Öncesi, Sonrası ve Bugünüyle 15-16 Haziran – Engin Kara
Türkiye işçi sınıfı tarihine adını en baş sıralara yazdıran 15-16 Haziran direnişinin ellinci yılındayız. Kapitalistleri ve burjuva devlet aygıtını ürküten, sendikal bürokrasiyi telaşlandıran bu direniş, gerçekten de anılmayı fazlasıyla hak ediyor. 15-16 Haziran’ı hatırlamanın tam zamanı!
Ama alışkanlık olduğu üzere sadece süslü sözlerle günü geçiştirmek, sıradan zamanlarda görev savma işlevi görse de bugünkü koşullarda yeterli olmadığı da ortada. 15-16 Haziran’ı yaratan koşulları, hareketin kendisini, sonuçlarını analiz etmeye ihtiyacımız var.
1960’lar Boyunca Yükselen İşçi Hareketi
Uzun yıllar boyunca yasal olarak grev hakkına sahip olmayan işçi sınıfı bu hakkı mücadele ederek kazandıktan sonra, 1960’lar yükselen bir sendikal örgütlenme ve grev dalgasına tanıklık ediyor.
Tabloda görüleceği üzere 1961 yılından 1970’e gelene kadar toplam işçi sayısı yaklaşık iki katına çıkarken, sendikalı işçi sayısı üç katına çıkıyor. 1961’de işçilerin %43’ü sendikalıyken 1970’e gelindiğinde bu oran %62’ye çıkıyor.
Yine aynı dönemde işçilerin gerçek ücretlerinde düzenli bir artış yaşandığı görünüyor. (Tabloya dikkat edilirse, gerçek ücretlerdeki yükselişin ciddi şekilde kesintiye uğradığı dönemler 1971 ve 1980 darbelerinin gerçekleştiği dönemler. İşçi sınıfının örgütlü mücadelesine vurulan bu darbelerin önemli sonuçlarından biri de işçi sınıfının kazanımlarının törpülenmesi.)
Bu tabloda ise yine aynı zaman diliminde grevlerde yaşanan artışı görüyoruz. Yasal grevlerin istatistiklerini kapsayan tabloya göre grevler, grev yasalarının çıkartıldığı 1963 yılını takiben patlama yaşıyor. 1970’e kadar da istikrarlı artış devam ediyor.
Grev dağılımına baktığımızda sadece DİSK’li işçilerin değil Türk-İş üyesi işçilerin de yoğunlaşan grev dalgasına dâhil olduğunu görüyoruz. Yani genel olarak ele aldığımızda 1960’lı yıllar, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin geliştiği bir dönem.
İşçi Sınıfının Politik Mücadelesi
Bahsettiğimiz dönem, işçi sınıfının sadece ekonomik meseleler için hak mücadelesi vermesiyle sınırlı değil. 60’ların başlangıcı bile politik hedefleri olan mücadelelerle başlıyor. İlk dönemeç grev hakkı. 1961 Anayasası grev hakkını kâğıt üzerinde tanımış olsa da hakkın kullanımını çıkarılacak yasalara bağlıyor. Ancak iktidar (önce İsmet İnönü’nün başbakanlığındaki CHP-AP koalisyonu, ardından yine İnönü’nün başbakan olduğu CHP-YTP-CKMP koalisyonu) sendika ve grev yasalarını çıkarmak için pek de acele etmiyor. 1961’in son günündeki Saraçhane Mitingi’nden 1963’teki Kavel Kablo grevine uzanan bir mücadele dalgası, işçi sınıfının grev yasalarının bir an önce çıkartılması talebini haykırmıştı.
İşçi sınıfının gündelik ekonomik taleplerden, ulusal çapta etki uyandıran demokratik-politik taleplere doğru gelişen bu mücadelesi, sınıf mücadelesinin dinamiğini göstermesi açısından önemli.
Böyle mücadelelerle açılan 60’lı yılların örgütsel ürünleri de bu politik gelişmenin etkilerini taşıyor. Türkiye İşçi Partisi’nin 1961’de kurulması ve güçlenmesi bunun en önemli örneklerinden. Sendikal mücadele içerisinden gelen isimlerin kurduğu TİP, kuşkusuz işçi sınıfına hitap etmeyi bir dönem boyunca başarmış ve diğer sol örgütlenmelerin bu konudaki alanını da genişletmişti.
Yine DİSK’in kurulmasının kendisini de politik bir gelişmenin ürünü olarak ele almak gerekiyor. Yukarıdaki tablodan hatırlayacağımız üzere, 60’lar boyunca grevlerde Türk-İş de görünür olmaya devam ediyor, 1970’e kadar DİSK’ten daha çok greve imza atıyorlar. Ama gelgelelim Türk-İş’in kuruluşundan gelen hastalıklar var. Türk-İş bir “devletlû sendika”. Burjuva devletle uyumlu, daha kurulurken ona adapte edilmiş bir yere sahip. Her ne kadar 60’ların başlarındaki yükselen işçi dalgasıyla grevlere vb. imza atsa da alttan alta grev kırıcı rolünü de üstleniyor. Bu koşullarda DİSK’in kurulması, işçi hareketinin devletten bağımsız bir örgütlenmeye yönelmesi açısından önem taşıyor.
Dünyada Esen Sol Rüzgârlar
1960’lar bir yandan da dünya çapında rüzgârların soldan esmeye başladığı bir dönem. SSCB’deki Stalinist dönüşümün ve dünya devrimi dalgasındaki yenilgilerin etkisiyle zayıflamış olan sol hava, özellikle 60’ların ikinci yarısında yeniden yükselişe geçti. Türkiye’de daha çok gençlik hareketiyle sınırlı kalmış olsa da 68 hareketi pek çok ülkede devrimci gençlik hareketleriyle kitlesel sınıf hareketinin kaynaşmasına tanıklık etti. Özellikle Fransa’da 68 Mayıs’ı, kitlesel grevlere tanıklık etti. Bu da dünya genelinde sınıf hareketinin daha da devrimcileşmesinin önünü açtı.
Bu süreçte Türkiye’de de grevler sertleşirken kimi yerlerde fabrika işgalleri örnekleri vb. de doğmaya başladı. 60’ların son çeyreği sınıf hareketinin eylemsel radikalleşmesine işaret ediyordu.
Egemen Sınıfın Korkusu
Hal böyle olunca, kapitalistler ve siyasi temsilcileri telaşlanmaya başlamıştı: Yükselen sınıf mücadelesinin durdurulması gerekiyordu. İşçi hareketindeki radikalleşmenin önünü almak için sendikal özgürlüklere darbe vurmayı düşündüler. Türk-İş kongresinde konuşma yapan AP’li Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk “müjde”yi vermişti: “Sendikalar Kanun tasarısının yürürlüğe girmesiyle, Türkiye’de Türk-İş’ten başka işçi konfederasyonu kalmayacak. Yakında DİSK’in çanına ot tıkanacak. DİSK varken genel grev hakkını tanımamız mümkün değildir. İdeolojilerin aleti olan sendikalar temizlenecek.”
İktidardaki Süleyman Demirel’in Adalet Partisi ile ana muhalefet İsmet İnönü’nün CHP’si mecliste anlaşarak bir yasa geçirdiler. Yasa, sendikaların ve konfederasyonların faaliyet yürütmesi için gerekli üye barajını sektörel/ulusal bazda üçte bire çıkartıyor, sendika kurulmasını zorlaştırıyordu. Amaç, Seyfi Öztürk’ün itiraf ettiği gibi ortadaydı: Radikalleşen işçi eylemlerinin güçlendirdiği DİSK’in önünü kesmek.
DİSK’in Yasaya Karşı Tepkisi Ne Oldu?
Kuşku yok ki Haziran mücadeleleri, DİSK’i savunmak adına verildi. Ancak hareketin boyutları DİSK yöneticilerinin ufuklarının çok ötesindeydi. Dahası hareketi dizginlemek için devreye bile girdiler.
Lastik-İş Başkanı ve DİSK Yönetim Kurulu üyesi Rıza Kuas “DİSK Anayasal haklarını kullanarak direnecektir.” dedi. DİSK’in yasa değişikliğine karşı kurduğu eylem komitesi, aynı ifadelerle Süleyman Demirel’e mektup yazmakla meşguldü. DİSK yönetiminin toplantısından çıkan karar ise miting oldu.
DİSK yöneticileri, 14 Haziran’da İstanbul Valiliği’ne miting başvurusu yaptı ancak başvuru reddedildi. Ertesi gün yeniden başvuru yapmayı ve 17 Haziran’da izin alınmış şekilde miting yapmayı düşünüyorlardı.
DİSK yönetimi, Valilik kapısını aşındırdığı sırada ertesi gün kopacak fırtınadan habersiz gibiydi. Hem de günlerdir devam eden işyeri temsilcileri ve üye toplantılarında genel grev kararlılığının işçiler tarafından net bir şekilde ortaya konmuş olmasına rağmen. Bugün dönemin DİSK yöneticilerini parlatanlar, nasıl olur da böylesine “devrimci” sendikacıların kitlenin ruh halinden uzak kaldığını tartışmaya bile yanaşmıyorlar. Fakat tablo, TİP ve TKP gibi örgütlerin etkin olduğu DİSK yönetiminin düzenin sınırlarına riayet etme çabasından kaynaklanıyordu. Konfederasyonun ismindeki “Devrimci” sıfatı dönemin ruh halini yansıtıyordu ama devrimci bir dönüşümü asla düşünmüyorlardı. Tersine mevcut sınırlar içerisinde ekonomik kazanımlarla sınırlı bir programa sahiplerdi.
DİSK yönetiminin tavrını daha net kavramak için TİP ve TKP’nin programlarını da ele almak gerekir. TİP, 1965 seçimleri sonrasında parlamentarizme saplanmıştı. Parti yönetiminin yeni hedefi “bir sonraki seçimlere hazırlanmak”tan ibaretti. Sokak radikalizminden kaçıyorlardı. Dönemin ünlü Milli Demokratik Devrim (MDD) – Sosyalist Devrim (SD) tartışmasında, TİP sosyalist devrim kutbunun temsilcisi olsa da “sosyalist devrim”den anladıkları, “ulusal kalkınmacı” bir modelden fazlası değildi.
TKP ise Stalinizmin tipik temsilcisi olarak Türkiye için “ulusal demokratik devrim” iddiasını ortaya atıyor ve güya “devrimci” mücadelesini CHP’nin arkasına eklemliyordu. Bu siyaset, burjuvazinin “ileri” addedilen kesimleriyle sınıf işbirliğine dayanıyordu ve bağımsız bir işçi sınıfı radikalizmini reddediyordu.
Eylemler başladıktan sonra DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in radyo konuşması, tam da sınıf radikalizmini yasal sınırlara çekme çabası taşıyordu: “İşçi kardeşlerim! İşçi sınıfının bilinçli temsilcileri! Sizlere sesleniyorum. Beni iyi dinleyiniz. Anayasal haklarınız için direndiniz. Direniyorsunuz. Anayasamız, her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizler Anayasa’ya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuzdan, hiçbir hareketimiz Anayasa’ya aykırı olamaz. Ne var ki, bizim aramıza çeşitli maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek girebilirler. Hatta, kötüsü, gözbebeğimiz şerefli Türk ordusunun bir mensubuna kötü maksatla taş atabilir, tahrikler yapabilirler. DİSK Genel Başkanı olarak sizi uyarıyorum.”
15-16 Haziran Ayaklanması
İşçiler, DİSK yönetiminin hantallığını beklemedi. 15 Haziran sabahı işçiler fabrikalardan sokaklara dökülmeye başlamıştı. İstanbul ve Kocaeli hareketin merkeziydi. İstanbul’un sayısız ilçesi işçilerin yürüyüş kollarına tanık oldu, işçiler büyük fabrikaların olduğu bölgelerde toplanmaya ve kent merkezlerine akmaya başladı. Gebze’den İstanbul’a işçiler akıyordu.
Koşullar bir işçi kalkışmasına denk düşüyordu. Devrimci bir işçi sınıfı mücadelesi verenlerin görevi bu isyanı derinleştirmek, işçilerin yasanın henüz mecliste tartışıldığı dönemlerde kurduğu komiteleri genelleştirmek ve sınıf radikalizmini devrimci kanallara taşımaya çalışmak olmalıydı. Zira işçiler sokaklara döküldüğünde, artık mesele sadece yasa değişikliğini protesto etmekten öteye geçmiş ve kapitalist sömürü düzeniyle ve onun devlet aygıtıyla doğrudan bir karşı karşıya gelişe doğru yönelmişti.
Ama gelgelelim TİP-TKP programları sınıf radikalizmine karşı çıkıyordu. Diğer tarafta MDD taraftarı gruplar ise politikalarını “sol cunta” gibi hayallere bağlamıştı. MDD’ciler sokak radikalizmine daha yatkın olsa da bu radikalizmin sınıfsal içeriğinden onlar da yoksundu. “Zinde güçler” dedikleri milli ve demokratik bir devrimin katmanlarını bir araya getirmekle meşgullerdi, işçi sınıfının ancak yedek lastik rolü oynayacağı bir programdı bu. Dolayısıyla MDD’ciler de 15-16 Haziran direnişine devrimci bir yön verme kapasitesinden yoksundu. Hatta böylesine tarihe geçen bir sınıf hareketine rağmen sadece aylar sonra sınıftan kopuk maceracı örgütlenme girişimlerinde bulunacakları.
Egemen Sınıfın Korkusu Paniğe Dönüştü
Kapitalistler için 1970 Haziran’ının bu iki sıcak günü bir devrim provasıydı. Korkuya kapıldılar, kaçanlar oldu. Siyasi iktidar da paniğe kapılmıştı. Tehditler yetmeyince çareyi sıkıyönetimde buldular. 16 Haziran akşamı İstanbul ve Kocaeli’de bir ay süre ile sıkıyönetim ilan edildi. İşçi direnişini bastırmak için asker sokağa indi.
15-16 Haziran bir devrim miydi? İktidar meselesi ortaya konulmuş muydu? Hayır. Ama doğru politik müdahalelerle gerçekten de bir devrim provasına dönüşebilirdi. Devrimci bir duruma doğru gidilen süreçlerde zayıflıklar ve kararsızlıklar, yenilgi anlamına gelir. Kararlı ve açık politik hedefler, süreci olgunlaştırmak için zorunludur.
Nitekim Haziran 1970 direnişinde gösterilen zayıflıklar, kararsızlıklar sonrasında hemen ertesi yıl 12 Mart darbesi gerçekleşecek ve egemen sınıf, Türkiye kapitalizmine “bol gelen” anayasal özgürlükleri bir ya da birkaç beden daraltmaya çalışacaktı. Ancak sınırlı karşı-devrim, yükselen sınıf hareketini tamamen kesmeye yetmeyecek, 70’ler daha da büyümüş olan işçi sınıfı mücadelelerine tanıklık edecek ve karşı-devrimin net saldırısı 1980’deki 12 Eylül darbesi ile gelecekti.
Hareketin Kazanımları
15-16 Haziran direnişi, askeri zor ve sendikal bürokrasinin ürettiği rıza ile sona erdirildi. Devrimci öznelerin işçi hareketi içinde öne çıkmış olduğu koşullarda, hareketin daha da büyümesi, hem coğrafi olarak diğer şehirlere hem de içerik olarak doğrudan burjuva düzene karşı derinleşmesi pekâlâ mümkün olabilirdi. Ama işçi sınıfı iktidarını hedefleyen devrimci öznelerin yokluğu koşullarında, kendiliğinden bir kalkışma, tarihe geçse de iktidara geçemezdi.
Hareket fiziken sona erdi, hatta takip eden süreçte yüzlerce, binlerce işçi önderi işlerinden atıldı. Aylar sonra 12 Mart darbesi ile burjuva devlet rövanşa girişti.
Ama her şeye rağmen, egemen sınıflar işçi sınıfının gücünü görmüştü ve ellerinde pek fazla seçenek kalmadı. Anayasa Mahkemesi kararı aracılığıyla yasayı iptal etmek zorunda kaldılar.
Dahası, 15-16 Haziran, 12 Mart öncesi dönemin kapanış salvosuysa, 1970’lerde kabararak yükselecek olan sınıf mücadelesi dalgasının açılış salvosu olarak da tarihe geçti. 15-16 Haziran’da işçi sınıfının dişiyle tırnağıyla koruduğu sendikal özgürlükler, 70’ler boyunca işçi hareketinin örgütsel gelişimine müsait bir ortam sağladı.
15-16 Haziran’ı Hatırlarken: Bugünkü Görevlerimiz
Yaygın olduğu üzere 15-16 Haziran’ı bol bol güzelleyip görev savmak hiçbir işe yaramıyor. Bu yüzden de bugün 15-16 Haziran’a dair söylenenler, işçi sınıfının kulağına pek ulaşmıyor.
Önce, 15-16 Haziran’ın “kendiliğindenliği”ne değinelim. Bu demek değildir ki hiçbir şey yokken bir sabah işçiler uyandı ve sınıf olmaya, sınıf olarak davranmaya ve mücadele etmeye karar verdi. Arkada 60’lar boyunca verilen mücadelelerin birikimi vardı. 1960’a kadar verilmeye çalışılan mücadelelerin enerjisi vardı.
Hareket, örgütlü bir plana uygun olarak gelişmemesi anlamında kendiliğinden olabilir ama kesinlikle kendi kendine olmadı. Yıllar boyunca bu mücadeleye harcanan emekler olmasaydı, DİSK de kapatılırdı, gerekirse Türk-İş de kapatılırda da kimsenin gıkı çıkmazdı.
Bugün ise başka koşullardayız. Elbette verilen, verilmeye çalışılan birçok işçi mücadelesi var. Ama işçi sınıfı saflarında örgütsüzlük, dağınıklık, kendi kendinelik hüküm sürüyor. 15-16 Haziranlar kesinlikle sadece geçmişte kalan fenomenler değil. Ama benzer hikâyeler yazmak istiyorsak, bunun için emek harcamak, işçi sınıfını örgütlemek ve mücadeleyi derinleştirmek zorundayız.
Mesela gündemimizde bilmem kaçıncı defa kıdem tazminatının gasp edilmesi var. İşçi sınıfı için hayat memat meselesi. Olur da AKP işi bu defa ya da bir sonrakinde ciddiye alır ve meclise getirirse konfederasyonlar ne yapacak? Basın açıklaması mı? Yöneticilerini bile zor topladıkları mitingler mi? Kıdem tazminatını savunmak, 1970’de sendikal özgürlükleri savunmakla eşdeğer bir güç gerektiriyor.
Birbirimizi kandırmayalım. İşçi sınıfı kendi kendine sokağa dökülmez. “Kendiliğinden” bile olsa sokağa dökülecekse, bu yolda hazırlıklar, en azından çabalar olmalıdır. Sınırlı alanda bir ya da birkaç tekil özne bile bazen kitlesel hareketlerin önünü açabilir. Ama sınıf düzeyinde bir mücadeleden bahsediyorsak bunu arzu etmek ya da gerçekleşmiyor diye hayıflanmak, devrimcilik değil başka bir şeydir. Sınıf düzeyinde bir mücadeleden bahsedeceksek, bunu örgütlemek zorundayız.
Son yıllarda, giderek genişleyen işçi örgütlenmesi deneyimlerimiz oldu. İstanbul’un ilçelerinde daha şimdiden yayılan ve diğer şehirlerde de bağlantıları oluşmaya başlayan Tekstil İşçileri Güç Birliği çalışması, bizim için doğru olduğu kadar da öğretici bir çalışma.
Yeni 15-16 Haziran’lar için bu gibi girişimleri çoğaltmak zorundayız. İşçi hareketinde gözle görülür bir tıkanma var. Bunu tespit edip küplere binmek işe yaramıyor. Buna gözlerini yummak da işe yaramıyor. İşçi sınıfından topuklarını vura vura kaçanlara zaten söylenecek bir şey yok.
Karşımıza yeni 15-16 Haziran fırsatları çıkması için, 1970’de konulan çıtayı aşabilmek için görev başına!
Kaynakça
Petrol-İş Yıllıkları
Derinden Gelen Kökler, Sosyal Tarih Yayınları / Birleşik Metal-İş