Marksizm ve Ahlak Tartışmasına Dair – Güneş Gümüş
Birikim Dergisi’nin internet sitesinde Troçki’nin “Onların Ahlakı Bizim Ahlakımız” kitabını üzerine tartışma yürüten bir yazı yayınlandı. “Onların Ahlakı Bizim Ahlakımız” kitabı, Troçki tarafından Meksika’da Stalinist karşı-devrim sonrası hayal kırıklığına kapılmış entelektüel çevrelerin Troçki’nin iç savaş döneminde karşı devrimci Beyaz Ordu’ya karşı uyguladığı sertlikler temelinde Troçkizmle Stalinizmin bir olduğu iddialarına yanıt vermek üzerine kaleme alınmıştı. Birikim’in internet sitesindeki yazının sahibi Barış Özkul da bu kitapta yanıt verilen argümanlara dayanarak -onlara bir yenisini eklemeden- Troçki üzerinden bir tartışma yürütüyor. Barış Özkul, aslında, etik-ahlak üzerine üç yazılık bir dizi hazırlamış; bu yazılardan sonuncusunda Troçki’yi ve daha sonra Lenin’i mahkum ederek Marks’a atfettiği etik anlayışıyla sosyalizme doğru yeni bir yolda ilerlemenin mümkün olduğu iddiasını dile getiriyor. Bu arada esas olarak yaptığı şey Marks’ın etik anlayışını temelden çarpıtmak ve geçerken de anti Bolşevik nakaratı tekrarlamak oluyor: Stalinizm ile Lenin ve Troçki arasında esasta bir farklılık yoktur. Bu çok kritik bir nokta, çünkü Ekim Devrimi’nin bu iki önderini Stalinizmin günahlarının içerisine katınca dünya tarihinin en büyük olayı olan Ekim Devrimi’nden geriye hiçbir umut, ilham, yol ve gelecek kalmamış oluyor.
Özkul, makalesinde ana argüman olarak Troçki’nin iç savaş sırasında Beyaz Ordu üst kademelerindeki subayların ailelerinin rehin alınmasını istemesinden yola çıkarak Troçkizm ile Stalinizm arasında bir fark olmadığı iddiasına varıyor. Yazıda Özkul’un argümanlarını tartışacağız, ama girişte Paris Komünü’nde yaşanan benzer bir rehine alma eylemine Marks’ın nasıl yaklaştığını ele alalım da Marksizmle Troçki arasına sınır çizgisi koymaya çalışan Özkul’un ne kadar yaya kaldığını görelim:
“Rehineler, Versailles tarafından uygulanan tutsakların sürekli öldürülmesi yüzünden, ölümü bin kez hak etmiş bulunuyorlardı. MacMahon pretorienlerinin Paris’e girişlerini kutlamak için yaptıkları insan kırımından sonra, bunların yaşamları daha uzun süre nasıl esirgenebilirdi? Burjuva hükümetlerin amansız kandökücülüğüne karşı son güvence de -rehine alınması- boş bir cakaya mı çevrilmeliydi? Başpiskopos Darboy’un gerçek katili, Thiers’nin ta kendisidir. Komün, başpiskopos ile üstelik bir sürü papazı, o sıralarda Thiers’nin elinde bulunan bir tek Blanqui’ye karşı, birçok kez takas önerisinde bulunmuştu. Thiers bu önerileri dikkafalılıkla geri çevirdi.” (Marks, Fransa’da İç Savaş, s.80)
Alıntıdan da anlaşıldığı gibi Marks pek de hümanist (!) gözükmüyor! Gözükemezdi de… Marks’tan sınıflar üstü küçük burjuva ahlakçılığına esir olmasını mı bekleyecektik? Paris’te iktidar için savaşan emekçiler kan banyosunda çırpınırken Marks komünarları gerekeni yapmamak ve gerekli sertliği göstermemekle eleştirir. Paris’te kan banyosu varsa Rusya’da Troçki ve yoldaşları kan deryasında yüzüyordu. Aradaki fark Bolşevikler ve Troçki önderliğindeki Kızıl Ordu’nun gerekli sertliği göstermesinde yatar. Bu sayede Ekim Devrimi 2. bir Paris Komünü olmanın ötesine geçebilmiştir.
Burada darkafalılar hemen atılacaktır “sonuç ne oldu” diye. Evet, Ekim Devrimi başka devrimlerce desteklenmediği için, başka devrimler başarısız olduğu için izole oldu, bürokratikleşti ve yozlaştı. Bunun sorumlusu ülkeyi Beyaz Terör’e teslim etmeyen Bolşevikler değildi elbette. Esas sorumlular korkunç derecede kanlı bir iç savaşı örgütleyen emperyalist kuvvetler ve diğer ülkelerde devrimleri başarıya taşıyacak Bolşevik tipte devrimci partilerin olmayışıydı. Neticede Stalin’in önderlik ettiği bir karşı devrim, korkunç bir devlet terörünü gündeme getirecekti. Ama bu sefer hedefte devrimi gerçekleştiren milyonluk komünist bir nesil, köylüler ve işçiler ile ezilen halklar vardı. Milyonlarca komünistin, milyonlarca köylünün ve milyonlarca ezilen ulus mensubunun kanına giren biriyle emperyalistlerin Beyaz terörünü karşıt sertlikle durdurmaya çalışan bir devrimci lider nasıl aynı kefeye konabilir? Beylik laflar ve aşırı yüzeysel benzerlikler üzerinden yapılan varsayımlar, asıl vülgerliğin gerçekte ne olduğunu bizlere gösteriyor.
Marksizm ve Evrensel Ahlak
Özkul, her ne kadar Marks’ı bir referans kaynağı olarak kabul etse de Marks, “Alman İdeolojisi” kitabına sıkıştırılmış, bu kitaptan da Özkul’un istediği gibi bir etik değeri çıkarılacak şekilde kolu kanadı koparılmış şekilde karşımıza çıkıyor. Marks’ın insanın insan, doğa ve toplumla uyum içinde eşit, özgür şekilde yaşayabilecek potansiyelde olmasına duyduğu inancı (Marksizmin hümanizmi de denebilir), Marks’ın özgürleştirici etiği olarak ayrı bir yere koyuyor Özkul. Bu inancın -Özkul’un ifadesiyle özgürleştirici etiğin- Marks sonrası Marksistlerce içinin boşaltıldığını iddia ediyor. Öncelikle belirtelim, Marks ve elbetteki bütün Marksistler açısından insanın eşit, sömürüsüz, savaşsız, ezilme olmayan bir dünyada doğa ve toplumla uyum içinde yaşayabileceğine duyulan inanç olmadan devrimci olmanın koşulu yoktur. İnsanın değişebileceğine inanmıyorsanız böyle bedelleri yüksek bir mücadeleyi boşuna vermezsiniz. Ancak insan bu potansiyele sahip olsa da bu potansiyeli sınıflı toplumların çürümüşlüğü altında gerçeklik kazanma şansını tam anlamıyla bulamamaktadır. Dolayısıyla bu potansiyelin gerçek olması sınıflı toplumların yarattığı maddi koşulların ortadan kalkmasıyla mümkündür. Dolayısıyla insanın potansiyellerine duyulan güvene dayalı bir etik anlayışı çıkarmaya çalışmak Marksizme dar gelir. Mesele bu insanın içinde yeşereceği topluma nasıl ulaşacağımız, onun mücadelesini nasıl vereceğimizdir: bu noktada Marks’ın temel olarak Lenin ve Troçki ile bir ayrılığı yoktur.
Marks’ın evrensel ahlak-etik normlarından bahsedemeyeceğinin farkında olmak için onun maddeci bir diyalektikle dünyayı kavradığını bilmek yeterlidir. Bu bakış açısı, devam eden bir değişime vurgu yaptığı gibi ahlak gibi ideolojilerin içinde geliştiği toplumların, onları belirleyen sınıf mücadelelerinin bir ürünü olduğunu kabul eder:
“…ahlak dünyasının da, tarihin ve ulusal farklılıkların üstünde bulunan sürekli ilkeleri olduğu bahanesiyle, herhangi bir ahlak dogmatizmini bize ölümsüz, kesin, bundan böyle değişmez bir ahlak yasası olarak kabul ettirme yolundaki her savı yadsıyoruz. Tersine, geçmişin her ahlak teorisinin, son çözümlemede o zamanki toplumun ekonomik durumunun bir ürünü olduğunu ileri sürüyoruz. ve nasıl toplum, şimdiye değin sınıf karşıtlıkları içinde gelişmiş bulunuyorsa, ahlak da aynı biçimde her zaman bir sınıf ahlakı olmuştur; bu ahlak, ya egemen sınıfın egemenliğini ve çıkarlarını doğruluyor, ya da ezilen sınıf yeterince güçlü bir duruma geldiği andan başlayarak, bu egemenliğe karşı başkaldırmayı ve ezenlerin gelecekteki çıkarlarını temsil ediyordu.” (Engels, Anti Dühring, s.160)
Dolayısıyla Marksizm adına evrensel ahlak değerlerinden bahsetmek, hele hele toplumsal algının kapitalizmin sınırlarına hapsolmuş olduğu günümüzde bunu yapmak mümkün değildir. Böyle bir iddia ile yola çıktığınızda ise kapitalizmin egemen sınıflarının kendi çıkarlarına olmayan araçları ahlaksızlıkla suçlamasının yükü altında şekillendirdiğiniz evrensel ahlak normlarınız devrim mücadelesinin ayaklarına dolanır ve onu ya imkansız hale getirir ya da tamamen yol haritasından çıkarır. Barış Özkul’un şu değerlendirmelerine bakın, ne demek istediğimizi daha net anlarsınız: “Marx, ‘madem şartlar böyle, işçi sınıfı kaba kuvvete kaba kuvvetle karşılık vermelidir’ veya ‘amaç-aracı meşrulaştırır’ tarzı vülgerliklerle zaman kaybetmedi. Bunların yürürlükteki ahlak paradigmasına hapsolmak anlamına geleceğini biliyordu. Bunun yerine Marksizm’i bir özgürleşme etiği olarak inşa etti.”
Paris Komünü üzerine yazdığı kitabında “Burjuva düzenin uygarlık ve adaleti, bu düzenin köleleri ne zaman efendilerine karşı başkaldırsa, kendi korkunç yüzlerini açıkça gösterirler. O zaman bu uygarlık ve bu adalet, maskesiz yabanıllık ve yasasız öç alma olarak, ereklerini açığa vurur.” (Marks, Fransa’da İç Savaş, s.76) diyen birinin “işçi sınıfı kaba kuvvete kuvvete kaba kuvvetle karşılık vermelidir” tarzı vülgerliğe(!) düşmediğinden bahsetmek, “Marks, işçi sınıfı her ayaklandığında karşısında dikilen burjuvazinin yıkıcı-vahşi güçleri karşısında hep yenilsin” dedi demekten başka bir şey değildir. Marksizmin devrim tahayyülünün nasıl olduğunu bir alıntıyla açıklık getirelim:
“Bu baylar hiç bir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla —akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla— dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komününü bundan yeterince serbest bir biçimde yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?” (Engels, Otorite Üzerine, s.103) Görüldüğü gibi Marksizmin sınıf savaşımı teorisi ve bundan gelişen ayaklanma ve iç savaş yaklaşımlarını başaşağı çeviren Barış Özkul’un düşünce dünyası Engels’ten çok Dühring’e yakındır.
Onların Ahlakı Bizim Ahlakımız
Gelelim Özkul’un Troçki (ve aslında Lenin) üzerine değerlendirmelerine. Özkul’un Troçki’nin amaç ile araçlar arasında kurduğu diyalektik ilişkiyle temelden bir sıkıntısı vardır. Troçki, kapitalizmin yıkılıp sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir topluma doğru ilerleyişin bir sosyalist devrimle başlaması amacına hizmet eden her aracın meşru olduğunu savunur. Bu, her aracın mücadelede kullanılabileceği anlamına gelmez. Amaca hizmet etmesi mümkün olmayan araçlar elbette ki kullanılamaz, amaç kendisine uygun araçları geliştirir ve bunun hangileri olacağı somut koşullar tarafından belirlenir:
“Araç sadece amaçla doğrulanabilir. Ama amacın da doğrulanmaya ihtiyacı vardır. Proletaryanın tarihsel çıkarlarını dile getiren Marksizm yönünden, amaç eğer insanın doğa üzerindeki egemenliğini artırmaya ve insanın insan üzerindeki egemenliğini kırmaya götürüyorsa doğrulanmış olur. Peki bu amaca varmak için her şey serbest mi olacaktır? Bunu böyle şeytan gibi soran kaz kafalı, hiçbir şey anlamamıştır. Serbesttir diye cevap vereceğiz. İnsanların gerçekten kurtuluşuna giden her şey serbesttir. Bu amaca, devrimci olmayan yollardan varılamayacağına göre proletaryanın özgürleştirici ahlakı da mutlaka ve mutlaka devrimci niteliktedir. Bu ahlak, dinin dogmalarına nasıl sonuna kadar karşı koyuyorsa idealizmin kim ve ne olurlarsa olsun fetiş ve fetişçilerine de, egemen sınıfın bu felsefi jandarmalarına da öyle karşı koyar. Ve yine bu ahlak, davranış kurallarını toplumsal gelişimin yasalarından, her şeyden önce de yasaların yasası olarak sınıfların mücadelesinden türetir. Ahlakçı yine ısrar eder: Sınıflar mücadelesinde kapitalizme karşı her araç serbest mi olacaktır? Yalan, ikiyüzlülük, ihanet, cinayet ve bunun gibi şeyler? Ona şu cevabı veriyoruz: proletaryanın birliğini artırıp ruhuna ezilmenin hiç sönmeyecek kinini üfleyecek, resmi ahlaka ve onun demokrat dalkavuklarına meydan okumayı öğretecek, tarihsel görevinin bilincini kazandırıp cesaretini ve fedakarlığını artıracak olan araçlar, kabul edilebilir ve zorunlu araçlardır ancak. Buradan da, her aracın asla onaylanmadığı çıkar. Amaç aracı haklı kılar dediğimizde biz bundan işçi sınıfının bir bölümünü diğerlerine karşı kışkırtan, veya kitlelerin mutluluğunu bu kitlelerin bizzat katılımları olmaksızın sağlamaya çalışan, veya yine kitlelerin özgüvenini ve örgütlenmesini sarsarak bunun yerine “liderlere” tapmayı getiren uygunsuz usul ve yöntemlerin büyük devrimci gayeye ulaşmanın araçları arasında olmadığını anlıyoruz. Devrimci ahlak her şeyden önce, burjuvaziye karşı uşaklık etmeyi ve emekçilere karşı tepeden bakmayı, yani ukala bilgiçlerin ve küçük burjuva ahlakçıların zihniyetinin en belirgin özelliklerini tamamen yasaklar.” (Troçki, Onların Ahlakı Bizim Ahlakımız)
Özkul’un kaba kuvvet kullanımının vülgerliğine vurgu yaptığı alıntıdan da anlaşılacağı üzere özünde proletaryanın şiddet uygulamasını reddeden birinin elbette sosyalizm amacına ulaşmak için buna uygun her aracın kullanılmasını tasvip etmesi beklenemez. Ama bunun neye tekabül ettiğini de açıklığa kavuşturmak gerekir. Bir sınıflı toplumun -kapitalizmin- yıkılması mücadelesi, en keskin biçimini devrimle alır. Barbarlıkta her geçen gün çığır açan emperyalist aşamasına ulaşmış kapitalizm karşısında şiddet kullanarak ellerimiz kirlenmesin mealinde bir düşünce, Marksizmin tariflediği bir devrimi yok sayarak -dolayısıyla bu sistemden kurtulma şansını- aslında kitleleri her gün aynı zorbalık, baskı, sömürü ve ezilmişliğe mahkum etmekte; dolayısıyla sömürülen-ezilen milyonların kullanacağı şiddetten daha büyüğünün hüküm sürmesinin yolunu açmaktadır:
“İç savaş, sınıflar mücadelesinin en üst düzeydeki ifadesidir. Onu soyut “normlar”ın altına sokmaya çalışmak, işçileri baştan ayağa silahlanmış bir düşmanın karşısında silahsız bırakmaktır. Küçük burjuva ahlakçı, zehirli gazların kullanımını, savunmasız kentlerin bombardımanını vs.’yi yasaklayarak savaşı “insancıllaştırmak” isteyen burjuva pasifistin kardeşidir. Siyasal olarak böyle programlar, insanların düşüncelerini savaşa son vermenin tek yöntemi olan devrimden caydırmaya yarar.” (Troçki, Onların Ahlakı Bizim Ahlakımız)
Ekim Devrimi’nden sonra devrimin muzaffer ülkesinin üzerine çöreklenmeye çalışan -birkaç yıl önce birbirleriyle amansız bir dünya savaşına girişmiş olmalarına aldırış etmeden birleşen- bütün kapitalist güçlere bakın; ya da çok uzağa gitmeyin Avrupa Birliği’nin kemer sıkma önlemlerini uygulamayacak-gevşetecek korkusuyla Syriza’yı dize getirmek için emperyalistlerin nasıl işbirliği içinde baskı uyguladığına bakın. Bu egemen sınıfları, Özkul’un evrensel etik normlarına sığmayan araçlar – yoğunlaştırılmış şiddet- olmadan alt etmenin yolu yoktur. Aksi türlüsü bir sosyalizmden bahsetmek Hollande, Syriza, Podemos sosyalizmi olur, ötesi değil. Elbette biz de şiddetsiz, yalansız bir topluma ulaşmak istiyor; onun için mücadele veriyoruz; ancak mesele bunu nasıl sağlayacağımızdır:
“Bununla birlikte yalanı ve şiddeti ‘kendisinde’ mahkum etmeyecek miyiz? Kuşkusuz evet, ama bunları doğuran sınıflı toplumla birlikte. Toplumsal çelişkilerin (antagonizm) olmadığı toplum, elbette ki yalansız ve şiddetsiz olur. Ama bu topluma ancak şiddet yöntemleriyle köprü kurabiliriz. Devrimin kendisi de sınıflı toplumun ürünüdür ve o toplumun izlerini taşır. ‘Ebedi hakikatler’e göre doğaldır ki devrim ‘ahlakdışı’dır. Bu da bize idealist ahlakın karşı devrimci olduğunu, yani sömürücülerin hizmetinde olduğunu belletiyor sadece. Belki de filozof kestirmeden gidip ‘Ama iç savaş acı bir istisnadır, barış zamanı sosyalist bir hareket yalansız ve şiddetsiz yaşamak zorundadır’ diyecektir. Bu yalnızca acınası bir kaçamak. Sınıfların barışçı mücadelesiyle devrim arasında aşılmaz sınırlar yoktur. Her grev, iç savaşın bütün öğelerinin tohumunu barındırır, iki karşı parti de kararlılıkları ve zenginlikleri hakkında birbirlerinde karşılıklı olarak abartılı bir fikir uyandırmaya çalışır. Kapitalistler, gazeteleri, casusları ve muhbirleri yoluyla, grevcilerin moralini bozmaya ve onları yıldırmaya çalışır. İknanın sonuçsuz kaldığı görülünce grev gözcüleri kuvvete başvurmak zorunda kalır. ‘Yalanın ve daha kötü şeylerin’ sınıflar mücadelesinin daha cenin halinden itibaren nasıl ayrılmaz bir parçası olduğu böylece görülüyor. Geriye, buna bir de gerçek ve yalan kavramlarının toplumsal çelişkilerden doğduğunu eklemek kalıyor.” (Troçki, Onların Ahlakı Bizim Ahlakımız)
Bu bölümle ilgili son olarak Barış Özkul’un Troçki’ye atfetttiği bazı gerçek dışı görüşlere de değinelim. Özkul, “Troçki, özetle, bir eyleme ilişkin ahlaki-etik bir yargıda bulunurken, o eylemin sınıf mücadelesinde proletaryanın işine yarayıp yaramadığına bakmak gerekir demektedir.” derken Troçki’nin ahlak konusundaki fikirlerinin özetini yapar, ancak devam eden cümle Troçki’yi baştan aşağı çarpıtmaktadır. “Neyin proletaryanın lehine neyin aleyhine olduğunu belirleyen şaşmaz bir tarihsel gelişim çizgisi, bir bilimsel doğrultu vardır ve bununla bağdaşan her eylem “ahlâki”dir.” Özkul bu cümleyi kurarken ya Troçki’nin sürekli devrim perspektifini, yani şaşmaz bir tarihsel gelişim çizgisini reddettiğini bilmemektedir ya da bilmezden gelmektedir. Troçki, bir eyleme dair yargıda bulunurken Özkul’un kaleminden yine bir evrensel ölçüte çevrilmiş “şaşmaz bir tarihsel gelişim çizgisi”ni referans almaz elbette, böyle bir çizgi de yoktur zaten. Her eylem kendi bağlamında, kendi ilişkisellikleri içinde, sınıflar arası güçler dengesi, mücadelenin seyri çerçevesinde bir değerlendirilmeye tutulur; sadece Troçki için değil, bütün bir Marksizm için bu böyledir. Dolayısıyla bir eylem, bir bağlamda işçi sınıfı mücadelesini ilerletebilirken başka bir bağlamda ona ket vurucu olabilir.
Bağlamın Belirleyiciliği
Bu noktadan devam ederek Özkul’un Troçki’ye yönelik diğer bir eleştirisine gelelim. Özkul, her olayı kendi tarihsel içeriği içinde -bağlamında- ele almak gerekir diyen Troçki’yi şu temelde eleştirir:
“‘Bağlam’ nosyonu hemen her zaman iktidar ilişkilerine tâbidir ve bağlam üzerinden bir etik inşa etmeye kararlı olanlar, araçların ve amaçların sürekli konum ve içerik değiştirdiği hayatın olağan akışı karşısında hiç değişmeden kalacağını umdukları bir haklılık iddiasına yaslanırlar. Troçki’nin iddiası, “tarihin gelişim yasaları”, “sınıf mücadelesinin zorunlulukları” gibi Marksist formülasyonlara dayanıyordu; oysa bunlar etik planda bireylerin somut davranışlarına ilişkin ayırt edici ölçütler sunmazlar.”
Troçki açısından bir haklılık iddiasının geçerliliği, elbette ki onu öne sürenden kaynaklanmaz. Bir eylemin haklılığı, ancak sınıf mücadelesinin/devrimin çıkarlarına hizmet edip etmediği üzerinden belirlenir ki bunun tespitini yapabilmek zaten Marksizmin ana iddiasıdır. Marksizm, kapitalizm altında sınıf mücadelesinin şekillenişini kavrama ve bu kavrayış üzerinden işçi sınıfına rehberlik etme iddiasındadır. Marks’ın Fransa üçlemesi olarak anılan Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Fransa’da Sınıf Savaşımları ve Fransa’da İç Savaş kitaplarına bakarsanız Marks’ın Fransa’da devrimin çıkarları konusunda değerlendirmeleri ve yol göstermelerini görürsünüz. Zaten başta türlüsü Marksizmi entelektüel bir gevezeliğe indirgemek olur.
Gelelim, alıntıda Özkul’un vurguladığı “etik planda bireylerin somut davranışlarına ilişin ayırt edici ölçütler” meselesine. Yine karşımıza evrensel ahlak-etik normları meselesi çıkıyor. Böyle her zaman geçerli ölçütler arayanların Marksizmde kendilerine kaynak aramamalarını tavsiye edelim önce. Bu bahsi geçen evrensel ölçütler, bağlamdan- tarihsel içeriğinden koparıldığında aksine tehlikelidir; burjuvazinin iktidarına hizmet eder. Bunun kanıtlarını aramak için çok uzağa gitmeye de gerek yoktur. Özkul’un yazılarının yayınlandığı Birikim dergisi, bağlamı-tarihsel içeriğinden koparılmış “özgürlük, demokrasi, vesayet karşıtlığı” üzerinden AKP’nin toplumsal hegemonyasını güçlendirmesine, toplumsal muhalefeti ideolojik olarak bir dönem sindirmesine az hizmet vermemiştir. Veyahut Avrupa solunun büyük çoğunluğu, “demokrasi” denilen bağlamsızlaştırılmış evrensel değer adına Libya’da, Suriye’de emperyalist müdahalelerin şakşakçılığını yapmıştır.
Marks’ın “her şey göründüğü gibi olsaydı bilime ihtiyaç kalmazdı” sözünü duymayan yoktur. İşte Marksizm, görünene belli ölçüde yansımış ama tam olarak kendini göstermeyen öze dair içsel ilişkileri kavramayı hedefler. Dolayısıyla Marksizm açısından bağlam (eylemin içinde gerçekleştiği tarihsel içerik), olayları anlamak ve açıklamak için vazgeçilmezdir. Bağlamdan bağımsız bir eylem değerlendirilmesi Marksizmde olmaz.
Bu temelde gelelim, Özkul’un cephaneliğini Troçki’nin kitabından aldığı Troçki ile Stalin arasındaki devamlılığın bir kanıtı olarak önümüze sunulan rehine tartışmasına…
“Nitekim tarihin bir cilvesi olarak Stalin ve Troçki, sınıf mücadelesinin gereklerine uygun davrandıklarını düşünürken farklı zamanlarda aynı yöntemleri benimsediler. Stalin, 1930’larda başlattığı tasfiye harekâtından yurtdışına kaçarak kurtulan bürokratları ve rejime muhalif diplomatları Rusya’ya döndürmek için eşlerini, çocuklarını ve yakın akrabalarını hapsetme ve rehin alma uygulamasını başlattı – çocuk yaşta bazı rehineleri babalarının “günâhlarından” dolayı kurşuna dizdirdi. Ama bu canilik, onun buluşu değildi. 1919’da aynı uygulamayı Troçki yürürlüğe koymuş; Bolşevik Devrimi’ne muhalif kesimlerin eşleri ve çocuklarının rehin alınmasını öngören bir kararnameyi imzalamıştı. Kâğıt üstünde ikisi de işçi sınıfının çıkarları adına hareket ediyordu.”
Barış Özkul’un son cümlesi “kağıt üstünde” meselesi; olayı kavramanın anahtarını taşır. Elbette ki rehine alma eylemi salt Troçki tarafından yapıldığı için doğru, Stalin tarafından yapıldığında yanlış değildir. Troçki, 1919’da rehine alma eylemini gerçekleştirirken bütün dünyanın kendisini alt etmek için birleştiği karşı devrimci emperyalist ordulara karşı bir iç savaş yürütüyor; onların kanlı yöntemleri karşısında kazanmalarını sağlayacak sertliklere başvurmaktan çekinmiyordu.
Troçki, dediğimiz gibi işçi sınıfının Paris Komünü’nden sonraki muzaffer devrimini korumak için Sovyet Rusya’nın zorla sürüklendiği kanlı iç savaşta burjuvazinin bütün hile-terör yöntemlerine karşı kazanmak için bu yönteme başvurmuştu. Peki Stalin’i harekete geçiren dinamikler neydi? Stalin, 1936 Moskova Mahkemeleri sürecinde devrime önderlik etmiş bütün bir Bolşevik kuşağı temizlemek, onlardan faşizmin ajanı olduklarına dair “itiraflar” almak için eş ve çocukları rehin alma yoluna gitmişti. Bu kanlı temizlik, Ekim devrimi’ne imza atan Bolşevik parti merkez komitesinin neredeyse tamamının devrimin başından beri Alman ve çeşitli emperyalist ülkelerin ajanı olduğu karalamasıyla yok edilmesiyle sonuçlandı. Yani ortada devrimin mimarlarının ortadan kaldırılması vardı. Dolayısıyla iki rehin alma eylemi, içinde Bolşevik kuşaklarının kanlarıyla oluşturulmuş bir karşı devrim nehrinin olduğu iki ayrı dünyanın olayıdır:
“Rehine alan Troçki’yse iyidir; yok Stalin’se kötüdür. Böylesi bir “Hotanto ahlakı” ile yüz yüze gelince insanın asil bir öfkeye kapılması işten değildir. Ancak, bu en yeni örneğe dayanarak, bu öfkenin kofluğunu ve yanlışlığını gözler önüne sermek de dünyanın en kolay işi. Victor Serge alenen POUM’un, iç savaş sırasında cephede kendi milis kuvvetleri olan bu Katalan partisinin üyesi oldu. Herkes bilir ki, cephede insanlar ateş edip öldürür. O zaman şöyle denebilir: “Victor Serge’e göre öldürmek eylemi, emrin general Franco’dan ya da Victor Serge’in kendi partisinin liderlerinden gelmesine bağlı olarak tamamen farklı bir anlam kazanır”. Eğer bu ahlakçımız başkalarına ders vermeye kalkmadan önce kendi eylemlerinin anlamını şöyle iyi bir düşünseydi, ola ki şunu söyleyecekti: Ama İspanyol işçileri halkı özgür kılmak, Franco’nun askerleri ise halkı köle yapmak için savaşıyordu! Serge bundan daha farklı bir yanıt icat edemez. Başka bir deyişle, Troçki’nin rehinelerle ilgili olarak “Hotanto”** savunusunu yinelemek zorunda kalacaktır.” (Troçki, Onların Ahlakı Bizim Ahlakımız)
1928’de iktidarı tamamen elinde toplayan Stalin ne yapmıştır? İşçi sınıfının fabrika yönetimlerinin bir parçası olmasını sağlayan üçlü fabrika yönetimini (Troika) ortadan kaldırmıştır; Sovyet kongrelerini toplanmaz hale getirmiştir; işçi sınıfının kendi temsilcileri ile yönetilmesi, kendisinin %100’den fazla oy alarak seçildiği içi boş seçimlere dönüştürmüştür, aile kurumunu bütün gericiliğiyle tekrar inşa etmiş-çok çocuk doğuran kadınlara analık madalyaları dağıtmıştır; kendi kaderini tayin hakkını imkansızlaştırarak SSCB’yi tekrar Çarlık rejiminin halklar hapishanesine döndürmüştür; 1917 Ekim Devrimi’nin enternasyonalist marşını milliyetçi bir SSCB övgüsüne dönüşmüş bir marşla değiştirmiştir; eşcinselliği tekrar gayrimeşru hale getirmiştir; grevleri yasaklamıştır… Bugün Putin’in Lenin’i Büyük Rusya’nın dinamitleyicisi olarak suçlarken, Stalin’i Büyük Rusya’nın inşaacısı olarak övgülerle anmasına yol açan bir rejim inşa etmiştir. Stalin, kısacası, kapitalist düzeni başka bir formatta yeniden inşa etmiş; Ekim Devrimi’nin Sovyet Rusya’sının karşı devrimcisi olmuştur.
İşte Stalin’in rehine eyleminin tarihsel içeriği budur. Troçki’nin dediği gibi, İspanya iç savaşında faşizme karşı savaşan devrimcilerin öldürme eylemi ile Franco askerlerinin öldürme eylemini bir tutmaktan öte değildir; Troçki ve Stalin’in rehine alma eylemlerini bir tutmak. Stalin tarafından yaşama geçirildiği için değil, işçi sınıfının tekrar köleleştirilmesine sağlayan bir rejimin yollarını döşeyen 1936 temizliğinin bir yöntemi olarak rehine alma mahkum edilir; çünkü işçi sınıfının devrimci mücadelesinin değil onu alt eden karşı devrimin çıkarınadır. Olayı kavramanın bütün sırrı buradadır:
“İşçilerin özgürleşmesi, yine bizzat işçilerin eseri olabilir ancak. Dolayısıyla kitleleri kandırmaktan, yenilgileri zafer, dostları düşman gibi göstermekten, liderleri satın almaktan, efsaneler üretmekten, düzmece davalar hazırlamaktan, yani Stalinistlerin yaptıklarını yapmaktan daha büyük suç olamaz. Bu yollar sadece şu amaca hizmet edebilir: Üyeleri tarih tarafından şimdiden yargılanmış bir kliğin egemenliğini sürdürmek. Yoksa, kullanılan bu yollar kitlelerin özgürleşmesine yarayamaz. IV. Enternasyonal’in, Stalinizme karşı ölümüne savaşı desteklemesinin nedeni de işte budur.” (Troçki, Onların Ahlakı Bizim Ahlakımız)
Sonuç Olarak
Son alıntımızdan anlaşılabileceği gibi bir tek ilkemiz var; işçi sınıfına yalan söylememek. İşçi sınıfı kendi eylemiyle sosyalist bir dünyayı inşa edecekse, bu işçi sınıfı mücadelesinin çıkarları açısından bir zorunluluktur; ahlaki bir gereklilik değil:
“Devrimci bir parti olarak yükselişi sırasında tarihin en dürüst partisi oldu. Bunu yaparken doğaldır ki düşman sınıfları yanılttı; ne var ki daha sonra emekçilere ancak ve ancak bütün bir gerçeği, sadece gerçeği söyledi. Bu yüzdendir ki dünyadaki diğer hiçbir partinin yapamadığı biçimde emekçilerin güvenini kazandı.” (Troçki, Onların Ahlakı Bizim Ahlakımız)
Onun dışındaki bütün evrensel ahlak ilkeleri, insanlığın kurtuluşu için burjuvaziyi bir devrimle alt etmek zorunda kalan işçi sınıfının ayağına burjuvazi tarafından vurulmuş prangadan başka bir şey olmayacaktır:
“Yönetici sınıfların yandaşları bu partinin kurucusunu “ahlakdışıcı” olarak görür. Bilinçli işçiler için bu suçlama bir onurdur. Bu da, Lenin’in, kölecilerin köleler için koydukları ve kendilerinin hiçbir zaman uymadığı normları kabullenmeyi yüksek sesle reddettiği, dahası, proletaryayı sınıflar mücadelesini ahlaki alanda yaymaya davet ettiği anlamına geliyor. Düşmanın koyduğu kurallara boyun eğenler hiçbir zaman galip gelemezler!” (Troçki, Onların Ahlakı Bizim Ahlakımız)