AKP’de Davutoğlu Dönemi: Kapımızdaki Rejim – Derya Koca

18 Eylül, 2014

13 yıl önce kurulan AKP, 2002 seçimlerinde aldığı %34’lük oyla iktidara geldiği günden bu yana 7 seçimden ve bir referandumdan galip çıktı. Son zaferi ise cumhurbaşkanlığı seçimi oldu. Tayyip Erdoğan’ın Çankaya Köşkü’ne çıkarken partiyi emanet ettiği isim ve başbakan Ahmet Davutoğlu oldu. Erdoğan’ın karşısında rakip dahi sayılamayacak olan Ekmelettin İhsanoğlu’nun CHP’nin sağ politikalarını bir kez daha iflasını kanıtlamışken sol söylemle kampanyasını yürüten aday Selahattin Demirtaş, sol bir önderlik arayışındaki milyonlarca insandan oy alarak potansiyelleri açığa çıkardığı başarılı bir süreç geçirdi. Seçimin kazananı AKP açısından yeni bir sürecin başlangıcı olan cumhurbaşkanlığı seçimi Türkiye siyasi geleneğindeki anlamının çok ötesinde. Artık söz konusu olan yeni bir başkanlık rejimi yaratmak.Bu yazının konusu Erdoğan’ın yeni başbakanı Ahmet Davutoğlu etrafında yeni dönemi anlamaya çalışmak olacak.

Cumhurbaþkanlðı

Türkiye’nin gelmiş geçmiş en güçlü ve baskıcı hükümetlerinin kurucusu olan AKP, toplumsal destek almasının yanında siyasal motivasyonu güçlü bir parti. Aynı zamanda Emperyalizmle uyumlu bir İslamcı muhafazakarlığın iktidara taşınması anlamına gelen Ilımlı İslam projesinin Türkiye’deki ayağı. Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç gibi önde gelen isimler ideolojik olarak kararlı ve Kemalist rejime karşı verilen bir kavganın içinden gelen siyasetçiler. Milli Görüş hareketinin içinden gelen ve emperyalizmle- piyasacılıkla uyumlu Ilımlı İslam’ı uluslararası destek ile iktidara taşıyan AKP bu anlamıyla neo-liberalizmin önündeki engelleri (örgütlü işçi sınıfı, Kemalist bürokrasi vb.)kaldırmak gibi tarihsel bir misyon ile başa gelmişti ve bunu da başardı. Başarısının arkasında ise ihtiyaç duyulan baskıyı toplumsal desteği de arttırarak devam ettirebilecek bir hükümetti; Gezi’de olduğu gibi hem insanları öldürmek hem de ilk seçimlerden galip çıkmak bu “başarının” gücünü görmek açısından çarpıcıdır.

AKP, dış politikada ise Kemalist bürokrasinin aksine oldukça aktif ve saldırgan bir politika izledi. Bunun birinci sebebi elbette içerideki muhalefetin boğazına basmış olmasıdır. İkincisi ise emperyalizmle %100 uyumlu bir taşeronluk rolünü kabul etmesidir. Erdoğan’ın daha seçilmeden önce ABD’ye görüşmeye gitmiş olması, BOP eşbaşkanlığına getirilmesi, Pensilvanya’dan yönetilen Gülen Cemaati’nin büyük desteğini alması AKP’nin hem iç hem de dış politikadaki hızlı tırmanış öyküsünde birinci dereceden etkilidir. Ancak AKP her ne kadar böyle bir taşeronluğun gönüllü silahıysa da Milli Görüş çizgisinden gelen “eski tüfek”lerin İslamcı refleksleri (One Minute şovundaki gibi) kendisine biçilen rolü aşmak konusundaki arzusunun güçlü olduğunu kanıtılıyordu. Erdoğan kendisini Orta Doğu’da Sünni Müslüman halkların büyük lideri olarak görmek istiyor. Davutoğlu da onun önünü açmak için ülkeyi savaşa sokmak adına olmadık komplolara imza atacak kadar gözünü karartıyordu. (Meselenin bu boyutu Hakan Fidan’ınSuriye

topraklarından Türkiye’ye üç beş füze atarak savaşı nasıl başlatacağına dair sunduğu “planlar” kaset savaşlarında ortaya çıkmıştı) Suriye savaşı boyunca ABD’den çok işgalcilik heveslisi olan AKP’ye Obama’nın gösterdiği beyzbol sopası aşılan sınırın öte yanından AKP’ye sallanmıştı. Erdoğan’ın ucuz Kasımpaşalı pozları, Davutoğlu’nun içi boş tehditleri emperyalist politikada ancak kapalı kapılar ardında yapılan toplantılarda dalga konusu olabildi.Kısacası AKP esti, gürledi, bir türlü yağamadı. Yağamazdı da.Ancak bu onun IŞİD gibi AKP’nin mezhepçi politikalarını Orta Doğu’da güçlendirecek bir unsura ABD’nin istediğinden çok destek vermesine engel olamadı. Ancak Erdoğan da onun dış politikadaki akıl hocası Davutoğlu da içinde bulundukları kabın sınırlarını zorluyor. Özellikle de 17 Aralık operasyonundan sonra. Üstelik toplumsal desteklerini de korumayı başararak.

Hal böyle iken AKP’nin sıradan bir hükümet gibi, Erdoğan’ın da sıradan bir başbakan gibi vakti gelince kenara çekileceğini beklemek saflık olurdu. AKP’nin üçüncü dönem kuralı gereği Haziran 2015 seçimlerinde eski kadrolarının büyük kesimi saf dışı kalacak. Erdoğan’ın kendisi de bu kuralın sıradan bir kurbanı elbette olmazdı. Tam anlamıyla diktatörlük ve partide tek adam olma yolunda elindeki yasal olanak cumhurbaşkanlığı ile yoluna devam etmeyi seçeceği yıllar öncesinden belliydi. Ancak cumhurbaşkanlığını devletin hakemi, tarafsızlığı vb. gibi alışagelindiği yoldan devam ettirmeyeceği de çok açık. Gezi ayaklanmasından önce sık sık kamuoyunda başkanlık rejimini tartıştırıp kamuoyunu ısıtmaya çalışan AKP, anayasa değişikliği ile bunu başarmaya, Erdoğan’ın yolunu önceden açmaya çalışıyordu. Fakat hem AKP’nin cemaatle yollarını ayırmış olması, hem de Gezi ayaklanması anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğa sahip olmayan AKP’nin elini kolunu bağladı. Şimdi ise Erdoğan önce fiili uygulamalarla sonrasında ise yasal değişikliklere giderek (başkanlık, yarı başkanlık, partili başkanlık rejimlerinden birisi) kendisine çok daha geniş yetkiler ve hareket alanı sağlayabilecek bir pozisyona kavuşacaktır. Zaten kimse Erdoğan’dan Kemalist bürokrasi geleneğinin devamı niteliğinde devletin akil adamı pozları da beklemiyor. Köşke çıkmadan kendisinin de belirttiği gibi meydanlarda büyük mitingler yapacağı aktif bir politik döneme girecek. Kısacası Türkiye Erdoğan’ın tam gaz kullandığı bir direksiyonla keskin bir viraja girecek. Erdoğan virajı dönmeyi başarırsa yolunu temizlemek için muhalefeti susturmak ve cemaati saf dışı bırakmak için yeni bir baskı dönemi açacağı şimdiden gözlenebilir.

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin tartışılan isimlerinden biri de eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül’dü. İki dönem boyunca kaldığı Çankaya Köşkü’nde adeta Tayyip Erdoğan’ın onay makinesi gibi çalışan Gül, AKP içindeki eski tarihi ile aslında prestij sahibi. Erdoğan’dan daha yumuşak bir siyasal söyleme sahip. Bu yüzden de emperyalizmle de daha uyumlu bir figür. Öyle ki CHP’nin dümenini ABD’ye teslim etmiş Kemal Kılıdaroğlu, ortak aday İhsanoğlu belirlenmeden önce AKP’ye Gül üzerinde uzlaşma sağlama önerisinde bulunmuştu. Ancak Tayyip Erdoğan’ın aktif siyasete geri dönme kararı aldığını açıklayan Gül’ü tam anlamıyla saf dışı bırakmak istediği ortaya çıktı. 28 Ağustos’ta görev süresi tamamlanan Gül’ün doğal yollarla saf dışı kalması için 27 Ağustos’ta parti kongresinin gerçekleştirilmesi Erdoğan’ın tek adam olma isteğini net biçimde ortaya koydu. Aynı zamanda partinin başına getireceği ismin en az kendisi gibi saldırgan, dişli ve partide çatlak yaratma ihtimali olmayacak olan Davutoğlu olması Erdoğan’ın güçlü iktidar projesini tek elden kontrol etme isteği ile ilintili. Davutoğlu’ nun başkanlığındaki AKP’nin doğrudan Erdoğan tarafından yönetilmeye devam edileceği ve bu anlamda genel başkan Davutoğlu’ nun, lider olmaya devam edecek olan Erdoğan için (her ne kadar aksini söylese de ) bir emanetçi olduğu apaçık. Öte yandan Davutoğlu Erdoğan’ın adeta ruh ikizi. Bu nedenle eğer Erdoğan’ın başkanlık rejimi yolunda ayağı taşa takılırsa Davutoğlu’ nun aktif ve saldırgan siyasi tavrı Erdoğan’ı aratmayacaktır. Bu yüzden Davutoğlu’ nu seçerek Erdoğan ipini sağlam kazığa bağlamıştır.

Gelelim Davutoğlu’na. Davutoğlu, AKP parti kongresinden önce de açıklandığı üzere Erdoğan tarafından başbakan olarak belirlendi. Türkiye’nin böylece tepeden inme başbakanı haline getirilmiş bu ismi biraz yakından tanımakta yarar var.

Ahmet Davutoðlu

Mayıs 2009’da meclis dışından dışişleri bakanlığına getirilenAhmet Davutoğlu aslında çok öncesinde de AKP’nin akıl hocalığını yapmaya başlamıştı. Örneğin Irak teskeresi konusunda Abdullah Gül’ün Davutoğlu üniversitede hoca iken ders sırasında kendisini bizzat arayarak süreci yönetmesini istediği bilinmektedir. Peki, Abdullah Gül neden Ahmet Davutoğlu’nu seçmişti? Davutoğlu, Marmara Üniversitesi’nde akademisyenlik, İslamcı Yeni Şafak gazetesinde yazarlık yaptığı 90’lı yıllarda bütün İslamcıların mağduru olduğu 28 Şubat döneminde Silahlı Kuvvetler Akademisi ve Harp Akademisi’nde dersler verdi. Ocak 2003’te ise dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve başbakanı Abdullah Gül tarafından alınan kararla büyükelçilik unvanı ile devlet katında “onure edilmişti.”

Onu devlet içinde adeta devşirme yoluyla yükselten şey neo-Osmanlıcılık anlayışıdır. Davutoğlu’ nun uluslararası siyaset alanında uzmanlaşmış İslamcı bir akademisyen olması, büyük çoğunluğu yerel yöneticilikten gelmiş (Erdoğan gibi) siyasetçilerden oluşan AKP’de uluslar arası siyaset alanında ihtiyaç duydukları uzman ihtiyacındandı. Öte yandan Davutoğlu’ nun “Stratejik Derinlik” kitabında ortaya koyduğu İslamcı yayılmacı anlayış ise Erdoğan’ın güçlü İslamcı lider olma arzusu ve Türkiye’nin bölgedeki taşeronluk misyonuyla aynı anda örtüşüyor olması onu AKP liderliğine kadar taşıyan temel sebeplerdendir.

Davutoğlu, Stratejik Derinlik adlı kitabında emperyalist fantezilerine türlü kılıflar uydurur. Tüm diğer emperyalist ülkeler gibi kendini dünyanın merkezine konumlandırır. Ona göre Türkiye Asya-Afrika-Orta Doğu’nun bulunur ve yakın çevresinde kazanacağı gücün onu dünya liderliğine taşıyacağını öne sürer. Diğer bir deyişle Türkiye nasıl büyük bir emperyalist güç olur arayışı Davutoğlu’ nun derdidir. Peki, Türkiye neden büyük güç olmalıdır sorusuna verilen cevap da “Şanlı”tarihin ve coğrafyanın bu misyonu Türkiye’nin omuzlarına yüklemiş olmasıdır. Ne klişe ama! Bu soruyu ABD, Çin, Rusya hangi emperyalist devlet adamlarına sorarsanız sorun aynı cevabı alırsınız.

Kimse Türkiye’nin Gücünü Sınamasın”

Romantik yayılmacı hayallerle Orta Doğu’nun küçük eniştesi pozlarına giren Davutoğlu, önce komşularla sıfır sorun politikası ile hegemonyasını-sermaye yayılımını güçlendirmiş, daha sonra bu çok sevgili komşularının en ufak bir istikrarsızlığında tekmeyi ilk vuran olmayı da Orta Doğu’da özgürlük ve demokrasinin gelişmesi diyerek kendisini ve AKP iktidarını yüceltme yüzsüzlüğüne kadar işi vardırmıştır. Bu konudaki en net örnek hiç kuşkusuz Suriye. Beşar Esad ile komşularla sıfır sorun politikasının gereği görüşerek ona kardeşim Esad diye hitap eden Erdoğan, üzerinden bir yıl bile geçmeden Arap Baharı’ndan sonra ÖSO eliyle başlatılan iç savaşta hiç zaman kaybetmeden “Diktatör Esed”e çark etti. Bu süreçte Türkiye’nin açıkça cihatçı çetelere verdiği destek ve hortlatılan IŞİD bugün 2. Dünya Savaşından sonraki en büyük insanlık dramlarının baş aktörü haline geldi.Irak ise Davutoğlu’nun “müthiş” çabaları ile bugün ikinci cehennemini yaşıyor. Suriye, her an daha büyük katliamların yaşanacağı bir bataklık haline geldi. Birleşmiş Milletler’ in raporuna göre 3 milyondan fazla Suriyeli iltica etmek zorunda kaldı. Sadece IŞİD’ in katlettiği insan 10bini geçmiş durumda. İşte size Stratejinin Derinliğindeki karanlık!

Ahmet Davutoğlu tüm bu süreçlerde AKP’nin akıl hocalığını yaparken Erdoğan’ı da Ortadoğu halklarının lideri olarak parlatmaya çalışmıştı. Bir süre başarılı da oldu. Ancak patlak veren Arap Baharı AKP’nin halelerini paramparça etti. Artık Ortadoğu halkları Erdoğan’ı da Davutoğlu’ nu da hak ettikleri gibi birer savaş suçlusu olarak görüyor.

Özellikle Şii bölgelerinde Erdoğan ve AKP Katar ile birlikte selefi katliamlarının tertipçileri olarak lanetle anılıyorlar.

Davutoğlu’nun cihatçılara verdiği silahlar Reyhanlı halkına döndüğünde eline Esad’ ı suçlamak için bir fırsat geçtiği sevinciyle gülerek ekranlara çıkması daha akıllardan çıkmadı. Ölen insanlarımızın kanı henüz kurumamışken Davutoğlu “ Kimse Türkiye’nin gücünü sınamaya kalkmasın” diyerek kendisine güldürmesi bir yana, girdiği bütün maceralarda işi yüzüne gözüne bulaştırmayı da başardı. Bu kabarık sabıkasıyla Davutoğlu şimdi ise “Yeni Türkiye” programını, yani yeni rejim programını, dış politikadaki saldırganlığıyla uygulamaya koyacaktır.

Yeni Türkiye

Yeni Türkiye vizyonu AKP’nin yeni bir cumhuriyetin kuruluşunun tamamlanmasından başka bir şey ifade etmiyor: Kemalist bürokrasinin tasfiyesi, mezhepçilik, otoriterlik, başkanlık rejimi ile “taçlandırılmış” tek adam Erdoğan’a devleti, tüm muhaliflerden arındırılarak teslim edilmesi.Ki bu ajanda aynı zamanda emekçi halkın piyasacılığı dizginsiz uygulayan AKP’nin yeni rejiminde yoksulluk, açlık ve işsizlikle terbiye edilmesi anlamına geliyor. Aksi takdirde var olan ekonomik dolayısıyla da siyasi istikrarını sağlaması mümkün olmaz.Çünkü ulusal ve uluslar arası alanda emperyalist kapitalizmde “lider” olma iddiasındaki AKP’nin neoliberalizm konusunda da aynı kararlılığı göstermesi gerekmekte. Davutoğlu işte bu ajandanın devamlılığını sağlamak üzere başbakan olmuştur. Emekçilerin ise bu gidişatta sadece bir seyirci olması isteniyor. Emekçiler, millet iradesi diyerek dayatılan bu zorbalık karşısında sesini yükseltmelidir. Başkanlık rejimine geçmek ve anayasayı bu nedenle değiştirmek isteyen AKP’ye karşı mutlaka ve mutlaka geniş bir muhalefet cephesi örülmesi gerekmektedir. Burjuva parlamenter rejimde var olan haliyle bile muhalefete nefes aldırmamaya yemin etmiş AKP’nin başkanlık rejimi fiili AKP diktatörlüğünün yasal anlamda da önünü açacak ve baskının dozunu iyi arttıracaktır. Fakat bunu gerçekleştirmek için AKP’nin, kazanması gereken bir seçim var. 2015 Haziran seçimleri. Ahmet Davutoğlu bu nedenle ilk iş seçimlere yüklenerek anayasayı değiştirecek meclis çoğunluğunu elde etme gayreti içine girdi.AKP’nin seçimlerde sol bir kampanya sonucu alacağı bir hezimet ise hem AKP’nin frene basması hem de önümüzde yeni fırsatlar açılması anlamına geleceğinden çok önemli bir görevi sosyalistlere dayatmaktadır.

KATEGORİLER
ETİKETLER