Kapitalist Kuraklığın İçinde Bir Vaha Tasviri: Ekotopya – B. Defne Erten
Geçtiğimiz birkaç yıldır, iklim krizi ve çevreci hareketler hiç olmadığı kadar gündemde. Küresel pandemi koşulları, içinde yaşadığımız dünyanın açıklarını titizlikle ifşa ederken, insanlığın kaderi ve dünyanın ahvali daha çok konuşulur, tartışılır oldu. 2019 ve 2020 yılları bu bakımdan dünya çapında sarsıntılar yaratacak bir dönemeç olarak şekillenmişti. Neredeyse bütün kıtalarda çeşitli ülkelerde halklar neoliberalizmin getirdiği yıkımın hesabını sorarcasına ayaklandılar. İklim krizi de ekonomi ile birlikte isyan eden dünyanın gündeminde kendine yer buldu. “Başka Bir Gezegen Yok” (The Is No Planet B) sloganı ile onlarca ülkede iklim grevleri düzenlendi. Şu an, dünya çapında geldiğimiz noktada, yaratılan ekolojik yıkımın geri çevrilebilir raddede olup olmadığı konuşuluyor. Yaşadığımız pandemi de bu ekolojik yıkımın en berrak yansımalarından biri. On yıl öncesinden bilim insanlarının olası pandemiler üzerine devletleri uyardığını biliyoruz. Pandemi ilk ortaya çıktığında piyasaları tedirgin etmemek adına Çin’in işleri nasıl ağırdan aldığı ve küresel bir uyarı yapmakta nasıl geciktiğini hep birlikte gözlemledik. Bugünkü deneyimlerimiz bizleri içinde bulunduğumuz sistemi, kapitalizmi, hükümeleri ve kurumları sorgulamaya ve “Başka Bir Dünya Mümkün Mü?” sorusunu sormaya itiyor. Ernest Callenbach’ın 1975 tarihli romanı Ekotopya tam da bu soruya yanıt arıyor.
ABD haritasını gözünüzün önüne getirin, sonra da Washington, Oregon ve Kuzey Kaliforniya’yı kapsayan bölgenin artık ABD sınırları dışında, başka bir devlet olduğunu düşünün. Callenbach ütopyasını işte bu sınırlar içerisinde kuruyor. Kapitalizmin getirdiği yıkımdan bıkmış, çevreci bir üretim, tüketim ve yönetim düzeni hayaliyle ABD’den ayrılmış eyaletlerin ve insanların kurduğu bir ülke Ekotopya. Bu şekilde, üstünkörü düşündüğümüzde çok “ütopik” gelebilir kulağa. Fakat şuan içinde yaşadığımız dünyayı, salgını, her gün artan kadın cinayetlerini, iş cinayetlerini, ekolojik yıkımı, doğanın ve insanın her türlü sömürüldüğü bir dünya kulağa ne kadar gerçekçi geliyor diye düşünmek lazım. Şimdi, şuanda, Orwell’ın ve Huxley’nin distopyalarında tasvir ettiği dünyalara o kadar yakın yaşamaktayız ki, bu sebeple bir “ütopya” tasviri kimseyi korkutmamalı. Bu denli kötüsünü başarabildiyse insanlık, bunun sebeplerini, sonuçlarını ve çözüm yollarını aramaya koyulmak gerek.
Ekotopya, William Weston adlı bir gazetecinin Ekotopya’ya ziyaretini ve oradaki gözlemlerini, şaşkınlıklarını ve hayranlığını anlattığı günceler üzerine kurulu. Bu noktada John Reed’in Ekim Devrimi zamanında ABD’den Rusya’ya gidişini ve oradaki değişimi betimlediği Dünyayı Sarsan On Gün romanını anımsatıyor. Kitap, William Weston’un Ekotopya’daki her bir düzenlemeye, değişikliğe ve toplumsal meselelere ayırdığı 25 farklı bölümden oluşuyor. Bütün toplumsal düzenin çevreci bir yaklaşımla kurulduğu Ekotopya’da yalnızca çevreye, doğaya yönelik yaklaşımın değil, insanlığa yönelik hemen her şeyin de değişmekte olduğunu deneyimliyoruz. Bu da bize bir kez daha çevre sorununun toplumsal diğer sorunlarla da nasıl içiçe olduğunu gösteriyor. Ekotopya’nın kuruluşuna dair anlatıcı William Weston öncelikle şunları söylüyor:
“Biz halk olarak, son yirmi yılda, aslında aptalca bir girişim olduğunun nasılsa anlaşılıp kısa sürede vazgeçileceği umuduyla Ekotopya’ daki gelişmelere gözlerimizi kapatmak için, elimizden ne geliyorsa yaphk. Oysa Ekotopya’nın, çoğu Amerikalı analistin ilk dönemlerde öngördüğü şekilde çökmeyeceği şimdi bütün açıklığıyla ortaya çıkmışhr. Ekotopya’ya ilişkin daha belirgin bir anlayış geliştirmemizin zamanı gelmiştir.” (Callenbach, 7)
Bu cümleler Weston’un Ekotopya ziyaretinin sebeplerini açıklamakla birlikte, ekolojik bir ekonominin sürdürülebilirlik potansiyeline yönelik de okuyucuya gerekli fikirleri aşılamaya başlıyor. Weston’un yolculuğu Ekotopya’nın sokaklarını gezmek olduğu kadar yöneticilerle de ropörtaj yapmak ve olabildiğince veri toplamak üzerine kurulu. Gıda Bakanı Yardımcısı, görüşmelerince Weston’a kanalizasyon atık sistemi ile ilgili şunları söylüyor:
“lağım pisliklerini yakan makinelere büyük meblağlar harcandığını gösteren tarihsel raporlar bulabilirsiniz. Bu makineleri tasarlayanlar aletlerinde görece az is çıkaran bacalar olmasıyla övünüyorlardı. Bizse elbette, Milwaukeeli atalarımız gibi, ‘lağım sosyalizmi’yle suçlanıyorduk. Gene de ulusal bir çamur kurutma ve doğal gübre üretme sistemi kurmayı başardık. Yedi yılda tamamen kimyasal gübre çıkaracak güce ulaştık. Bu başarıyı kısmen artıkların yeniden değerlendirilmesine, kısmen çöplerin gübreye çevrilmesine, kısmen bazı yeni, azotu katılaştırıcı tahıllara ve sırasıyla tahıl yetiştirmeye öncelik vermemize, kısmen de hayvan gübresinden yararlanma yöntemlerine borçluyuz. Trenden dışarıya baklığınızda bizim çiftlik hayvanlarımızın sizdeki gibi kapalı yerlerde tutulmadığını görmüşsünüzdür belki. Onları doğala yakın koşullarda yaşatmak istiyoruz. Ama bunun tek sebebi duygusal olmamız değil . Aynı zamanda, sizin mezbahalarınızda ve tavuk çiftliklerinizde büyük dert olan dev gübre yığınlarının oluşmasını da önlüyor.”
Bu diyalog Ekotopya’da üretim ve tüketimin nasıl bir zincir halinde, alışılagelmişin dışında farklı bir örnek sunduğunu gözler önüne seriyor. Ekolojik üretim ve geri dönüşüm “maliyetli” olması sebebiyle şirketlerin daima gözardı ettiği meseleler. Çok değil, yaklaşık bir yıl öncesinde TBMM toplantısında fabrika bacalarına filtre takılması zorunluluğuna dair tartışmalar elbette patronların lehine sonuçlanmıştı. Ekotopya’daki yönetim biçimi bu noktada bu anlayışa bir dur diyor. Ekotopya’nın ABD’den ayrılmasından sonra Ekim Devrimi’nde, Küba Devrimi’de olduğu gibi ultra zenginler ülkeyi hemen terketmişler ve onların mülklerine halk tarafından el konulmuş.(Callenbach, 128) İşletmeler, işçilerin aynı zamanda o işletmenin sahibi olduğu bir sistem üzerinden yürütülüyor ve üretim ve tüketim mekanizmaları buna uygun olarak şekilleniyor. (Callenbach 129) Servet vergisi uygulaması ile ülkeyi terketmeyen zenginlerden vergiler alınıyor ve Ekotopya’nın mali bütçesine ayrılıyor. Böylelikle de “maliyetli” görünen uygulamaları hayata geçirmek hiç de imkansız olmuyor. (Callenbach, 130)
Weston’ın yönetim tarzına dair sorduğu sorulara Ekotopyalı yetkililer “karmaşık bir ekonomi” cevabını veriyorlar. Yani tam bir “sosyalizm” deneyiminden bahsetmemekle birlikte, kapitalizmin rekabetçi ve yıkıcı ekonomi anlayışından hayli uzak bir deneyimden bahsediyoruz. Ekotopya’da yerelden örgütlenen fabrikaların ve üretim merkezlerinin oluşturduğu bir mekanizma ülke çapındaki üretimin büyük bir kısmını kapsıyor.
Callenbach, Ekotopya’nın ilhamını tarihten ve hayatın gerçekliğinden alıyor desek abartmış olmayız. Zira “Kadınlar İktidarda: Ekotopya’da Politikacılar, Cinsiyet ve Hukuk” bölümünde çeşitli siyasal varyasyonları ve ideolojik yaklaşımları gözlemlerken Ekotopya içerisinde can alıcı olan bir tartışmaya parmak basıyor: “Tek Ülkede Ekoloji” (Callenbach, 120). Tartışma, Ekotopya sınırlarını içerisinde hayatta kalmanın mümkün olduğunu savunanlar ve bu bu deneyimin diğer ülkelere de yayılmasını savunan “radikaller” arasında yaşanıyor. Bu “kurgusal” tartışma akıllara 1920’lerin sonlarından itibaren SSCB’de yaşanan “Tek Ülkede Sosyalizm” ve Dünya Devrimi tartışmalarını getiriyor. “Tek Ülkede Sosyalizm” vurgusu yapan Stalin’in elinde işçi sendikalarının bile yasaklandığı, ve 90’larda birer birer dağılan bir SCCB ve Doğu Bloku tablosuna baktığımızda, tarihin Troçki’yi haklı çıkardığını söylemek abartı olmaz. Kitapta da “radikaller” olarak tasvir edilen “Tüm Dünyada Ekoloji” savunucularının dünyadaki ekolojik felaketlerin artmasıyla gün be gün güçlendiğini görüyoruz.
Değindiğimiz konuların yanı sıra Callenbach’ın gündeminde kadınların toplumdaki yeri, interaktif eğitim yöntemleri, plastik sorunu, ulus sorunu, sağlık, medya, nüfus, kentleşme gibi hem gündelik hem de uzun erimli meselelerin tartışıldığı çeşitli bölümler var. Ekotopya’da çocuklar interaktif bir şekilde, deneyimleyerek, toprağın dilini de en az pozitif bilimleri öğrendikleri kadar öğrenerek, ekolojik anlamda duyarlı yurttaşlar olarak yetişiyorlar. Afro-Amerikanların Ekotopya içinde kurdukları özerk devlet yapılanmaları mevcut, ki ulusal sorun kapitalist modern devletlerin çözmekten aciz olduğu yakıcı bir sorun olduğu için Callenbach bu noktaya özellikle parmak basıyor. Üretimde, yönetimde, sosyal hayatta aktif rollere sahip kadın tasviri de dikkat çekilmesi gereken ayrı bir başlık. Şuan içinde bulunduğumuz dünyada bizler için çarpıcı olan sorunların hepsinin çözümüne ve değişim sürecine dair tasviri her bir bölümde, detaylı bir şekilde bulmak mümkün.
1975’te yazılan bir romanın sonraki yıllarda yeniden gündeme gelmesinin ardından Ernest Callenbach “benim bir mesih olduğumu söylediler” diyerek ironik bir açıklama yapıyor. Çünkü yazarın da dikkat çekmek istediği bir nokta var. Çevresel yıkımın ve İklim krizinin yıllardır öngörülebilir, önlenebilir bir faktör olduğu gerçeği. Kitapta sera gazının etkilerine dair yaptığı öngörüler 90’lar ve 2000’li yıllarda maalesef bir gerçeğe dönüştükten sonra insanların gözünde geleceği tahmin eden birine dönüşmenin Callenbach için çok önemli bir gelişme olduğunu düşünmüyorum. Bununla birlikte, Ekotopya, içinde çok güçlü fikirler ve önermeler barındıran bir kitap. Başka bir dünya nasıl mümkün olabilir sorusuna Amerikan toplumununun dinamiklerini ve tarihsel çıkarımları da göz önünde bulundurarak “ütopik” bir düzlemde, aslında üretim biçiminin değişmesiyle hiç de “ütopik” olmak zorunda olmayacak cevaplar veriyor. Callenbach, toplumsal sorunların içinde cebelleşen, çıkış yolu arayan, iklim krizinin sebepleriyle ilgilenen, bütün ilişkilerin içinde barındırdığı kesişimselliği farkeden yurttaşlar için 1975 senesinden günümüzün distopyasına bir ışık tutuyor.
Callenbach, Ernest. Ekotopya. Çev. Osman Akınhay. İstanbul: Agora Kitaplığı, 2010.