Bir İstanbul Masalı
Bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır
Bir sengine yek pâre acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır…
diyordu Nedim İstanbul Kasidesi’nde öve öve bitiremediği İstanbul için. Rivayet odur ki fethettiği şehrin güzelliğine hayran kalan Fatih Sultan Mehmet “Yaş kesenin başını keserim.” demiştir.
Artık geride bıraktığımız yaz içerisinde birçok kez fırtınaya ve sele teslim olan İstanbul’un sefaleti, her fırsatta ecdatlarını referans olarak kullananların ona gerçekten ne kadar değer verdiğini gösterir niteliktedir.
İstanbul, iktidarın “inşaat ya Resulullah” sloganıyla yürüttüğü ranta dayalı birikim modelinin yarattığı kaotik düzeni artık taşıyamamaktadır. Her köşe başına gökyüzünü birer bıçak gibi delen gökdelenler dikilirken, en ufak bir yeşil alan sermayenin talanına açılırken; her yağmur, fırtına, sel bunu bize tekrar tekrar hatırlatıyor. Kısacası “Bir İstanbul Masalı”nın sonuna gelmiş bulunuyoruz.
Peki, İstanbul’u bugünlere getiren süreç nasıl yaratıldı? Bunun için Türkiye’nin yaklaşık yüz yıllık kapitalistleşme sürecinin irdelenmesi gerekiyor.
İstanbul’un modern bir kent olarak inşasında ilk adımlar İttihat Terakki döneminde belediye başkanı olan Cemil Topuzlu İstanbul’un yeniden yapılanmasına ilişkin şunları söyler: “Bana kalırsa İstanbul’u asri, medeni bir şehir haline sokmak için asarıatika ve abidelerini muhafaza etmek şartı ile kâmilen yıkılıp milyonlar değil milyarlarca lira sarfı ile yavaş yavaş yeniden yapmaktan başka çare yoktur.”. Fakat Cumhuriyet’in erken dönemlerinde İstanbul’a yatırımda öncelik verilmez. Kemalist iktidarın ilk dönemlerinde yatırımlarda öncelik ağırlıklı olarak başkent Ankara’ya başta olmak üzere büyük Anadolu kentlerine verilir. Bu nedenle 1901-1935 yılları arasındaki süreçte İstanbul’un nüfus artışı eksi yönde seyreder. Bunda krizle birlikte Anadolu’dan İstanbul’a göçebilecek nüfus için istihdam yaratmada karşılaşılabilecek güçlükler ve bunun sonucunda açığa çıkacak işsiz nüfusun yaratabileceği kaos da hesaba katılır. Bu nedenle iktidar köyleri toplumsal olarak daha cazip hale getirmek için köy enstitüleri başta olmak üzere yeni sosyal ve ekonomik politikalar geliştirir.
Ancak 1930’ların ortalarından itibaren İstanbul’un yeniden yapılandırılması gündeme gelir. İstanbul o güne değin geçmiş İmparatorluk döneminin göz bebeği ve dünyaya açılan kapısıdır. Fakat yeniden yapılanmada İstanbul’un bu kimliği geçmişi temsil etmektedir. Yeniden yapılanmada İstanbul’a özellikle geçmişten çok geleceği anlatan modern bir kimlik kazandırmak amaçlanır. Tabi ki kent sadece kimlik olarak değil, iktisadi olarak da yavaş yavaş kapitalist bir metropol olma hüviyetine kavuşur. 1936 yılında kentsel dönüşüm için görevlendirilen Henri Prost Haliç bölgesinin sanayi işletmelerine ayrıldığı, Beyoğlu, Şişli gibi bölgelerin kentsel yaşam alanı olarak tasarlandığı bir proje ortaya koyar. En sembolik dönüşüm Taksim’de gerçekleşir. Planda Topçu Kışlası’nın yıkılarak yerine park yapılması ve meydanın Cumhuriyetin simgesel mekânlarından birine dönüştürülmesi amaçlanır.
Fakat İstanbul’un dönüşüm hikâyesi II. Dünya Savaşı ile birlikte bir kesinti yaşar. Ta ki 1950 yılında Demokrat Parti iktidara gelene kadar.
Demokrat Parti dönemi, Türk sinemasında Haydarpaşa Tren Garı’nda inen köylülerin taşı toprağı altın İstanbul’a büyük bir hayret ve ürküntüyle baktıkları sahnelerle özdeşleşen, kırdan kente göçün başlangıç evresidir. Marshall yardımlarının etkisiyle kırsal alanda kapitalistleşmenin önü açılmış ve makineleşmeye dayalı tarım sahneye çıkmıştır. Bu durum köylerde işgücü fazlalığını doğurmuş ve geniş bir köylü nüfusunu şehirlerde artan iş imkânları ile birlikte proleterleşmeye sürüklemiştir. 1945-1950 yılları arasında büyük kentlere göç eden nüfus 214 bin iken, bu sayı 1950-1955 arasında 904 bine, 1965-1970 yılları arasında yaklaşık 2 milyona çıkar. Göçlerden aslan payını İstanbul alır.
Yoğun göç kentlerin sadece demografik ve toplumsal yapısını değil, fiziksel dokusunu da baştan aşağı değiştirmeye başlar. İstanbul’un bugün bilinen ve kentsel dönüşüme özne olan pek çok mahalle ve semtinin oluşumu bu döneme rastlar. Gecekondular kadim İstanbul’un tarihi siluetinin, Şişli-Beyoğlu-Fatih gibi modernleşmeden nasibini almış dokusunun yanında yeni bir alt kültürün taşıyıcısı olarak pıtrak gibi bitiverir. Tabi ki Demokrat Parti döneminde gecekondulaşmaya dokunulmadı, çünkü sermaye açısından sanayi havzalarının diplerine kümelenen bu yapılar hem ucuz işgücünün sağlanabileceği hem de bu işgücünün konut ihtiyacının ucuz bir şekilde karşılanabileceği birer kaynaktı. Sanayileşme ve hızlı nüfus artışı adeta birbirini besleyen ve arada kaybedenin İstanbul olduğu bir sarmal yarattı.
70’li yıllarda sahneye Kemal Sunal filmlerinden hatırladığımız arazi mafyasının girmesi gecekondulaşmaya yeni bir boyut kazandırdı. Arsa spekülasyonuna dayalı yeni bir kentleşme dalgası başlarken, tek katlı ve tenekeden gecekonduların yerini yavaş yavaş iki, üç katlı evler almaya başladı. 70’lerde bir yanda devletin bıraktığı boşluğu dolduran arazi mafyaları hazine arazilerini parsellerken, toplum içinden bunun antitezi de doğmakta gecikmedi. Devrimciler mafyatik çetelere karşı halkı da arkalarına alarak Gazi Mahallesi, 1 Mayıs Mahallesi gibi solun kaleleri olacak gecekondu mahallelerini inşa ettiler. Burada dikkat edilmesi gereken nokta kentin yine plansız, kendiliğinden ve altyapısız bir büyümeye maruz kalmasıdır. İktidarlar ve kentin yerel yöneticileri kaçak gecekonduları ve yapıları seçim dönemleri için birer oy deposu olarak gördüklerinden gidişatı sessizce izlemekle yetindiler.
1983 yılında ANAP’lı Bedrettin Dalan’ın (siz bunu “Talan” olarak okuyun!) belediye başkanı olmasıyla Levent, Taksim, Beşiktaş gibi bölgelerde birbiri ardına gökdelenler yükselmeye başladı. Kentin dikine doğru yükseliş hikâyesinin başlangıcı bu döneme aittir. Bunun yanında İstanbul siluetini süsleyen devasa oteller (Beton canavarı olarak bilinen ve on altı katı sonradan yıkılan Park Otel, Gökkafes, Swiss Hotel, Conrad Hotel vs.) inşa edildi. Haliç talan edilirken, sahil kenarlarını bıçak gibi yaran sahil yolları yapıldı. Artık İstanbul’un talanı uluslararası bir boyuta taşındı. Üstelik bu yeni süreç karşısında gecekondulaşma dalgası çok masum bir felaket olarak kalacaktı. Üstelik bu kez sadece geçim derdi ve iş bulma kaygısıyla değil, politik gelişmelerin basıncı da İstanbul’a yeni bir göç dalgasını tetikleyecekti. Kürt illerinde boşaltılan köyler, devlet baskısı, tarımsal üretimin zayıflaması gibi etkenlerden dolayı Kürt halkı çareyi başta İstanbul olmak üzere büyükşehirlere akın etmekle bulacaktı.
***
Bugünkü İstanbul portresinin ilk fırça darbesi bu şekilde atıldı. Bir yanda kentin merkezi alanlarında zenginlerin lüks hayatı diğer yandan merkezden uzakta tutulan ve adeta kentin elitleri tarafından cüzzamlı muamelesi yapılan gecekondu ve işçi yığınları. Şehir büyüdükçe bu iki sosyal katman arasındaki fiziki mesafe daha da azaldı. Ancak eşitsizlik daha da büyüdü ve gözle görülür hale geldi.
İstanbul son elli yılda sayısal olarak neredeyse on kat büyüdü. Hem nüfus hem de yüzölçümü olarak. Fakat bu elli yıl içerisinde hiçbir iktidar AKP’nin son on yılda yaptıklarının yanına yaklaşamadı. Popülizmin birer eseri olan mega projeler İstanbul’un hem kalan son tabiat artıkları olan Kuzey Ormanları’nın hem de kentin fizyolojik işleyişinin canına okudu. AKP ile birlikte inşaat ve mega projelerde elde edilen ranta dayalı iktisadi rejim kentin kalbine her gün yeni bir hançer saplıyor. Marmaray, Üçüncü Köprü, Üçüncü Havalimanı ve şimdilik dondurulan Kanal İstanbul… Bu projelerin ekonomik olarak kamuya bindirdiği devasa yük bir yana, iktidar bunların yapımı öncesi ne kentsel planlamanın bilimsel gerekliliklerini yerine getiriyor ne de kentin öznelerinin görüşlerini dikkate alıyor. Aksine eleştirenin, karşı çıkanın tepesine çökülüyor. Planlama deyince insanın aklına şu olay geliyor. 1960’larda CHP’nin verdiği planlı kalkınma önergesine Süleyman Demirel “Bize plan değil, pilav lazım.” cevabını verir. Memleketin kentsel planlamasının özeti bu! Kentsel politikalara tamamen “ben yaptım oldu” anlayışı hâkim. Sonuçta olan hem kentin kadim güzelliklerine hem de onun sakinlerine oluyor.
AKP’nin hayata geçirdiği mega projelerin en önemli özelliği kentin bir şekilde bugüne kadar bakir kalmayı başarabilmiş son doğal alanlarının da ortadan kaldıracak süreci başlatacak olmasıdır. Bu projelerden üçüncü köprü hayata geçti, yakında havaalanı da faaliyete geçecek. Süreç eninde sonunda bu bölgelerin yeni bir kentleşme dalgasıyla karşı karşıya kalmasıyla devam edecektir.
Üstelik kent iki yağmur örneğinde sellerle boğuşurken kentin akciğerleri olan ve Avrupa’nın biyolojik çeşitlilik bakımından en acil korunması gereken yüz ormanından biri sayılan Kuzey Ormanları’nın tahrip edilecek olması daha büyük iklim felaketlerine hazırlıklı olmak gerektiğini göstermektedir. Aşırı sıcaklıklar, aşırı yağışlar öyle lağım medyasının diline doladığı gibi Tanrı’nın bize gördüğü bir kader değil, insanın doğaya düşmanlığının verdiği bir cezadır. Bununla birlikte İstanbul’un ezeli sorunu olan susuzluk gelecekte daha büyük bir problem haline gelecektir. Nitekim kentin su ihtiyacını karşılayan Terkos Gölü başta olmak üzere doğal su kaynakları kuzeyde yer alıyor ve devasa inşaat projeleri bu bölgenin varlığını tehlike altına sokmuş durumda. Ormanların yok edilmesi, kentleşmenin bu bölgeye kayması (sadece havaalanı tamamlandığında günlük yaklaşık 100 bin aracın bölgede faaliyet göstereceği hesaplanmaktadır) fosil yakıtlardan kaynaklı sera gazlarının artışına yol açacak, fakat bunu amorti edebilecek bir ormanlık alan bulunmayacaktır. Öte taraftan bölgede yer alan hayvan ve bitki popülasyonu kaçınılmaz bir son olarak ortadan kalkacak, bölgenin göçmen kuşların güzergâhı üzerinde yer alması nedeniyle canlı yaşamında ciddi bir yıkım gerçekleşecektir. Daha Kanal İstanbul’u tartışmıyoruz bile!
Fakat Gezi Parkı’ndaki bir avuç yeşilliğe göz diken ve bu uğurda gencecik insanları katletmekten kaçınmayan bir iktidarın elbette orman ve onun yıkımının getireceği sonuçlar umurunda olmayacaktır. Gezi Parkı’nın fiziksel olarak ortadan kaldırılması sembolik bir yıkım olacaktı. İktidar hem geçmişte ortadan kaldırılan Topçu Kışlası’nı AVM formunda kentin kalbine saplayacaktı, hem de ben yaptım oldu politikasını daha özgüvenli bir şekilde hayata geçirecekti. 4 yıl önce Gezi’yi korumayı bir şekilde başarabildik, ancak daha büyük bir yıkım kapımızın eşiğinde. İktidarın o günden bugüne baskıyı daha da artırmasının gerekçelerinden birisi de bu. Gezi korkusu her yıkımda, her kirli işte karşılarına bir heyula olarak dikiliyor.
1936’dan günümüze (1936’daki Prost’un hazırladığı planı saymazsak) İstanbul’un geleceği üzerine düşünülmüş en ufak bir plan yok. Gelinen noktada İstanbul artık cenazesini bekleyen yaşlı ve huzursuz bir insana dönüştü diyebiliriz. Özellikle sermaye birikimini ranta dayandıran AKP politikaları İstanbul’un tabutuna son çivileri çakıyor. İstanbul çoklu organ yetmezliği yaşıyor, kimin umurunda! Kuzey Ormanları talan edilmiş, kentin üzeri neredeyse tamamen betonla kaplanmış, her yağmur bir felakete dönüşüyormuş, trafik tıkanıyormuş ne gam!
Trafik demişken, kentin merkezi noktalarında pıtrak gibi çoğalan ve trafiği içinden çıkılmaz hale getiren, kapitalizmin tüketim mabetleri olan AVM’lere değinmeden geçemeyeceğim. 1985 yılında Bakırköy sahilindeki Galleria açılırken İstanbullular ne düşündü bilemiyoruz. Fakat bugün sayısı 380’i bulan, 2019’da 450’yi aşması beklenen AVM’ler İstanbul’un ranta dayalı yıkım sürecinin vazgeçilmez öznelerinden biri oldu. Nerede yeni bir yapılaşma dalgası başladıysa orada birer AVM yükseldi; nerede bir AVM açıldıysa etrafına daha fazla site, konut yapma telaşı sardı. AVM’lerin neoliberal kapitalizm içindeki iktisadi rolü bir yana, İstanbul’un artık hem ekonomik hem de fiziksel olarak bu yükü taşıyamadığı bir gerçek.
90’lı yıllarda İstanbul’da birçok AVM’nin mimarlığını yapan Prof. Dr. Ertun Hızıroğlu gelinen noktayı şöyle özetliyor: “O zamanlar sadece Galleria vardı. 3 bin 800 araçlık otopark yaptırdık. Bugün hâlâ doludur o otopark… Ama artık insanlarda AVM merakı bitmeye başladı, merak edecek bir şey yok ki. Hepsinde aynı dükkânlardan var… AVM’ler ömürlerini doldurdu. Amerika’da işlemeyenleri hastane, büro olarak değiştiriyorlar. Bizim de bir müşterimiz aradı, ‘Acaba büro olarak değerlendirebilir miyiz?’ diye. O tür yatırımlar giderek azalıyor.” En son Tuzla’da inşaatı tamamlanamayan bir AVM Okan Üniversitesi tarafından hastaneye dönüştürülmüştü.
Erdoğan, 24 sene önce kendisiyle İstanbul’da başlattığı yönetimin neticesinde İstanbul’u önceki iktidarların “niyetlemediği ya da beceremediği” kadar korkunç bir beton yığını haline getirdi. Ranta dayalı hızı ekonomi döndürme hedefi, İstanbul’un varoşlarında Fikirtepe, Armutlu, Sulukule, Ümraniye,Tarlabaşı gibi pek çok yerinde derin mağduriyetler yarattı. İşin yoksulları artık eski yerlerinde yaşayamaz hale getiren yanı bir yana, İslamcı geleneğin büyük fetih törenleri ile kutlamalar icat ettiği ecdad kenti İstanbul’un tarihi dokusundan eser kalmadı. Erdoğan şimdilerde İstanbul’a ihanet ettik bundan ben de sorumluyum derken sakın ha acaba İstanbul bu beladan kurtulacak mı demeyin. İşin ucunda yıkıp yeniden yapma rantı var. Artık bir metreküp betonu kaldıracak hali kalmayan güzelim İstanbul’da inşaat sektörünün artık itibarı kalmamış aç gözlülüğünün devam edebilmesi için biraz vicdanlara seslenmek, biraz günah çıkartmak ile yeni projeler pekala yeniden halka kakalanabilir.
Sonuç olarak, artık edebiyatta bile Nedim’in şiirlerindeki gibi İstanbul’un güzelliklerini anlatan eserler çok az. Yusuf Atılgan “Aylak Adam” eserinde “Ya o sonuna dek gidip de bir tek servi göremeyeceğiniz ‘Sıra Serviler Caddesi’: Asfalt, üst üste beton yapılar, otomobiller sürüsü, hızlı yürüyen insanlar sürüsü…” yazıyor. Artık nesillere ilham kaynağı olan değil, sermaye düzeni tarafından rant ve kar hırsı ile talan edilen bir kent var.
Bizlere ve gelecektekilere İstanbul kapitalizmin gölgesi altında kaldığı sürece Özdemir Asaf’tan Boğaz Esintisi şiirini okumak kalıyor:
Ne günlermiş, ne günlermiş
Yıldızlar, mehtab, çamlar altında.
Yıldızlar, mehtab, çamlar altında
Ne günlermiş, ne günlermiş