Cumhuriyet: Birincisi –İkincisi, Hangisi? – Veli Umut Arslan
22 Aralık 2012
Kuruluşunun 90. yılına girilirken Türkiye Cumhuriyeti’nin mimarı Kemalist askeri ve sivil bürokratik odakların devlet aygıtından temizlenme süreci, büyük ölçüde tamamlanmış durumda.
Kemalist tasfiyeden arta kalan, tamamen muhalefete düşmüş her renkten ulusalcı, bu süreci birinci cumhuriyetin tasfiyesi ve ikinci cumhuriyete geçiş olarak değerlendiriyor. İkinci cumhuriyete nefret, birinci cumhuriyete özlem var. Bizler için durum, bu değil tabi. Sormadan edemiyoruz: Kel ölür sırma saçlı olur, kör ölür badem gözlü olur misali, “birinci” cumhuriyetin nesine üzülelim?
Diğer taraftan “ikinci” cumhuriyetin ve kurucusu AKP’nin nereden peyda olduğunu da sorgulamak gerekmez mi? Bunlar birdenbire, gökten zembille inmedi ki. Bugün gelinen noktanın tarihsel bir sürecin ürünü olduğu atlanamaz. Örneğin TSK’nin yaptığı 12 Eylül darbesi değil midir İslamcılara çağ atlatan? O halde uzun uzun yıllar askerden medet ummanın anlamı neydi? Ya da bugün “TSK şöyle yıpratılıyor, böyle yıpratılıyor” diye veryansın etmenin alemi ne?
Kemalizmin yoğun tesiri ile şekillenen Türkiye solu, 1960’lı yıllar boyunca ikinci kurtuluş savaşından dem vurmuştu. Şimdi de ikinci cumhuriyet tantanası bir kesim solun ana gündemi olmuş durumda. Dikkat edilecek olursa iki durumda da TSK, belirleyici ve ilerici bir güç olarak görülüyor(du). Tabi TSK’nın yanında üniversiteler, yüksek yargı ve yüksek bürokrasinin diğer elementlerini de TSK’nın yol arkadaşları olarak anmak gerekir. Bunlar da ilericiydi…
Geçmişle bugün arasında sonuç bakımından da mutlak bir benzerlik bulunuyor: İki durumda da TSK kendisine bel bağlayanları hayal kırıklığına uğratmıştır. TSK, 12 Mart 1971’de ikinci kurtuluş savaşı yerine “sınıf hareketini ezme savaşı”nı başlattığında H.Kıvılcımlı, “ordu kılıcını attı” diye hayıflanıyordu. Aynı TSK, AKP karşısında da kılıcını atacak ve kendisine bel bağlayanları bir kez daha ahlar vahlar içerisinde hayal kırıklığına sevk edecekti.
Hayal kırıklığına uğrayanların durumu ilk seferinde trajediyse ikinci seferinde daha çok komediyi andırmaktadır. Bir NATO örgütü olan, dolayısıyla ipleri okyanus ötesinde bulunan bir örgütten ne beklenebilirdi ki? O halde TSK’nın bünyesindeki üst rütbeli bir sürü askerin şimdilerde hapislerde olmasını nasıl yorumlayacağız, öyle ya bunlar NATO subaylarıydı? Aslında cevap basit: Son kullanma tarihleri geçince defterleri dürüldü, onlar da kıllarını kıpırdatamadı.
Aynı TSK, yine NATO güdümüyle 28 Şubat’ta “başka türlü” İslamcılar olan Erbakancıları tasfiye edip AKP’nin önünü açtığında ulusalcı solcular tarafından destekleniyordu. Tabi ki o sıralarda AKP’nin önünün açıldığının farkında değillerdi. Oysa hatırlanacak olursa o sırada sol açısından dönemin en büyük fırsatlarından biri hazır ve nazırdı. Mehmet Ağar gibilerinin önderlik ettiği derin devlet yapılanmasını protesto hareketi (Susurluk’taki kazadan sonra başlamıştı) bu anlamda büyük bir fırsattı, ama zamanla Erbakan’a karşı bir harekete dönüştürülmüş ve 28 Şubat sürecine evriltilmişti. Devlet karşıtı içerik taşıyan kitlesel bir hareket generallerin dizinin dibinde sonlanmıştı. Neticede 12 Eylül’de asker postalı altında ezilen eski devrimci kuşağın büyük bölümünü generalleri desteklemeye iten (halen de durum farksız değil) şey neydi?
Tabii ki İslamcılaşma tehdidi. Bu tehdit algılamasını geçerli kılan muhafazakarlaşma eğilimleri de mevcut olunca yaşam tarzları üzerinden şekillenen politik tercihler insanların zihnine yapışıp kalıyor ve adeta şuurları kapatıyordu. Sonuç olarak generallere kurtarıcı gözüyle bakılabiliyordu, 1990’larda da 2000’lerde de durum buydu. İlker Başbuğlar, Teoman Komanlar, Hurşit Tolonlar… Veli Küçük gibi daha “net” isimlerin bahsini yapmaya gerek yok. Örneğin alın size Teoman Koman: 12 Eylül darbesinin tuğgenerali, MİT’te müsteşar, JİTEM’in kurucularından, Hizbullah’ın hamilerinden… Şener Eruygur: NATO Koleji mezunu olan bu subayımız, Akın Birdal’ı kurşun yağmuruna tutan ve 4,5 yıl hapis yatan Semih Tufan Günaltay’ın kurduğu Ulusal Birlik Hareketi Platformu’nun Ankara temsilciliği yapıyor, bundan sonra da ne yapıyor biliyor musunuz: ADD Başkanlığı.
Birçok eski devrimci, sosyal demokrat ve Alevi’nin böyle bir profil karşısında yüzlerinin buruşacağı muhakkak. Ama İslamcılar geliyor paniği bu kesimleri generaller ve ulusalcıların kucağına itti. Peki, neticede bu neye yaradı? Çırpındıkça bataklığa saplanan biri gibi, daha sert ulusalcı tutumlar takındıkça AKP’yi ve neticede o çok ürktükleri muhafazakarlaşma eğilimini güçlendirdiler. Çünkü yaşam tarzları politikası lehine sınıf politikasından, emekçilerden kopuldukça geniş emekçi yığınları yaşam tarzları üzerinden tercih yapmaya zorlayarak AKP’nin kucağına itmiş oldular. Oysa AKP, ancak tabanını oluşturan emekçi yığınların AKP’den koparılması ile zayıflatılabilir. Bunun için de yaşam biçimci, laikçi, milliyetçi söylemler terk edilmeli; sınıf söylemi öne çıkarılmalı, ibre sola ve solun soluna yönlendirilmelidir. Ama her ne kadar askerden medet umacak hal kalmadı ise de merkez üssü orta sınıf elitizmi olan ulusalcı dar kafalılık, kendisini solda ifade eden emekçileri çıkmaz sokaklara sürüklemeye devam ediyor. Oysa devletten, askerden, milliyetçilikten, elitizmden kopulmadıkça sol zayıflamaya devam eder. Solun boşalttığı alanları da AKP ve diğer İslamcılar dolduruverir. Bu nokta AKP’den kurtuluşun yolunu işaret etmektedir. Gelgelelim AKP’ye karşı mücadele edilirken sınıf mücadelesi yerine hala yaşam biçimi ayrışmalarını körüklemek isteyen kesimler bulunmaktadır. Bu yüzden toplumsal muhalefetin enerjisini burjuva devlete yedekleyen ve de çıkmaza sürükleyen ulusalcıları da dönem dönem hedef tahtasına oturtmak gerekir. Bu çerçevede o çok yaygarası yapılan ikinci cumhuriyet tartışmalarını değinelim ve birincisinden ikincisine burjuva cumhuriyetin evrimi ve devamlılığına dair bazı notlar çıkaralım:
12 Eylül Etkisi
12 Eylül darbesinin İslamcıları nasıl ihya ettiğini kimse inkâr edemez. Bunu uzun uzadıya izah etmeye gerek yok. Sınıf hareketinin ezilmesi, halkın örgütlülüğünün dağıtılması, sosyalistlerin marjinalleştirilmesii en çok sırtı sıvazlanan İslamcılar’ın işine geldi. 12 Eylül sonrası şekillenen klasik düzen partilerinin çözülüşü, 10 yıl içerisinde bir vaka haline gelince ortaya çıkan boşluğu İslamcıların doldurması kaçınılmazdı. Kent yoksullarının tepkiselliği Erbakan’a yarayacaktı. 1990’ların ikinci yarısında ise sıra İslamcıların ehlileştirilmesine geliyordu. Bu işi de emperyalist kapitalist sistem adına TSK, 28 Şubat süreciyle üstlenecekti. Böylelikle mülk sahibi sınıfların ve bu arada ABD’nin arayıp da bulamayacağı seçimle iktidara gelen bir partner ortaya çıkmış oluyordu: AKP. Bunu da kolay kolay yedirmeyecekler doğal olarak.
Mutlak anlamda bir dönüm noktası olan 12 Eylül işçi sınıfına karşı yapılmıştı. 1960’lı ve 70’li yıllar sınıf hareketinin altın dönemiydi. Bu yüzden 12 Eylül’e gelindiğinde egemen sınıflar domuz topu gibi birleşmiş vaziyetteydiler ve darbeyi ayakta alkışlıyorlardı. Öyleyse cumhuriyet meselesinin bir de sınıf boyutu var. Hesaba katılmadan geçerli hiçbir değerlendirmenin yapılamayacağı sınıf meselesinin de bir evveliyatı var. Daha doğrudan söylersek emekçi düşmanlığı 12 Eylül ya da 12 Mart’ta başlamadı. Biraz eskiye uzanalım; birinci cumhuriyetin asrı saadetine ve öncüllerine kadar kimi tespitlerde bulunalım.
Kemalizm, Modenleşmeci Geleneğin Bir Devamıdır, Başlangıç Noktası Değildir
İlk olarak Kemalist kadroların İttihatçılar ve Jön Türkler’den padişah 2.Mahmud’a kadar uzanan bir modernleşmeci geçmişin devamcıları olduğu tespitini yapmak gerekir. Buna göre Osmanlı İmparatorluğu büyük güçler karşısında hızla gerilemekte ve dağılmaktadır. Çare Batı uygarlığını yakalamak için modernleşmektir. Zamanla Osmanlı egemen sınıfının bir kanadı sahipleri oldukları devleti kurtarmak için laikleşmenin de önemli bir parçası olduğu modenleşmeci bir proje için uzun yıllar mücadele yürüttüler. Birinci Dünya Savaşı ve ardından yaşanan Yunan işgali bu süreklilik içerisinde Mustafa Kemal önderliğinde bir kopuşu mümkün kıldı ve bu sayede cumhuriyete geçildi.
İttahatçılar’dan Kemalistlere Hedef Milli Burjuvazi Yaratmaktı
Paris Komünü ve Ekim Devrimi’nin yaşandığı, devrimci işçi hareketlerinin belirleyici olduğu bir tarihsel dönemde Kemalist kadrolar ve öncülleri, ne ihtilalci ne de reformcu “sosyalizmin” bir versiyonuna bulaşmıştır. Kendileri de yönetici sınıfın parçası olan devletlû modernleşmeciler, emekçilere hitap eden bir politik söylemi asla tahayyül etmemişlerdir. İttihatçıların Türk ve Müslüman müteşebbis bir sınıf yaratma hedefini CHP tek parti yönetimi hayata geçirecektir. Türkiye’nin en zengini Koç ailesi, birinci cumhuriyet tarafından Ankara’daki iflas etmiş bakkal dükkânından füze hızıyla yükseltilmiştir. Bu süreçte işçi ve köylülerden sömürülenler ve gayri-Müslimlerden zorla alınanlar yerli sermaye sınıfının oluşumuna yönlendirilmiştir. Bu yağmadan CHP vasıtasıyla yerli sermaye ile iş yapan uluslararası tekeller de paylarına düşeni almışlardır.
Birinci Cumhuriyet Toprak Ağaları ve Aşiretlerle İyi Geçinmiştir
Kemalist rejim toprak reformuna yeltenmemiştir. Büyük toprak sahipleri ve onunla el ele olan ticari burjuvazi, köylünün alın teri üzerinden büyük vurgunlar yapmıştır. “CHP’nin toprak reformu yapacağı ama toprak ağalarının ve daha sonra DP’yi kuracak olan CHP içerisindeki bazı kesimlerin buna izin vermediği” iddiası bir mittir. Bunun en iyi kanıtı 1950’deki seçimlerdir. Bu seçimlerde CHP’nin DP’yi geçebildiği tek bölge aşiret ve ağaların mutlak belirleyici olduğu doğudaki Kürt illeridir. CHP tek parti iktidarı, “sen beni tanı, ben seni bileyim” mantığıyla Kürt illerindeki aşiret ağaları ile işbirliğine gitmiştir.
Birinci Cumhuriyet İşçi Sınıfına ve Komünistlere Ölümüne Düşmandır
Emekçi sınıf hareketine düşmanlık Kemalist rejimin önceli İttihatçıların da temel özelliği idi. 1908 Devrimi’nden sonra iktidara gelen İttihatçıların yaptığı ilk iş grev dalgasını ezmek olmuştur. Mustafa Suphi ve 14 yoldaşını katledenler de Mustafa Kemal’in ekibindendir. Yeni kurulan cumhuriyette ise sendikaların kuruluşu 1950’lara kadar mümkün olmamıştır. İlk 1 Mayıslar ise ancak 1970’lerde kutlanabilmiştir. Nazım Hikmet ve yoldaşları, Kemalizmin zindanlarında on yıllar boyunca çürümeye mahkûm edilmiştir. Sabahattin Ali, CHP iktidarınca öldürülmüştür. Her 1 Mayıs öncesi komünistlere yönelik sürek avları başlatılmıştır.
Tek Etnisite Üzerinden Tarif Edilen “Türk”iye Cumhuriyeti
İttihatçılardan Kemalizm’e geçen temel nitelik milliyetçiliktir. Bu süreç boyunca Ermeniler yok edilmiş, Rumlar etnik temizliğe uğratılmış, Türkiye’de kalan az sayıdaki gayrimüslim de varlık vergisi (1942-43), 6-7 Eylül Olayları (1956) ve Kıbrıs meselelerinde (1964 ve 74) ülkeden çıkarılmıştır. Müslüman Kürtlerin durumu da asimilasyon ile halledilebilir sanılmıştır. Kürtlere “siz Türk’sünüz, dağ Türkü’sünüz” denmiştir. İnkâra dayalı bu Kürt politikası Kürtler tarafından reddedildiğinde de bu sefer de imhaya yönelinmiştir. 1920’lerin başından 1930’ların sonuna kadar bir sürü Kürt isyanı kanla bastırıldıktan sonra Cumhuriyet Kürtleri bir 30 yıllığına susturmuş olsa da durum ilk fırsatta (1960’ların sonundan itibaren) değişecektir. Sonuçta, Kürt isyanı ve bölünme korkusu, başında kim olursa olsun geçmişten günümüze Türkiye Cumhuriyet’inin en büyük sorunu olmuştur. Kürtlerin inkârı, olmadı imhası üzerine kurulu bir cumhuriyetin bu “belayı” yaşaması şaşırtıcı mıdır? Her sabah Kürt çocuklarına “Türk’üm, Doğruyum…” bağırttırırsanız fevkalade bir Kürt sorununuz olması şaşırtıcı olmamalıdır. Alın size İttihatçılar’dan, Kemalistler’e ve oradan AKP’ye müthiş bir devamlılık daha.
Tepeden İnme Modernlik Bu Kadar Olur
Osmanlı’dan Cumhuriyete uzanan modernlik serüvenine gelince. Bunun ayırt edici özelliği tepeden inme ve otoriter olmasıdır. Modernleşmeci reformlar bir devlet projesi olarak elitist bir tonda yukarıdan dayatıldığı için halk tarafından kayıtsızlıkla ya da sessiz bir dirençle karşılanmıştır. Tepedenliğin tersi olan aşağındanlığın mümkün olması için emekçilerin sürece aktif katılımının olması gerekir. Diğer taraftan emekçilerin politik açıdan aktifleşmesi ancak iş için, aş için, gelecek için verilen sınıf esaslı bir mücadele içerisinde mümkün olabilir. Yani emekçiler için aydınlanma, en başta kendi sömürücülerine karşı verilecek bir mücadele sürecinde mümkün olabilir. Bu da burjuva cumhuriyetin en çok korktuğu ve engellemek için her şeyi yaptığı şeydir. Mustafa Suphiler bunun için katledilmişlerdir. Gerçekten de gerek Ekim Devrimi’nin Anadolu’da yarattığı sempati, Mustafa Suphi’lerin kısa zamanda gördüğü ilgi ve gerekse de Rusya’daki işçi iktidarının öncülüğünde dünya sosyalist devriminin ete kemiğe bürünmesi, İstanbul’da ve Anadolu’da bir işçi ve köylü şuraları hareketinin ortaya çıkışını işaret etmekteydi. Bu noktada dar kafalı yaklaşım, Kemalizmi benimseyemeyen bir halkın komünist harekete katiyen katılmayacağında ısrar eder. Emekçi düşmanı bir rejimin tepeden kumanda edeceği soğuk, elitist bir modernleşme hamlesinin halk arasında tutmamasında şaşılacak bir şey yoktur. Ama halkın öz talepleriyle mücadele yürütüldüğünde, ekmek kavgasında ve hazır Kafkasya ve Rusya’da Müslümanlar coşkuyla Bolşevizmi benimsemişken emekçilerin komünizmi pekâlâ heyecanla karşılayacağında şüphe yoktur. Kaldı ki sosyalist ajitasyonun ilk defa mümkün hale geldiği 1960’larda aynı halk koşa koşa sosyalistlerin saflarına katılmıştır. 1960’lar ve 70’lerin öyküsü bu değil midir? Neticede Kemalist reformları benimseyenler, yeni yetme burjuvalar dışında, devlette çalışan, eğitimli, kentli, ince bir orta sınıf katman içerisinden çıkmıştır. Köylerde yaşayan Aleviler de cumhuriyetin Sünni İslam’ı resmi devlet dini seçmesine rağmen yeni rejimin destekçisi olmuşlardır. Ama büyük çoğunluk reform sürecine yabancı kalmıştır. Sonuçta halkın örgütsüzlüğüne, pasifliğine ve sinmişliğine dayanan otoriter elitist modernleşme projesinin güdük kalmasında şaşılacak bir durum yoktur.
NATO Safını Birinci Cumhuriyet Seçmişti
Cumhuriyetin karakteri başından beri burjuva olarak saplanmıştır. Bu yüzden de mülk sahipleri lehine emekçi düşmanlığı, bu rejimin karakteri olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki uluslararası konjonktürde İnönü yönetimindeki Türkiye’nin ABD tarafını seçmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Akabinde de NATO’ya girilmiştir. Çok partili hayat da uluslararası baskıların bir ürünü olarak şekillenmiştir. CHP içerisinden kopan liberal kesimler DP’yi kurmuş ve iktidara gelmişlerdir. Çok partili hayata geçiş nasıl sürecin bir getirisiyse serbest seçimlerden DP’nin zaferle çıkması da aynı sürecin doğal bir sonucudur. Bu noktada kimilerinin yaptığı gibi İsmet İnönü’yü günah keçisi ilan etmeye gerek yok. Neticede daha sonraki DP sürecine liderlik eden Celal Bayar, Mustafa Kemal’in has adamıdır. Hatta Mustafa Kemal hayatının son döneminde statükocu İnönü’yü geriye çekmiş, liberal Celal Bayar’ı öne çıkarmıştır. Sonuç olarak burjuva cumhuriyet, sınıf doğası gereği, mecburen NATO trenine atlamak zorundadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında küresel kapitalizme daha fazla entegre olan Türkiye için NATO’nun belirleyiciliği muhakkak ki daha çok olacaktır. DP de esasında CHP’nin bir ürünüdür.
Birincisinden İkincisine Devamlılığın Sarsıldığı 20 Yıl
Kurulduğu günden bugüne burjuva cumhuriyetin emekçi düşmanlığı, Kürtler ve diğer ezilen kesimler üzerindeki baskılar, NATO ve Batı yanlılığı gibi esas konularda kararlı bir devamlılığı vardır. AKP döneminde de bu devamlılıkta bir farklılık yoktur. 90 yıllık bu mazideki asıl sarsıntılı dönem 1960-80 yılları arasında yaşanmıştır. Bu dönemi farklı kılan işçi, köylü ve gençliğin devrimci uyanışıdır. Devrimci uyanış neye isyan etmiştir peki? Sömürü düzenine, ABD emperyalizmine ve Kürtlerin ezilmesine… Yani devrimci uyanış, cumhuriyetin üzerine kurulduğu burjuva temelleri hedeflemiştir. Bu yüzden de TSK, TÜSİAD, ABD ve müttefikleri ile faşist ve İslami hareket topyekûn devrimci hareket karşısında birleşmişlerdir. Kitlelerdeki devrimcileşme karşısında manevra yaparak Ecevit yönetiminde sola kayan CHP’nin de kitle hareketini düzen sınırları içerisinde tutmak gibi bir misyonunun olduğunu unutmamak gerekir. Neticede 12 Eylül’de emekçilerin ve gençliğin devrimci uyanışı, esas olarak da devrimci harekete önderlik eden kesimlerin yetersizliği yüzünden yenildi. Böylelikle burjuva cumhuriyet, sınıf hareketini ezerek önemli bir virajı dönmüş oldu. Kısacası cumhuriyet tarihinde özlenecek bir şey varsa o da 60’ların ve 70’lerin devrimci atılımıdır. Yoksa Mustafa Kemal ile Celal Bayar ya da İsmet İnönü ile Adnan Menderes arasında düşünüldüğü kadar bir fark yoktur. Oysa Mustafa Suphi ile Mustafa Kemal arasında dağlar kadar fark bulunmaktadır. 1960’lar ve 70’lerde sınıf hareketi tüm çelişki ve eksikliklerine rağmen, Mustafa Suphi’nin başını çektiği emekçilerin isyanını temsil etmektedir.
Sömürü Düzeni AKP ile Başlamadı AKP ile Bitmeyecektir!
12 Eylül işçi sınıfının ezilmesini ve neoliberalizm karşısında savunmasız bırakılmasını, Özal’ı ve nihayetinde de AKP’yi getirmiştir. 12 Eylül stratejisinin yanısıra, sosyalist hareketin ve örgütlü işçi sınıfı muhalefetinin yok edilmesinin ardından yoksul mahalleler siyasal İslam’ın gelişmesinin mekânı olmuştur. 28 Şubat müdahalesiyle de siyasal İslam ehlileştirilmiş ve emperyalist kapitalizme tam uyumlu, azgın piyasacı AKP dizayn edilmiştir. Soğuk Savaş’ın bitiminden beri tasfiyesi gündemde olan TSK önderliğindeki milliyetçi bürokratik odakların dağıtılması işini de AKP başaracaktır. Bu çerçevede AKP’ye karşı çıkılacaksa bunun içeriğini 12 Eylül’ün hedef aldıkları temelinde belirlememiz gerekir. Yani AKP’ye karşı örülecek olan mücadelenin merkezini sınıf merkezli politikalar oluşturmalıdır. Cumhuriyetin çok büyük çoğunluk için hayali olan kazanımları çerçevesinde yürütülecek bir mücadele, sınıf mücadelesini baltalamaktadır. Zira toplumsal ayrışmayı sınıf üzerinden değil muhafazakar-laik gibi yaşam tarzları ve kimlikler üzerinden inşa eder. Bu da AKP’yi güçlendirmekten başka işe yaramaz. Zira AKP’ye oy verenlerin büyük kısmı muhafazakar yoksul halktan oluşmaktadır. Eğer elisitist laikçilik politikasında ısrar ederseniz bu milyonları AKP’nin kucağına itersiniz. Eğer sınıf mücadelesini körüklerseniz AKP’yi köşeye sıkıştırırsınız. Gelgelelim konunun hayati önemdeki diğer bir yanını da asla unutmamak gerekir: AKP giderse mesele bitecek midir? Tabii ki hayır. Sömürü düzeni AKP ile kurulmadı, ondan sonra da devam edecektir. Bu yüzden salt AKP karşıtlığı emekçi sınıfları kesmeyecektir. Sınıf mücadelesinin yükseltilmesi yoluyla AKP’nin devrilmesi bu açıdan da önemlidir, zira AKP’yi yıkmayı başaracak olan bir sınıf hareketi, çok büyük bir özgüven kazanacak ve bu noktada durmak istemeyecektir. Emperyalist kapitalizmin vurucu gücü durumunda olan AKP’nin komünistler ve işçi hareketi açısından hedef alınması, güncel bir aciliyet taşımaktadır. Ama ulusalcıların hayalini kurduğu “AKP’siz (burjuva) cumhuriyet” düşleri ile emekçilerin hiçbir işi olamaz. Kısacası birinci cumhuriyeti ve cumhuriyetin kazanımlarını yok ettiler türünden sızlanmalar çöpe atılmalıdır. Sonuç olarak birinci ya da ikinci gibi sıralamalar yerine cumhuriyetin sınıf karakterini ifade eden burjuva cumhuriyet tanımlaması çok daha yerindedir ve ufuk açıcıdır.