirdiği gelenek ile Cumhuriyet’e de değişmeden devrolan işçi düşmanlığını. Son olarak da sağladığı kısmi özgürlüklere rağmen işçi düşmanlığı konusunda diğer dönemlerle birleşen 61 Anayasası dönemi ve ardı sıra gelen ve sınıf mücadelesi önüne beton duvarlar örmeye yeltenen 12 Eylül dönemini inceledik.
Buradan ulaşabileceğimiz en önemli sonuç, kapitalizmin bu topraklara ulaşmasıyla birlikte burjuva mantığı ile dönmeye başlayan çarkların, çeşitli dönemler için oluşturulan yanılgılara rağmen, günümüze kadar olan her dönemde aynı kandan beslendiğidir. Yani bugün metal işçilerinin grevini yasaklayarak yeni bir saldırıya imza atan AKP, işçi düşmanlığı kulvarında ne türünün ilk örneği, ne de yalnızca 12 Eylül’ün çocuğudur. Türkiye’de yüz yılı aşkın bir geçmişi olan kapitalist gelişim sürecinin son çocuğudur. İşçi sınıfının ve düşman sınıfın tarihine hatırlamak, hatırlatmak, hafızayı diri tutmak; mücadelenin seyri adına önem taşımaktadır.
* Yazının birinci ve ikinci kısımları Marksist Bakış’ın 44. ve 45. sayılarında yer almaktadır. Yazılara bolsevik.org sitesinden ulaşabilirsiniz.
** Geçmişten Günümüze Türkiye Devrimci Hareketi, Sürekli Devrim Hareketi