“Mekanın Sahibi” Geri mi Döndü?: Derin Devlet Tartışması – Güneş Gümüş

“Mekanın Sahibi” Geri mi Döndü?: Derin Devlet Tartışması – Güneş Gümüş

Bir süre önce Gazete Duvar’da ‘Mekanın Sahibi’ Devlete Geri Döndü başlığıyla bir yazı yayınlandı. Oktay Candemir’in yazısı kendi başına bir parlaklık taşımasa da benzer görüşler özellikle Kürt hareketi ve liberal solda oldukça yaygın olduğundan mesele ele alınmayı hak ediyor. Yazının temel argümanının ifade ettiği gibi gerçekten “mekanın sahibi” (derin devlet) geri mi geldi, yoksa yazarımız “mekan sahipliği” meselesini anlamamış mı? Cevaba Troçki’nin Sürekli Devrim perspektifi ışık tutacaktır.

Yazı, 1996 Susurluk kazası sonrası geri çekilen derin devletin, “Rojava’da ortaya çıkan yeni durum, Irak’ta Barzani’nin bağımsızlık referandumu, Türkiye’de meydana gelen Gezi ve Kobanê olaylarının ardından” devletin geri plandaki yönetimine geri dönmüş olduğu iddiasında. Analizler ‘devleti Erdoğan da yönetmiyor’ noktasına kadar varırken haliyle asıl ipler derin devletin elinde oluyor. Derin organizasyonun devletin başına geçişinin işareti olarak da Mehmet Ağar, Tansu Çiller, Devlet Bahçeli, Doğu Perinçek gibi isimlerin AKP’ye yönelik azimkar desteği ve Ağar’a yakın olduğu söylenen Soylu’nun İçişleri Bakanı olması gösteriliyor.

Bu analizi ortaya atanların uzun iktidarı boyunca AKP ile açık ya da örtülü ittifaklar ya da anlaşmalar yürütmüş unsurlar olması boşuna değil. “Benim ilişkiye girdiğim AKP bu değildi”, “ben hata yapmadım”, “bu sonuca katkı sunmadım”… Sol liberaller ve HDP çevresindeki unsurlardan bahsediyoruz.  

Fabrika Ayarları

Öncelikle derin devlet kavramını tartışarak başlayalım. Devletin iç ve dış düşman belledikleriyle mücadele etmek için kendi yasal sınırlarının ötesine çıkmasını sağlayan çeşitli yapılanmalar olarak tarifleniyor derin devlet. Bu anlamıyla derin devlet belirli şartların özel ürünüdür. Netice itibariyle her devlet doğası gereği kurulu düzeni korumak ve düşman bellediklerini zayıflatmak isteyecektir. Bu bağlamda her burjuva devletin temel refleksi devrimci hareketleri, radikalleşebilecek çeşitli mücadeleleri ve ulusal-dini azınlıkların faaliyetlerini yakından takip etmektir. Bu iş için her devletin özelleşmiş istihbarat birimleri, siyasi polisleri ve diğer silahlı unsurları bulunur. Takip altındaki toplumsal hareket ve örgütlenmelerin yarattığı tehdit büyürse egemen sınıf olağanüstü hal, sıkı yönetim, askeri darbe ya da faşist diktatörlükler örgütleyebilir. Bunların başarılı biçimde örgütlenmesi her şeyden evvel mücadelenin gidişatına bağlıdır. Burjuvazi bu tarz olağanüstü rejimleri örgütlemeyi başarırsa devlet terörü ya tamamen ya da büyük ölçüde yasal hale gelir. Ama eğer egemen sınıflar demokrasi maskesini tamamen atmayı tercih etmiyor, ama bir yandan da “iç düşmana” karşı ellerinin kollarının hak-hukuk vb ile bağlanmasını istemiyorlarsa işte o zaman burjuva yasallığının dışına çıkan bir takım devlet organizasyonları gerekli oluyor. Bu tarz organizasyonlar seçilmiş hükümetlerin işlerine müdahale etmenin yanı sıra yargısız infazlar, sabotajlar, sistematik işkence, kanlı provokasyonlar vb’ni gerçekleştirirler. İşin özeti, burjuva devlet sınıf mücadelesinde koşullara göre bazen yasalara uygun olarak bazen de kendi kanunlarını çiğneyerek devlet terörü uygular. Bu yöntemlere pek sık başvurmayan burjuva demokrasilerinin yumuşak yüzü de aslında maskeden başka birşey değildir. En gelişkin Batı Avrupa örneklerinden de örnekler verebiliriz, başı sıkıştığında bu işlere girişmeyecek bir burjuva devlet yeryüzüne henüz gelmemiştir, geleceği de yoktur.      

Kısacası derin devlet uygulamalarını burjuva devletin sınıf doğasından ayıramayız. Tersi burjuva demokrasisi güzellemelerini ifade eden bir çeşit aldatmaca olacaktır. Sanki, Lenin’in kelimeleriyle “bir sınıfın diğer sınıfları egemenliği altında bulundurduğu örgütlenme” olan devlette sıkıntı yok da mesele Gladyo olur, Kontragerilla olur, derin devlet olur onun sınırlarının dışına taşmış yapılanmalarmış gibi. Oysa ki burjuvazinin saldırganlığını yansıtan devlet terörünün sınırlarını belirleyen şey, emekçi halkın, ezilenlerin ya da rakip devletlerin oluşturduğu tehdidin şiddetidir. 

Devlet yapılanması statik değildir; bir noktada gösterdiği tavrı başka bir konuda göstermeyebilir. Mesela İngiltere’de polis silah taşımaz. Bu egemen sınıfın kendi hegemonyasına güveninin bir ürünüdür. Boşuna da değildir. 2001’de Irak’ı bombalamaya giden uçakların kalktığı havalimanının yanı başında 2 milyon insan savaş karşıtı miting yapar ama teller yıkılıp havalimanı işgal edilmez mesela. Diğer taraftan Kuzey İrlanda’da sertliğin dozu İngiliz devleti açısından bambaşkadır. Yeri geldiğinde İngiliz istihbaratı bir stadyum dolusu insanı otomatik silahlarla tarayabilir. 

Unutmamak gerekir devletin rızadan zora kayışı (ya da tersi) tamamen koşullara bağlıdır. Bu koşulları oluşturan da egemen sınıfın yönetebilme kapasitesi ve ezilenlerin, sömürülenlerin örgütlenme-radikalleşme eğilimleridir. İspanya Devleti, Katalanlar ayrılmak istediğinde birden canavara dönüşebilir ya da Sarı Yelekliler etkili bir protesto dalgası yarattığında Fransa polisi Türkiye polisini geride bırakabilir. Örnekleri daha da sertleştirelim. Örneğin Yunanistan borç krizinin dibini boylamışken toplumsal muhalefeti sindirmek için faşist Altın Şafak örgütü Yunan egemenleri tarafından, AB gözetiminde, bir iç savaş hazırlığı olarak Balkanlar’da kontra eğitimlerden geçirilmişlerdir. Kriz Syriza yardımıyla bir isyan dalgası yaşanmadan atlatılınca Altın Şafak da bir kenara atılmıştır. Bunlar yakın tarihli öyküler, tarihe bakıldığında benzer birçok örnekle karşılaşılacaktır. Yani burjuva devletin vazgeçilmez formu liberal parlamenter düzen değildir; tek vazgeçilmezleri vardır sınıf iktidarları. Onu güvende tutmak için yapmayacakları yoktur, sadece Türkiye’de değil dünyanın en gelişmiş ülkelerinde de.

Gelelim Türkiye gibi kapitalizmle geç tanışmış ülkelerdeki duruma. Gramsci’nin işaret ettiği hegemonyayı oluşturan zor ile rızanın birlikteliğinde hangisinin öne çıkacağının belirleyeni egemen sınıfın gücü ile sömürülen sınıfların, ezilenlerin mücadele dinamikleridir. Troçki, sürekli devrim tezlerinde kapitalizmle geç tanışan ülkelerde burjuvazinin zayıf, kaypak ve iradesiz olduğunu belirtir, bu yüzden de toplumsal hegemonya kurabilme kapasitesi pek azdır. Bunun yanında eski toplumsal dokudan alınan ya da yeni üretilen çelişkiler, tehdit edici büyük bir yumak gibidir. Burjuvazi, toplumun önemli bir kesimi üzerinde rızaya dayalı bir hegemonya oluşturamadığından ve/veya şiddetli çelişkiler nedeniyle kendisini risk altında hissettiğinden devlet sopasının gücüne güvenerek ayakta kalmak durumundadır.

Bu tarz ülkelerde Batı’nın görece istikrarlı ülkelerindeki olağan burjuva demokratik işleyişe pek yer yoktur. Özellikle işlerin egemen sınıf açısından kötü gittiği koşullarda türlü yöntemlere kapı açılır. Dolayısıyla bu ülkelerdeki sıkıntı derin devletin varlığı değildir; aslen rejimin demokratik olabilme kapasitesi budur. Ayakta kalmak için egemen sınıf adına iktidara kim taşınırsa taşınsın gerektiğinde kanlı yöntemleri kullanmaktan geri durmayacaktır. Yani mesele sol liberallerin fetiş haline getirdiği İttihatçılıkla, Kemalizmle sınırlı değildir; sorunun geri planında devletin, egemen sınıfların üzerinde oturduğu, üstü sıkıca kapatılmadığında hızla patlayacak çelişkiler volkanındadır.

Derin Devlet, Dün ve Bugün

Derin devletin geri dönüşünü (2015) işaret edenler gerçekliği eğip bükerek her durumda kendi siyasal perspektiflerini haklı çıkaran bir tantana tutturuyor. Neticede bu ülkede bir sürü şehrin yakılıp yıkıldığı, sonuçları çok belirleyici olan bir özerklik girişimi ve şehir savaşları yaşandı. Burjuva devletin o dönem yaptıklarının burjuva devletlerin genelinin temel yaşamsal refleksi olduğunu görmek gerekir. Bu açıdan burjuva devletin topyekün silaha başvurmasının sürpriz olmadığı herkes için açıktır diye düşünüyorum. Bu bağlamda mesele şehir savaşları inisiyatifinin Kürt ulusal hareketi tarafından alınması veya kabul edilmesidir. Şehir savaşlarının özellikle Kürt hareketinin sonraki yıllarına damga vurması kaçınılmazdır. Bugün yaşadıklarımız önemli oranda bu durumla ilgilidir. Nitekim şehir savaşlarından AKP-MHP ortaklığının doğduğunu, ardından yaşanan darbe girişimi ile OHAL ilan edildiğini ve bu sayede bir çeşit otoriter tek adam rejimine geçişin mümkün olduğunu söyleyebiliriz. 

Bugün Mehmet Ağar ve Tansu Çiller AKP iktidarını destekliyor olabilir, ama bundan nereye varılabilir ki! “Derin devlet geri geldi, devleti Erdoğan yönetmiyor” noktasına mı varacağız! 1990’lar zayıf koalisyon iktidarları, güçlü gerilla hareketi ve burjuvazinin AB’ye katılım hedefi ve demokrasi görünümünü koruma çabası ile geçen özel bir dönemdi. Bu şartlar altında kontrolü tamamen kaybetmek istemeyen burjuva devlet yapılanmasının derin devlet uygulamaları olarak bilinen bir sürece imza attığını biliyoruz. 

Şimdiki döneme ise çok belirleyici sonuçları olan 2015-16 şehir savaşları, OHAL ve sonrası otoriter eğilimler, AB ve burjuva demokrasisinin dünya çapında zayıflaması, giderek tek adam rejimine evrilen güçlü iktidar karşısında burjuvazinin pısması gibi durumların belirlediği bir konjonktür damgasını vuruyor. Bunun getirisi de yaygın tutuklamalar, kayyumlar ve yüksek teknoloji ve askeri gücün avantajları ile yapılan sınır ötesi operasyonlar oluyor. Devletin kolluk aygıtında yuvalanan FETÖ’nün 2009 sürecinde imza attığı KCK operasyonları da benzer bir hareket stratejisiydi.  

Kısacası burjuva devlette devamlılık esası Kürt sorununda kendisini gösteriyor, ama bambaşka bir ortamda ve farklı araçlarla. Bu yüzden 1990’ların derin devleti geri döndü demek tarih üstü metafizik bir aktör tanımlamak anlamına gelir. Yani biz öyle büyük bir şeytanla mücadele ediyoruz ki, içerisinde bulunduğumuz zor durum bundan demeye getiriliyor. Siyasal perspektifimizde ya da analizlerimizde sorun olduğundan dolayı değil, İttihatçı-Kemalizm geleneği derin devlet devreye girdi de ondan. Her zaman kendisini haklı çıkaran bi zihniyetin benzer hataları tekrarlaması kaçınılmazdır. 

Sonuç

Kaypak burjuvazi 1990’larda AB’den aldığı destekle cılız da olsa Kürt sorununda sesini yükseltebiliyordu. Ama bugün sığınabileceği bir gölge olmadığından AKP karşısında mum gibi. İhale alma peşinde, o da olmazsa öfkelendirmeyeyim derdinde. AB ve liberal demokrasinin yaldızları döküldü. Dünyada Trump vb. otoriter-sağ popülist liderler yükselirken meseleler savaşlarla çözümleniyor. Yani sol liberallerin bir zamanlar bel bağladığı demokratik cumhuriyet tüm az gelişmiş kapitalist ülkelerde her zamankinden daha kifayetsiz. Meselenin derin devletin geri dönüşü ile hiç alakası yok, mesele emperyalist kapitalizmin yapısal krizinin derinleşiyor oluşu ve demokratik programların tamamen boşa çıkmasıyla alakalı. Demokratik programlara bel bağlayanların hayal kırıklığı yaşaması bu yüzden gayet normal.

Bunun dışında burjuva devletin her türlü aracı kullanarak kendisi açısından tehdit haline gelen, gelme potansiyeli yüksek olan devrimcileri, ezilen hareketleri bastırmaya çalışması geç kapitalistleşmiş bu devletin sınıf dinamiklerinden kaynaklanır ve bu cendereden de tek çıkış yolu vardır: sürekli devrim!

KATEGORİLER