Nereden Geldik Buraya? – Güneş Gümüş
Başlığımızı oluşturan bu soru, aslında birkaç ay önce İstanbul’da açılan, 1980 sonrasında darbenin gölgesi altında serbest piyasa ekonomisine geçiş dönemini görsel olarak ele alan bir serginin teması. Sergi, 12 Eylül’le dizginlerinden boşalan neoliberal dönemin başlangıcından bir pencere açarak bugünlere nasıl geldiğimizi ortaya koymayı dert edinmiş. Biz ise, bu yazıda aynı soruya, hatta aynı dönemi bir dönüm noktası kabul ederek yanıt arayacağız; ancak referans noktamızı biraz geriden alarak. 1960’lar ve 70’ler boyunca ülkede milyonlarca insanın kalbinin soldan attığı, onbinlercesinin sosyalizm mücadelesi uğruna canı cebinde kavga verdiği günlerden bugünlere nasıl geldik? Yoksul emekçiler Türkiye sosyalist solunun coşkun ırmağını besleyen dereler iken bu dengeler nasıl değişti? İşte bu yazı dizisinde yanıt aradığımız sorular bunlar olacak. Elbette ki bu sorular basitçe cevap verilecek sorular değil; ancak biz ekonomi politik değişimlerin sınıf mücadelesinin seyrine etkilerini (ve dolayısıyla bugünkü siyasal konjonktüre yansımalarını) 12 Eylül darbesi ve devamında yaşama geçirilen neoliberal politikalar çerçevesinde ele almak gayesindeyiz. Derdimiz tespitler yapıp konuyu kapatmak değil tabii ki. Yazının bu ilk bölümünde neoliberalizmin işçi sınıfına yansımalarını ele alarak başlayacak; yazının 2. bölümünde ise sınıf mücadelesinin bu bağlamda gösterdiği gelişim seyrini inceleyerek bu cendereden çıkış için çözüm önerileri, mücadele yollarını tartışma konusu yapacağız.
Bir Dönüm Noktası Olarak 12 Eylül
12 Eylül darbesi döneminde “resmi rakamlara” göre 650 bin kişi gözaltına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, 230 bin kişi sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı, 45 bin kişi hapis cezası aldı, 7 bin kişi hakkında idam cezası istendi, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı… 45 milyonluk bir ülkede darbenin balyoz indirdiklerinin sayısına baktığınızda 1970’lerde mücadelenin toplumun hücrelerine sinmiş olduğunu görürsünüz. Zaten Türkiye egemen sınıfları açısından dünya çapında kapitalizmin krizine bir çözüm olarak geliştirilen yeni bir birikim modeline (neoliberalizme) geçiş için askeri darbeyi gerektiren de sınıf mücadelesi ve politik mücadelenin bu ölçüde güçlü olması; olağanüstü bir rejim olmadan işçi sınıfı ve sosyalist solun hakkından gelmenin mümkün olmaması olmuştur. Dünya ölçeğinde derin çelişkilerin beslediği sınıf mücadelesinin ateşli geçtiği gelişmekte olan ülkelerde neoliberalizm ancak askeri darbeler, otoriter rejimler eliyle yaşama geçirilebilmişti. Kaldı ki kapitalizmin merkez üslerinde de neoliberal çağ, muhafazakarlık ve liberalizmin birleştirmiş siyasal aktörlerin işçi sınıfına karşı saldırgan mücadeleleriyle hayat bulmuştu; İngiltere’de Thatcher Büyük Madenci Grevi’ni, ABD’de Reagan hava trafik kontrolörlerinin geniş çaplı grevini sertlikle ezerek yollarını açmışlardı.
1970’lerin sonundan başlayarak 1980’lerden itibaren dünya çapında yaşama geçirilen neoliberal politikaların amacı, 1970’lerin ortasında artık sürdürülemez olan kar oranlarının düşme eğilimine bir son vermekti. Bunun yolu emeğin sömürü oranının artırılması yoluyla krizin faturasının emekçi sınıflara yüklenmesi ve böylece sermayenin yeniden yapılanmasının sağlanmasıydı. Peki bu nasıl olacaktı? Yeni bir üretim örgütlenmesinin yaşama geçirilerek emek üretkenliği ve emek yoğunluğunun artırılmasıyla. Tabii ki sermaye sınıfının krizden çıkış reçetesi emekçi sınıfların doğrudan sömürüsünün artırılmasıyla sınırlı da değildi, toplumların onlarca yıldır yarattığı, devlet tarafından kontrol edilen kaynakların sermaye lehine el değiştirmesi gibi sermaye birikimi için birçok yeni yöntem de bulundu.
Esnek-Kuralsız-Parçalanmış Çalışma Yaşamına Merhaba
Marks, kapitalist üretim biçimi altında artı-değerin tek kaynağı olduğunu söyler: işçinin karşılığı ödenmemiş emek-zamanı. Bu ne demektir? Kapitalizmde işçinin emek gücü bir meta haline gelmiştir. Her meta gibi onun da ikili bir özelliği vardır; hem kullanım değerine (yani onu satan alan sermaye açısından bir yararlılığa) hem de bir değişim değerine (yerine konulmasının maliyeti) sahiptir. Emek-gücünün kullanım değeri onun sermaye için değer üretmesi veya değer üretilmesine yardımcı olmasıdır. Değişim değeri ise yeniden üretilmesinin (ertesi iş gününe gelebilmesi, yeni işçi kuşaklarını yetiştirmesinin maliyetinin karşılanması gibi) maliyeti olan ücretidir. Özel bir meta olan emek-gücü, değişim-değerinden daha büyük bir kullanım-değeri yaratabildiği için artı-değer ortaya çıkışını sağlamaktadır. Şöyle ki bir işçi günlük 8 saat çalışıyorsa (günümüz koşullarında neredeyse bir mucize!), örneğin bu çalışmanın 5 saatiyle kendi ücretinin karşılığını verirken aslında 3 saat patronu için çalışmakta; bu artı emek-zamanı artı-değerin ve onun sömürüsünün kaynağı olmaktadır. Bütün artı-değerin kaynağı işçinin kendi ücretini karşılamak için çalıştığı süreden arta kalan emek zamanı ise sermayenin en büyük kaygısı da bu süreyi uzatmak olmaktadır. Bunun temelde iki yolu vardır. Birincisi mutlak artı-değer olarak Marks tarafından nitelenen çalışma süresinin uzatılmasıyla doğrudan artı emek-zamanının uzatılmasıdır ki bunun fiziki sınırları olduğu fark etmek için müneccim olmaya gerek yoktur. (Türkiye’de emekçi sınıfların bu fiziki sınırlara yaklaştığımızı söylesek abartmış olmayız.) İkinci yol ise emek üretkenliği ve emek yoğunluğunun artırılarak işçinin ücretini kazanmak için çalıştığı sürenin kısaltılması yoluyla artı emek-zamanının uzatılmasıdır ki Marks buna göreli artı-değer ismini verir. Ki bu yol, kapitalistler tarafından en çok başvurulan yoldur. Nasıl mı? 1980 sonrası yaşama geçirilen yeni çalışma örgütlenmesi üzerinden bunun biçimlerini gelin birlikte ele alalım…
İşyerinin ve İşgücünün Parçalanması
Post-Fordizm, Toyotizm gibi kavramlarla nitelenen bu yeni çalışma örgütlenmesi modeli, işyeri ve işgücünün parçalanması üzerinden ilerler. Bir yanda çekirdek işgücü denilen vasıflı işgücünün çalıştığı kitle üretimi yapmaya devam eden ana sanayi işletmeleri, diğer yandan çeperdeki işçilerin istihdam edildiği daha küçük ölçekteki yan sanayi ya da tedarikçi işletmeler. Küçük ve orta ölçekte üretimin çapı büyürken bu üretim, ana sanayiden ayrı örgütlenebileceği gibi ana sanayi ile birlikte farklı işverenler eliyle de gerçekleştirilebilir. Örneğin geçtiğimiz yıl önemli bir mücadeleye ev sahipliği yapan Greif fabrikalarında çalışan 1500 işçinin sadece 228’i kadrolu iken geri kalan işçiler 44 farklı taşeron şirkete bağlı olarak aynı fabrika içinde çalışmaktadır.
Bugün işyerinin ve işgücünün parçalanmasının en somut ifadesi taşeronlaşma sistemi olmuştur. Türkiye’de iş yasalarına 1980 sonrasında yapılan düzenlemelerle kamuda asıl işlerin kadrolu çalışanlar eliyle yürütülmesi, yardımcı işlerin taşerona devredilmesi mümkün kılınmıştır. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren ilk olarak belediyelerde çöp toplama, temizlik gibi hizmetlerin taşerona devredilmesiyle kamuda başlayan süreç, emek-gücünün önemli bir kısmının taşeron işçi haline gelmesine doğru ilerlemiştir. Kayıtlı olarak çalışan ücretli sayısının yaklaşık 13 milyon olduğu Türkiye’de taşeron bünyesinde kayıtlı olarak çalışan nüfus 1,6 milyona dayanmıştır.
İşyeri ve işgücünün bölünmesinin sınıf mücadelesinin gelecek seyri açısından çok önemli etkileri olmuştur. İşgücünün çekirdek ve çevre işçi olarak bölünmesi işçi sınıfının birliğinin parçalanmasına hizmet etmiştir. Nitelikli çekirdek işgücü daha iyi çalışma koşulları, sosyal haklar, ücret ve iş güvencesi sahibi iken daha vasıfsız çeperdeki işçiler düşük ücrete, güvencesiz çalışmaya, çalışma saatlerinin uzamasına mahkum olunca iki grup arasında çıkar farkları varmış gibi görünmüştür. Oysa ki işçi sınıfının giderek daha büyük kesimlerini oluşturan çeperdeki işçilerin ücretlerinin düşürülmesi sonuçta emek gücünün toplumsal maliyetini ucuzlatarak çekirdek işgücünün gelecek ücretlerinin de düşmesi yönünde etkide bulunmuştur. Diğer bir yandan da işyerinin çapının küçülmesi işçi sınıfının kolektif mücadele ve örgütlenme imkanlarının sınırlanmasını beraberinde getirmiş; sendikalaşma oranları büyük oranda düşüş yaşamıştır. İşçi sınıfının örgütlü cevap verme yeteneğine indirilen bu darbe, birlikte hareket eden sermaye karşısında dağılmış, parçalanmış hale getirilen işçi sınıfının güçsüzleşmesine yol açmıştır.
Çalışma Bakanlığının verilerine göre 2002’den 2014 yılına kadar asgari ücret karşılığında çalışan sayısı iki katına -5 milyona- çıkmış durumda. 1980’ler boyunca işçi sınıfının reel ücretlerindeki düşüş aşağıdaki tablodan da görülebilir:
İşyeri ve işgücünün parçalanmasının diğer bir önemli sonucu da örgütlenmenin sekteye uğramasıdır. İşyeri çapının küçülmesi, patron karşısında daha zayıf ve dolayısıyla savunmasız hale gelen işçinin sendikalaşmasının önünde bir engele dönüşürken sendikalara karşı ideolojik bir saldırı da örgütlenmeyi zorlaştıran diğer bir faktör olmuştur. 12 Eylül darbesi, 1970’ler boyunca işçi sınıfı mücadelesinin öncü gücü olmuş (var olan sendikal örgütlenmeler içinde) DİSK’i kapatarak sendikalaşmaya büyük darbe vurmasının yanında çalışma yaşamındaki değişimler de orta vadede sendikalaşma oranının dip yapmasına yol açmıştır. 1980 sonrasında yasal değişikliklerle sendikaların en güçlü silahlarından toplu sözleşme hakkının kullanılabilmesi için %10 işkolu barajının aşılması gerekliliği getirilmiş; siyasi grev, dayanışma grevi, genel grev yasaklanmış; devlete grev erteleme hakkı verilmiş; lokavt yasallık kazanmış; grevde anlaşma sağlanamaması halinde bir şekilde devlete bağlı hakem heyeti son karar merci haline getirilmiş; sendika üyesi olmak için notere başvurmak zorunlu kılınmıştır(bu son madde yakın zamanda kaldırıldı). Kısacası sendikal örgütlenmenin gelişmesinin önünün alınmasında yasal imkanlardan da olabildiğince yararlanılmıştır. Sonuç ortadadır; Aziz Çelik’in hesaplarına göre 1980lerden başlayarak sendikalaşma oranlarında ciddi bir düşüş yaşanmaktadır:
Yıl | Toplam İşçi Sayısı | TİS Kapsamındaki İşçi Sayısı | Sendikalaşma Oranı |
1986 | 3.075.343 | 1.627.040 | 52,9% |
1991 | 3.513.064 | 1.573.401 | 44,8% |
1996 | 4.051.295 | 1.281.768 | 31,6% |
2001 | 4.562.454 | 984.073 | 21,6% |
İş İlişkilerinde Değişme
Bu dönemin yükselen değeri iş ilişkilerinin bireysel bazda kurulmasıdır. Kolektiviteye dayanan toplu sözleşmenin yerini bireysel iş sözleşmeleri ve bu sözleşmelerle ilgilenen insan kaynakları bölümleri almıştır. Bu dönemin vurgusu bireysellik, farklılık, çeşitlilik olmuş; aslında sermaye sınıfının karşısında emekçi yalnızlaşırken, performansa dayalı çalışma temelinde emek sömürüsü artırılarak işçiler arasında rekabet körüklenmiştir.
Neoliberal çağ sömürülecek emek çoğaltmış; hizmet sektörü genişleyerek bu alan metalaşmıştır. Hizmet sektöründeki çalışma ilişkileri bireysel iş sözleşmesine, rekabete, performansa dayalı ücrete en açık alan olmuştur. Böylece patron emekçi ve onun çalışması üzerindeki kontrolü hat safhaya çıkmıştır.
Toplam kalite yönetimi gibi uygulamalarla çekirdek işçiler kendi kendine denetim uygulayan, böylece emek denetleyicilerini gereksizleştirerek emek-zamanınından tasarruf eden ve de üretimdeki hata payını en aza çekilmesini sağlayarak üretim maliyetlerini düşüren bir nitelik kazanması yönünde adım atılmıştır. Toplam kalite yönetimi, toplam kalite çemberleri gibi uygulamalar, işçinin üzerinde kendi iş arkadaşları tarafından üretkenlik ve disiplin baskısı yaratılarak hem sömürü oranı artırılmış hem de işçiler birbirlerine düşürülerek ortak mücadelelerinin önü alınmasına hizmet edilmiştir.
İş ilişkilerinde bahsettiğimiz değişimler işçi sınıfının sermaye karşısında güçsüzleşmesini, kendi içinde rekabet temelinde parçalanmasını sağlamaktadır.
Esnek Çalışma
Fordizmin üretimdeki katılığını aşmak iddiasındaki, neoliberalizmin yeni çalışma örgütlenmesi modelinin en büyük niteliklerinden biri esnekliktir. Bu esneklik çok boyutludur; çalışma sürelerinin esnekliği, üretim sürecinin esnekliği vb. Bahsi geçen her tür esneklik işçi sınıfının çalışma yaşamı üzerindeki kontrolünü azaltıp kapitalistlerin kontrolünü artırmıştır.
Part-time (kısmi zamanlı) çalışma, çağrı üzerine çalışma gibi oldukça yaygınlaşan çalışma biçimleriyle çalışma süreleri, çalışma periyotları esnekleşirken aslında toplam çalışma süresi uzamıştır. Onlarca yıldır işçi sınıfının uğruna mücadele verdiği 8 saatlik işgünü sınıfın büyük çoğunluğu için bir rüyadan öte bir anlam taşımamaktadır. DİSK’e bağlı Sosyal-İş Sendikasının hazırladığı “Türkiye’de Çalışma Süreleri Sorunu” araştırmasına göre “1988 ile 2012 yılları karşılaştırıldığında, Türkiye’de fiili çalışma sürelerinin giderek arttığı ve yasaya aykırı aşırı uzun çalışma sürelerinin istisnadan kurala dönüştüğü de görülüyor. 1988 yılında tam zamanlı çalışan ücretlilerin yüzde 73’ü haftada 40-50 saat arası, ücretlerin yüzde 27’si haftada 50 saatten fazla çalışıyordu. Ancak 2012 yılına gelindiğinde haftada 40-50 saat arası çalışanların oranı yüzde 50,8’e düşerken, haftada 50 saatten fazla çalışanların oranı yüzde 49,2’ye yükseldi. Son 25 yılda tam zamanlı çalışan ücretlilerin haftalık ortalama çalışma süresi, 47,6 saatten 52,1 saate çıktı, çalışma süresi yaklaşık 5 saat arttı… Türkiye’de tam zamanlı çalışan ücretlilerin yüzde 19’u haftada ortalama 55 saat, yüzde 21,4’ü haftada ortalama 65 saat, yüzde 8,8’i haftada ortalama 75 saat çalışıyor…”
2010 tarihli aşağıdaki verilerden OECD ülkelerinde kısmi zamanlı çalışmanın alanının ne kadar geliştiğini de görebilirsiniz:
Ülkeler | Kısmi Zamanlı Çalışma Oranı |
Hollanda | %37,1 |
İngiltere | %24,6 |
Almanya | %21,7 |
İtalya | %16,3 |
Fransa | %13,6 |
G.Kore | %10,7 |
Yunanistan | %8,8 |
Türkiye | %11,5 |
OECD Ortalaması | %16,6 |
Türkiye’de 2009’dan 2013’e part-time çalışan sayısı %30’dan fazla artarak 3,2 milyona kadar ulaşmıştır. Kıdem tazminatı, emeklilik hakkı gibi birçok sosyal hakkı ortadan kaldıran kısmi zamanlı çalışma, işgücünün en zayıf kesimlerini hedeflemektedir. Türkiye’de bahsedilen kısmi zamanlı çalışanların yarısı 40 yaşın altında iken bu kitlenin %60’ını kadınlar oluşturmaktadır. Çalışma yaşamında dezevantajlı gruplar daha da dezavantajlı hale getirilmektedir. Kısmi zamanlı işler günlük çalışma saatlerine çok yakın süreler çalışıldığı halde, ücretlerin ciddi oranda düştüğü, yıllık izin, doğum izni gibi ücretsiz izin hakkının ortadan kalktığı, sağlık güvencesinden yararlanmak için gerekli sigortalı gün sayısını toplamanın mesele haline geldiği koşullar yaratmaktadır emekçi sınıfların ciddi bir kesimi için.
Kuralsızlaştırma
Neoliberalizmin olmazsa olmalarından biri ekonomik alanda kuralsızlaştırmadır. Kurallar, iş yaşamının düzenlenmesi; kapitalistin sömürüyü artırmak için her geçen gün yeni icatlarla ortaya çıkmasına bir engel teşkil eder. Dolayısıyla emek piyasasının her türlü kuraldan azade olması gerekmektedir. Küçük çapta üretimin alanının genişlediği bu dönemde sigortasız çalışma gibi kuralsızlığın tavan yaptığı durumların önü iyice açılmıştır.
Ekonomik alanda kuralsızlaşmanın önemli bir ayağını devletin ekonomik faaliyetten el çekerek bu alanı sermayenin istediği gibi at oynatmasına terk etmesi oluşturmaktadır. Bunun önemli bir gerekliliğini geçmiş dönemlerin birikimlerini sermayeye transfer etmesi anlamına gelen özelleştirmeler oluşturmaktadır. Aslında bu noktada belirtmek gerekir ki neoliberalizm devletin bütün düzenleyici rolünün, müdahalelerinin ortadan kalkmasını değil devletin gerektiğinde sermaye lehine piyasaya müdahalesini içerir. Örneğin iş yasalarının sermayenin çıkarlarına uygun şekilde yeniden düzenlenmesi ya da sermayenin çıkarları çerçevesinde gerektiğinde kolluk güçleri/yargı eliyle müdahalelerle (grev erteleme, grevci işçilerin dağıtılması vb.) neoliberalizmin elbette ki hiçbir sorunu olamaz.
Özelleştirmeler sadece yıllarca birikmiş kamu yatırımlarının özel sermayeye aktarılması demek değildir; kamuda çalışan işçilerin avantajlı koşullarının (daha iyi ücret, sınırları belirli çalışma saatleri, iş güvencesi gibi) ortadan kalkması da demektir. Özel sektörün eline geçen eski KİT’lerde ücretler düşer, çalışma süreleri uzarken bir yandan da işten çıkarılan sayısı artmakta, sendikalı sayısı azalmaktadır.
Sermayenin kuralsızlaşma uygulamalarından en çarpıcı olanlarından biri de çalışma yaşamında hiçbir kuralın kalmadığı çalışma biçimlerinin yaratılmasıdır. Örneğin Türkiye’de yakın zamanda yaşama geçirilen Özel İstihdam büroları ve yolda olan kiralık işçilik gibi uygulamalar emekçi sınıfların bütün kuralların (çalışma saatlerinin, ücretin, patronun kim olduğunun belirliliği gibi) ortadan kalktığı çalışma koşullarına mahkum edilmesi demektir. Bir devlet kuruluşunun ihale yoluyla gerçekleştirdiği İstanbul’daki üçüncü köprü inşaatında alt işverenlerden (taşeronlardan) birine bağlı olarak çalışan 500 işçinin ücretlerini alamadığı için geçen yılki eylemlerini hatırlarsınız belki. İşin asıl sahibi olan devlet ihaleyi alan ana firmaya ödeme yaptığını, ana firma daha sonra işçi ücretlerini ödemeden ortadan kaybolan alt firmaya ücretleri verdiğini söyleyerek sorumluluktan kaçınıyor; ortada kalan işçilerin ücretlerini ödemeye yanaşmıyordu. Artık patron bile belli olmayabiliyor! Düşünsenize; ortada mücadele edilecek düşman bile yok! Kiralık işçilik uygulaması da bu durumdan çok farklı değildir.