Anlatılmayan Hikayelerimiz – Emre Güntekin

Promotional photograph to be used only in conjunction with the film MANUFACTURED LANDSCAPES, a Zeitgeist Films release.

Geçtiğimiz günlerde Amerika’da işçi sınıfının çalışma şartlarının kapitalizm tarafından ne denli ağırlaştırılabileceğine dair bir haber yayınlandı. Dört büyük tavuk üreticisi Tyson Foods, Perdue Farms, Sanderson Farms, ve Pilgrim’s Pride üretimden geri kalmamak adına işçilerin molalarını yarım saatle sınırlandırırken, Southern Poverty Law Center’ın hazırladığı rapor, çoğu işçiye verilen tuvalet izninin 5 dakikayla sınırlı olduğunu ortaya koyuyor. Verilen haberlerde işçilerin buna bağlı olarak pek çok sağlık sorunuyla karşı karşıya kaldıkları, tavuk üretiminde kullanılan antibiyotikler nedeniyle hastalandıkları zaman kullandıkları ilaçların işe yaramadığını ve zor durumda kalmamak için sıvı tüketimini azalttıkları aktarılıyor. İşçilerin artık tuvalete gidememeleri nedeniyle, altlarına bez bağlayarak çalışmak zorunda kaldıkları belirtiliyor.

Ne kadar iç açıcı bir manzara değil mi? Bu tarz haberleri okudukları zaman çoğu insanın aklına bu tarz durumların münferit vakalar olabileceği gelebilir. Öyle ya mesela bizim memleketimizdeki inançlı işverenlerimiz hiçbir zaman çalışanlarını bu tarz durumlara düşürmez,günah sayar. İşveren ekmek verir, velinimettir. Ya da bu tarz durumlar ancak Vietnam gibi, Çin gibi insanların kölece çalıştırıldıkları ülkelerde olur. Uygar dünyada böylesine insan onurunu hiçe sayıcı uygulamalar söz konusu bile değildir.

Böyle düşünenler varsa bile şu değişmez bir kuraldır ki (isterseniz biraz ağız yoklamayla aynı şeyleri duyacaksınız) modern insan için ücretli çalışmanın kendisi onun insan olma özelliğini ortadan kaldıran, bütün hayatını kendi merkezi etrafında şekillendiren, davranış biçimlerini belirleyen bir olgudur. Öyle ya da böyle bu şikayetlerden birinin kıyısına yanaşacaksınız. Bundan daha da kötüsü insanın sınıflı toplumların son aşaması olan kapitalizmde bu yaşam biçimine mahkum olmasıdır.

Engels İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı eserinde bu psikolojiyi şu şekilde tanımlıyordu: “İşçiler arasındaki moral bozukluğunun bir başka kaynağı, çalışmaya mahkûm oluşlarıdır. Nasıl ki gönüllü, üretken etkinlik insanoğlunun tattığı en üstün haz ise, zorunlu çalışma da en haşin ve aşağılayıcı cezadır. İnsanın kendi iradesine karşın, her gün, sabahtan gece vaktine kadar, belli bir şey yapmakla sınırlandırılmasından dehşet verici bir şey yoktur. Ve işçi kendisini ne kadar daha çok insan hissederse, işi ona, o kadar çok nefret edilesi görünür; çünkü sınırlanmışlığı görür, işin kendisi için amaçsızlığını görür.” Engels insanlığın neden çalışmaya mahkûm olduğunu bu pasaja ek olarak şu sözlerle tamamlar: “Çalışmak zorunda olduğu için çalışır. Para için, işin kendisiyle hiçbir biçimde ilişkisi olmayan bir şey için çalışır” ve “o kadar uzun üstelik kesintisiz bir tekdüzelik içinde çalışır
ki, azıcık insansal duyguları varsa bu çalışma onun için işkence haline gelir.”

deskmag-coworking-1495Bu nedenledir imanlısından, imansızına; en merhametlisinden en gaddarına patronlarımız, velinimetimiz, ekmek  verenimiz işçilerine  karşı her türlü pervasızlığı kendine hak görür. Kölece çalışma koşullarının bir getirisi olarak adlandırabileceğimiz ve kapitalizmin ilkel birikim döneminden beri hala sürdürdüğü bu tarz uygulamalar dünyanın her yerinde mevcut. Ama günümüzde en çok özdeşleştiği yerlerden biri Çin’e gidelim. Çin’de bir gazeteci işçi kılığına girerek Apple için üretim yapan Pegatron fabrikasına gider. 18 gün boyunca durmaksızın çalışır. Günlük 12-18 arası süren ve dur durak bilmeyen çalışmanın ardından yemek yiyecek hali bile kalmadığını ve tek düşüncesinin sadece uyumak olduğunu dile getirir. Manzara yabancı değil. Yine Çin’de Apple için üretim yapan Foxconn fabrikasında yoğun çalışmadan ötürü işçilerin intihara yöneldiklerini ve binadan atlamalarını engellemek için fabrika duvarlarının etrafına file gerildiğini okumuştuk. Yolculuğumuza devam edelim. Apple’ın üretimlerinde en çok kullandığı hammaddelerden olan kalayın çıkarıldığı Endonezya’ya gidelim. Endonezya’ya madenlerin koşullarını incelemeye giden gazeteciler buradaki kaçak madenlerde çok fazla sayıda ve her an heyelan ve göçük tehlikesi nedeniyle ölümle burun buruna yaşayan çocuk işçilerle karşılaştı

Asya boyunca devam edecek olursak ILO raporlarına göre Özbekistan’da 2 milyon çocuk pamuk tarlalarında, Pakistan’da ise 13 milyon civarında çocuk zorla çalıştırılıyor. Çocuk emeğinin bu kadar hâkim olduğu bir yerde özgür bir işgücünden bahsedebilmek mümkün değildir. Pakistan demişken burada 1995 yılında katledilen Pakistanlı çocuk işçi ve özgürlük mücadelecisi İkbal Mesih’e parantez açalım. Ailesinin bir halıcıya olan 7,42 dolarlık borcu nedeniyle 4 yaşında ailesi tarafından çalıştırılmak için satılan Mesih, defalarca kez işyerinden kaçarken her seferinde polis
tarafından patronlarına teslim edildi. Fakat Pakistan Esir Emekçiler Kurtuluş Cephesi’nde çocuk işçiliğine karşı yürüttüğü mücadele dünya çapında üne kavuştu ve mafyatik bir şekilde 13 yaşında katledildi.

“Modern” dünyaya doğru gidelim. Türkiye’de geçtiğimiz günlerde özel istihdam bürolarıyla ilgili yasa kabul edildi. Bakın Alman kapitalizmi kiralık işçilik uygulamasını nasıl bir sömürü mekanizmasına dönüştürüyor: BMW 2011 yılında Leipzig’deki fabrikasında çalışan işçileri kiralık işçi bürosu üzerinden yeniden kiralayarak ücretlerini %40 düşürmeyi başardı. Türkiyeli kapitalistlerin bu deneyimlerden sonuna kadar yararlanacağına şüphe yok. Avrupa’da çalışma hayatının en temel sorunlarından birisi göçmen işçilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Avrupalı egemenler göçmenleri yerli işçi sınıfına karşı bir sopa olarak kullanırken, her iki aynı sınıfa mensup toplumsal grup arasında etnik ve dini çatlaklar yaratmayı başarmaktadır.

BİRAZ DA TÜRKİYE

Türkiye’de genel çalışma yaşamının kötü koşulları hepimizin malumu. Bunu gözlemleyebileceğimiz pek çok sahayla her gün karşılaşıyoruz. Bu yüzden birkaç tekil örneğe inmekte fayda bulunmaktadır. Şafak öğretmeni hepimiz hatırlarız. Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu’nun kurucularından ve ses getiren eylemlerin örgütleyicilerindenbiriyken kansere yenik düşen bir direnişçiydi.

Tanıl Bora’nın Türkiye’de beyaz yakalı işsizliğini anlatan Boşuna mı Okuduk başlıklı kitabından şunu anlatıyordu: “Bizim dershanede çalışan arkadaşlarımıza, bizim platformun yöneticilerinden bir arkadaş var, cam siliyordu, masa temizliyordu, çay yapıyordu ama hani. Evet, ama bir yandan da öğretmenlik yapıyordu. Yani staj bu diyorlardı para vermiyorlardı. İlk girdiğiniz sene para vermezler size, sigortanız da yatırılmaz beğenecek miyiz diye. Beğenilirse ikinci sene sigorta yatırılıyor ayda 100-150 lira… Beş altı yılında sonunda 45 saat, haftada 45 saat ders çalışır, derse girerek bir milyara falan çalışırsınız çok beğenilirseniz. Ağabeyim çalıştı yıllarca gitti geldi, gitti geldi olmadı dershane bir türlü. Ücretli öğretmenlik yapan bir arkadaşlarımız var. Bunlar, benim arkadaşım
da var Tarsus’ta tuvalet temizlettiriyor müdür ona, odun kırdırdı yani bunlar uç şeyler, belki de hani birçok kişi ya olur mu falan diyecektir ama böyle yani gerçekten de böyle. İsim ve yeriyle belli hepsi. Tuvalet temizlettirdi, niye?
İşten atılma korkusuyla çünkü okul başlayınca istifa dilekçeni yazdırıyor, müdür alıyor istifa dilekçeni, canı istediği zaman tarihini yazıyor gönderiyor. Dershanelerde de arkadaşlar bedavaya çalıştırılıyor. Bir yerde dershane patronlarının da işine geliyor öğretmen sayısının artması.”

Bu ve benzeri manzaralar her yerde… Fabrika duvarları arasında da, yaldızlı gökdelenlerehapsedilmiş beyaz yakalı çalışanların dünyasında da her an yeni bir hikâye türerken, çoğu anlatılmayı bekliyor. Amerika’dan Çin’e, Almanya’dan Türkiye’ye özneleri değişse de hikâyenin ve konusu olan sistemin mantığı hiç değişmiyor. Bu yüzden işçi sınıfı bu hikayenin sonunu tek bir yerde değil tüm dünyada tek bir mutlu sona bağlamak zorunda: İşçi sınıfının, yoksulların, ezilenlerin, ötekileştirilenlerin yaratıcısı olacağı sosyalist dünya devrimine!

KATEGORİLER
ETİKETLER