TL’nin Kıbrıs’taki Krizi- Celal Özkızan*
Kriz Dışsal mı?
Kıbrıs’ın kuzeyinde Türk lirasının krizinin “dışsal bir kriz” olduğu ne yazık ki pek çok kesim tarafından bir çırpıda kabul edildi. Bu aslında bir bakıma doğru; zira Kıbrıs’ın kuzeyinde resmi para birimi Türk lirası ve küçük bir istisna haricinde KKTC Merkez Bankası’nın başkanları TC vatandaşları oluyor. Hâl böyle olunca, Kıbrıs’ın kuzeyindeki hükümetlerin ve yetkililerin kendi para politikalarını gütmek gibi bir şansları yok. Dahası, gerçekten de, Kıbrıs’ın kuzeyinde kriz, Kıbrıs’ın kuzeyindeki toplumsal ve ekonomik ilişkilerin doğrudan bir ifadesi olarak değil, Türk lirasının aşırı derecede değer kaybetmesiyle tetiklendi.
Tüm bunlara rağmen, bu krizi “dışsal” olarak adlandırmanın gözden kaçırdığı pek çok şey var: Her şeyden önce, Türk lirasının değer kaybetmesi içsel ilişkilerin doğrudan bir sonucu olmasa da, Kıbrıs’ın kuzeyinde bir ekonomik krize yol açması, Kıbrıs’ın kuzeyinin kendi yapısal sorunları olduğunun bir göstergesi. Dışa bağımlılık, bu yapısal sorunların başta geleni. 1986 yılı ile başlayan neoliberal dönüşüm öncesinde ithâl ikameci ve hafif imalât sanayi üretimine dayanan bir kalkınma modeli izleniyordu. Bu dönemde ihracatın ithâlatı karşılama oranının %47’lere kadar çıktığı olmuştu. Hafif sanayi imalâtı yapan KİT’lerin tasfiyesi ya da özelleştirilmesi ve başta gümrük serbestleşmesi olmak üzere uygulanan “ekonomik liberalizasyon” politikaları (ki bu süreçte Kıbrıs Türk Ticaret Odası’nın etkisi büyüktür) bugünkü dışa bağımlı yapının temel taşlarını döşemişti.
Bunlara ek olarak, 1986 yılı ile birlikte ekonomik büyüme odağı (ve dolayısıyla dış açığın kaderi) yükseköğrenim ve turizm gibi “dış talebe” dayalı sektörlere endekslenmiş hale geldi. Bu furyaya 2005 yılı ile birlikte girdi bakımında yine ithalât yoğun bir sektör olan inşaat sektörü de katıldı. Dahası, kiralar ve alış-satışlar da dahil olmak üzere emlak sektörü ve yükseköğrenim sektörü ciddi oranda yabancı para birimleri üzerinden dönmekte. Gerek üretim ve hizmet girdileri açısından, gerek talep açısından, gerekse de işgücü açısından böylesi bir dışa bağımlılık çerçevesi içinde akıp giden bir ekonominin kriz yaşamasının tek sebebinin Türk lirasının değer kaybetmesi olduğunu söylemek, atı arabanın önüne koşmak olur; çünkü parasal ilişkiler, toplumun özelde kendi üretim yapısı ve genelde dünya ekonomisine eklemlenme biçiminin ifadesinden başka bir şey değildir.
O yüzden, şu dört noktayı net bir biçimde ortaya koymak lazım:
a) KKTC kendi para politikaları üzerinde söz sahibi olsaydı ve hatta kendi bağımsız para birimi olsaydı dahi, ekonomik yapısı gereği bu türden krizlere zaten açık olacaktı. Elbette süreç muhtemelen bu tarihlerde yaşanmayacaktı, ancak sürecin doğasının niteliği böyle olacaktı.
b) KKTC’de resmi para biriminin Türk lirası olması kriz bakımından sebep değil sonuçtur. Türk parası karşısında krizden önce dahi çok değerli bir para birimi olan Euro’yu kullanmakta olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin birkaç yıl önce yaşadığı ve bedelleri emekçi sınıflar ve küçük burjuvazi tarafından ödenen devasa ekonomik kriz buna en açıklayıcı örnektir.
c) Türk lirasının krizi Kıbrıs’ın kuzeyinde Türkiye’de deneyimlendiğinden farklı bir biçimde deneyimlenmektedir. Gerek enflasyon oranları, gerek krizden etkilenen sektörler ve kesimlerin dağılımı ve etkileniş düzeyleri buna örnektir. Bu da, meselenin sadece para birimi ile ilgili değil, toplumun üretim yapısıyla ilgili olduğuna delalettir.
d) Gerek genelde kapitalizmin içinde bulunduğu mevcut gelişim aşaması bakımından gerekse de neoliberal döneme içkin finansallaşma dinamikleri bakımından bugün tek tek ulusal ekonomiler ile bir bütün olarak dünya ekonomisi arasında (veya çeşitli yerelliklerle çeşitli bölgesellikler/yerelarasılıklar arasında) çok ciddi iç içe geçmişlikler, karşılıklı bağımlılık ilişkileri ve derinlikli eklemlenme biçimleri vardır.
Krizin sebebini “dış dünyaya” bağlamak, iyi bir propaganda yöntemi olsa da, yavan bir ekonomi politik argümanıdır, hele hele böylesi bir dönemde. Dış ekonomik dinamikler denilen şey artık içerde olana içkindir, ve içerili sandığımız şeyin çok çeşitli “dışarılı” dolayımları vardır. “Yerli ve milli” olan her şey buharlaşıyor. Bugün dünyanın en güçlü ekonomilerine sahip olan ABD ve Çin dahi, krizin global boyuttaki etkilerini ciddi biçimde yaşamaktadırlar. Her şey bir yana, ekonomide işler “tıkırındayken” dış ekonomik gelişmeleri (örneğin ucuz kredi olanaklarını) tartıştırma ihtiyacı dahi duymayanların işler açmaza girdiğinde bir anda “dışsal” sebepler aramaları anlamsızdır.
Enflasyon
Kıbrıs’ın kuzeyinde Türk lirasının krizi, kendini en ciddi, en doğrudan ve en yakıcı biçimde enflasyon aracılığıyla gösterdi. Yüksek fiyatlar beraberinde ciddi bir iç talep azalışını getirdi. Dahası, çoğunluğu Türkiye’den gelen öğrencilerden beslenen yükseköğrenim sektörü, Türk lirasının içine girdiği kriz nedeniyle bu sene kaydolan öğrenci sayısında ciddi bir düşüş yaşadı (Kıbrıs’ın kuzeyinde, ortalama 80-90 öğrenciye ev sahipliği yapan Öğretmen Akademisi hariç bütün yükseköğrenim kurumları özel ve harçlar da çok pahalı. Dahası, Kıbrıs’ın kuzeyi kriz öncesi koşullarda dahi pahalılığın çok yüksek olduğu bir ülke. Bu yüzden Türkiye’deki ekonomik kriz, belli sayıda öğrencinin Kıbrıs’a gelmekten vazgeçmesinde bir etken olmuştur). Yükseköğrenim sektöründeki bu durum, yurtdışından gelen öğrencilerin beslediği yan sektörler için de tehlike çanlarının çalmasına sebep oldu. Turizm sezonunun sonlarına da geldiği düşünüldüğünde, Türk lirasının değer kaybının turizm sektörü açısından bir avantaja geçirmek de şimdilik bir çıkış yolu değil.
Buna ek olarak, krizin emekçilere ve dar gelirlilere doğrudan yansıması alım gücünün düşmesi ve temel tüketim harcamalarının dahi baş ağrıtacak niteliğe bürünmesiyken, küçük burjuvazi (küçük işletme ve dükkân sahipleri, esnaf ve zanaatkârlar) ile küçük üreticilere (küçük mülk sahibi çiftçiler geçimlik miktarda küçükbaş/büyükbaş hayvan sahibi olanlar) yansıması ise girdi maliyetlerinin artması sonucu -bırakın büyük işletmelerin ve büyük üreticilerin olduğu bir piyasada rekabet etmeyi sürdürebilmelerinin- işletmelerinin geçimlik boyutunu bile sürdürememeleri tehlikesinin ortaya çıkmasıdır.
Şimdi de gelin bu kriz döneminde çeşitli aktörlerin ve örgütlü kesimlerin ne gibi tavırlar ve pratikler sergilediklerine, kendi içlerinde madde madde bakalım:
Hükümet
a) Hükümet 4’lü bir koalisyondan oluşuyor: Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP), Halkın Partisi (HP), Demokrat Parti (DP) ve Toplumcu Demokrasi Partisi (TDP). Emek-sermaye ilişkileri bakımından Cumhuriyetçi Türk Partisi ve Halkın Partisi merkez sağı, Demokrat Parti milliyetçi sağı ve Toplumcu Demokrasi Partisi de –gittikçe aşınmakta olan bir- sosyal demokrat çizgiyi temsil ediyor (CTP, Kıbrıs sorununa ilişkin geleneksel olarak taşıdığı “çözüm yanlısı” çizgi nedeniyle Kıbrıs’ın kuzeyinde sol etiketiyle anılan bir parti, yine de, emek-sermaye ilişkileri bakımından yer yer neoliberal çizgiye tamamen kayan bir merkez sağ partisi konumunda)
b) Başta CTP ve HP olmak üzere bu dörtlü koalisyonun bileşenlerinin hükümeti oluştururkenki ana söylemi yolsuzlukların üzerine gidileceği, şeffaflığın ve hesap verilebilirliğin ön planda olacağı, özel sektör öncülüğünde bir ekonomik gelişme çizgisi izlenmekle beraber sosyal adaletin sağlanacağı yönündeydi. Şubat 2018 başında kurulan bu koalisyon hükümeti, kriz dönemine kadar geçen zamanda icraata dökülmeyen bazı popülist çıkışlar ve reform dahi denilemeyecek nitelikteki bazı adımlar haricinde kendi vaatlerini uygulamaya koymakta dahi sınıfta kaldı.
c) Hükümet krizi bir nevi kucağında buldu ve başta temel tüketim harcamalarında görülen, yer yer %100’leri geçen zamlar olmak üzere emekçileri ve orta-dar gelirlileri bir anda çarpan alım gücü sorunu karşısında bir süre sessizliğe büründü. Bu sessizlikten sonra ilk olarak 23 maddelik bir “ekonomik önlemler” paketi açıklandı. Bu paketin öngördüğü önlemlerden ilki, ‘ekonomik canlılığı’ koruma amaçlı çeşitli türden KDV indirimleriydi. Bu indirimler market raflarındaki fiyatların akıl almaz artışına engel olmadığından, nihai olarak sermayedarların –zaten ciddi bir kayıt dışı ekonominin bulunduğu bir ortamda- daha az vergi ödemeleri dışında bir sonuç vermedi.
Önlemlerden ikincisi, ülkedeki vatandaş olmayan işgücünün gelirlerine göz koyan ve emek hareketinin yer yer içine kapıldığı “Kıbrıslı milliyetçiliği” damarına göz kırparak işçileri bölme amaçlı hayata geçirilen “çalışma ve ikamet izni ile gelenlerin çocukları için asgari ücretin %5 oranında ödenek alınacak” maddesiydi. Paket kapsamındaki üçüncü önlem, kriz öncesinde dahi satışlarda bir düşüşün yaşandığı inşaat sektörüne can suyu olacak olan “yabancılara mülk satışı izni” ile ilgili maddeydi. Böylesi bir girişimin kira ve ev fiyatları üzerinde yarattığı dış talep temelli ve yukarı yönlü baskının emekçilerin en temel ihtiyacı olan konut bakımından ne tür sarsıntılar yaratacağı görmek için Kıbrıs’ın güneyindeki Larnaka ve Limasol şehirlerine bakmak yeterli. Buna ek olarak, yine konut satışlarını arttırmak amacıyla mülk satışlarındaki tapu devir harcında da indirime gidildi. Yine, önlemler arasında, döviz karşılığı ev kiralayan kesimlere, döviz kurunu sabitlemeleri karşısında vergi indirimi taahhüdünde bulunuldu.
Bir diğer önlem ise, ihalelerde başlatılan avans uygulaması oldu. Kıbrıs’ın kuzeyinde hükümet tarafından açılan gerek inşaat gerek ürün alımı temelli ihalelerde, ihaleyi kazanan şirketler, yazının önceki kısımlarında değinilen ithalâta bağımlılık faktöründen ötürü döviz ihtiyacına sahipler. Hükümet bu önlemiyle, hem ihalelerin sürmesini ve bu ihalelerin özel şirketlerce üstlenilmesinin devam etmesini sağlamış; hem de şirketlere, ihalelerdeki yükümlülüklerini daha kolay yerine getirmeleri için avans güvencesi vermiş oluyordu.
Son olarak, emeğin hakkına saldırmayan ve aynı zamanda sermayenin ve/veya zengin çevrelerin cebine el uzatılan sadece 2 madde yer alıyordu paketin içinde. Bunlardan ilki, kumarhanelere (bahis yerleri dahil) uygulanan bir defaya mahsus ilave vergi önlemi ve belli bir metrekarenin üzerinde olan ve özellikle havuzlu konutlar için bir defaya mahsus ek vergi önlemi.
Bu paketin ardından bir süre sonra, zamların düşmemesi üzerine, hükümet “denetim” adı altında fahiş zamlar yapan işyerlerini denetime başlamış, dahası, Türkiye’deki “enflasyona karşı topyekûn mücadele”ye benzer biçimde, büyük sermaye grupları öncülüğünde bir “indirim kampanyası” başlatmıştır. Bu kampanyanın uygulanmadığı ve denetimlerin yetersiz olduğuna dair vatandaşlardan çok sayıda şikâyete yazılı basın ve sosyal medya aracılığıyla rastlandı. Bu türden şikayetleri bir kenara bırakırsak dahi; benzine, elektriğe ve gaza hükümet tarafından yapılan zamlar da dâhil olmak üzere Türk lirasının değer kaybının üretim maliyetleri üzerinde yarattığı baskı ilk etapta küçük işletmeleri vurmuştu. Bu türden maliyet artışlarına karşı yapısal önlemler geliştirmek yerine “siyasi” önlemlerle ve salt fiyat odaklı bir girişimde bulunmak ise küçük işletmeleri çok daha fazla zora sokacaktır. Büyük sermaye ise, krizin bütün etkilerine rağmen, gerek ölçek gerekse de krediye erişim konusunda taşıdığı avantajlar nedeniyle böylesi siyasi manevralardan olumsuz etkilenmek bir yana, “indirim kampanyası”na öncülük edebilecek durumda.
Emekçiler açısından kriz ile birlikte deneyimlenen muazzam alım gücü düşüşlerini kalıcı bir biçimde sistem içinde çözebilmek zaten mümkün değil. Yine de, krizin bedelini emekçilere ödetmemek açısından alınabilecek önlemler başta konut, eğitim, sağlık, ulaşım gibi alanlardaki temel ihtiyaçlara dönük harcamalarda kurumsallaşmış refah uygulamalarını gündeme taşımaktır. Hükümet ise bu konularda herhangi bir girişimde bulunmamıştır. Dahası, Eylül ayı itibariyle okulların açılması sonrasında pek çok devlet okulunda (ilkokul, ortaokul ve lise) yaşanan altyapı sorunları (bazı okulların çatısı çökmüştür) gündeme gelmiş ve dahası, devlet okullarında kayıt, kâğıt, dergi, kırtasiye, kıyafet ve diploma paraları adı altında öğrencilerden ciddi miktarlarda paralar talep edilmiştir. Özel eğitim kuruluşlarına dönük teşvik uygulamalarından taviz vermeyen hükümet, devlet okullarını kendi kaderine terk etmenin bahanesi olarak bütçe kısıtlılıklarını ve Türkiye’den beklenen paranın gelmemesini bahane olarak öne sürmeyi tercih etmiştir.
Sermaye
Kriz sürecinde en net tavır alan kesim inşaat sermayesi olmuştur. İnşaat sektöründe krizden önce dahi yaşanan sorunlar, krizin doğurduğu döviz (ve haliyle maliyet) artışı ile birlikte ciddi boyutlara ulaşmıştır. Öncelikle, çok keskin bir sektörel krizden söz etmek henüz mümkün değil. İnşaat sektörü, “inşaat patlaması” olarak anılan Annan Planı sonrası dönemde önemli bir sıçrama gerçekleştirmişti. Enflasyondan arındırılmış fiyatlarla dahi bakıldığında, örneğin 2006 yılında sektör, %68.12’lik devasa bir büyüme gerçekleştirmişti (karşılaştırmak bakımından, AKP döneminde inşaat sektörünün en fazla büyüdüğü yıl olan 2006’da oran %25.6). Elbette bu hızı korumak mümkün değildi. Yine de, gelişim dinamiğini 2008’e kadar koruyan inşaat sektörü, 2009 yılında ve global krizin de etkisiyle bir miktar düşüşe geçmişse de, 2010 ve 2011 yıllarını büyümeyle kapamış, 2014’e kadar kısmi bir düşüş göstermiş ve 2014 yılından sonra yeniden toparlanmaya başlamıştır (2017 ve 2018 verileri henüz yayınlanmış değil). Bu inşaat patlamasının mekansal olarak karşılığı büyük oranda Girne ve ardında da Lefkoşa idi. İnşaat sermayesinin kriz dönemi de dahil olmak üzere saldırgan nitelikteki girişimlerinin cüretkârlığı ise, bu iki bölgede biriken sermayenin, henüz inşaata ciddi biçimde açılmamış başta Mağusa, İskele ve Yeniboğaziçi bölgeleri olmak üzere değerlendirilmesine duyulan ihtiyaçtan kaynaklanıyor.
Mağusa, İskele ve Yeniboğaziçi bölgesine ilişkin kriz döneminde ana gündem maddelerinden biri olan “Emirname” (İmar planı olmayan bölgeler için, imar planı çıkana kadar o bölgeye yapılacak yatırımların sınırlarını ve niteliklerini düzenleyen geçici uygulama) etrafında dönen tartışmalar bunun en temel göstergesi. Sermayedarlardan birinin, Emirname’ye ilişkin hükümet tarafından düzenlenen bir bilgilendirme toplantısında “gerekirse 50 katlı binalar yapacağız, kabul edeceksiniz” söylemi, bu cüretin en net ifadesi. İşte böyle bir dönemde, hükümetin temel önlemlerinin inşaat sermayesine ilişkin olması şaşırtıcı değil. İnşaat işçilerinin tamamen örgütsüz olduğu, ekolojik kaygılardan öte bir toplumsal muhalefetin örülemediği ve Kıbrıs’ın güneyindeki komşumuzun konut sektöründeki “atılımları”nın meşruiyet sağlayıcı gücü ortadayken, inşaat sermayesinin ve onunla birlikte hareket eden büyük ticaret sermayesinin örgütlü ısrarı, kazanan tarafın kim olacağına dair aşikar ipuçları vermekte.
Kamu hizmetlerinin ve ithalât vergilerinin GSMH’deki payını düştükten sonra geriye kalan toplamın %20.32’sini tek başına oluşturan ‘Toptan ve Perakende Ticaret’ sektörünün ve onun önde gelen sermayedarlarının kriz bağlamında iki temel kaygısı ön plana çıkmıştır:
1 – Talebin daim kılınması
2 – Neoliberal politikaların radikal bir biçimde uygulanması.
Talebin daim kılınması ticaret sermayesi için hayati bir konu, zira Kıbrıs’ın kuzeyinde ölçek bakımından kısıtlı nüfus yapısı, iç talep üzerinde ciddi sınırlılıklar doğuruyor. Dahası, ticaret sermayesinin tavizsizce öncülüğünü yaptığı neoliberal politikaların yol açacağı yoksullaşma ve alım gücünün düşmesi, iç talep üzerinde daha da ciddi bir baskı yaratıyor. Örnek vermek gerekirse, emekçiler içinde alım gücü en yüksek kesim kamu çalışanlarıydı (hem aldıkları ücretlerin görece yüksekliğinden, hem de kadrolu olduklarından dolayı güvenceli bir biçimde kişisel bütçelerini düzenleyebilmelerinden dolayı. Ancak, Göç Yasası ve Türkiye ile KKTC arasında imzalanan protokollerle birlikte, hem ücretlerde düşüş yaşandı, hem de kamuda güvencesiz istihdamın oranı arttı. Bu da, iç talep üzerinde olumsuz bir baskı anlamına geliyor). Ticaret çevreleri, bu sorunu
a) diğer sektörlerin (örneğin inşaat) gelişmesi (zira, inşaat sayısındaki artış, örneğin yapı/inşaat malzemesi ithalâtı yapan tüccarların satışlarını arttıracaktır)
b) kısıtlı nüfusun sayısını arttırıp ölçek problemini bir nebze olsun giderecek olan dış talebin sürekli canlı tutulması (gerek ülkeye doğrudan gelen yabancı öğrencilerin sayısındaki artış ile, gerekse de, örneğin inşaat sektörünü canlandıracak olan yabancılara konut satışı gibi uygulamalarla) ile aşmaya çalışıyor.
Kriz dönemi özelinde talebi besleyen bir başka unsur ise, Kıbrıs’ın güneyinden Kıbrıs’ın kuzeyine yaşanan geçişlerde ve geçenlerin yaptığı alışverişlerde yaşanan muazzam artış. Kıbrıs’ın güneyinde yaşayan ve Euro kazanan Kıbrıslı Elenler, Türk lirasının değersizleşmesi nedeniyle en temel ihtiyaçları dahil olmak üzere alışverişlerini Kıbrıs’ın kuzeyine kaydırmış durumdalar (Elbette bu durum, büyük oranda, sınır kentlerinde veya sınıra yakın yerleşim bölgelerinde yaşayanlar için geçerli). Örneğin, Türk lirasının dramatik bir değer kaybı yaşadığı Ağustos ayında, Kıbrıslı Elenlerin Kıbrıs’ın kuzeyinde yaptığı harcamalar, tarihte ilk kez, Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs’ın güneyinde yaptığı harcamaları geçmiş durumda (bu veriler, kredi kartı harcamaları üzerinden takip ediliyor zira nakit harcamaların takibini yapmak mümkün değil). Eylül ayında da aynı artış trendi sürdü ve bir önceki yılın Eylül ayına kıyasla, Kıbrıslı Elenlerin 2018 Eylül’ünde Kıbrıs’ın kuzeyinde harcadıkları parada %111 oranında bir artış gerçekleşti. Kıbrıs’ın güneyinden Kıbrıslı Türk sermayesi için can simidi niteliğinde olan bu talebin önemi, iki yeni geçiş kapısının krizle birlikte hemen açılmasından da görülebilir. Bahsi geçen iki geçiş kapısının açılmasına dair yıllardır tabandan yürütülen mücadele ne yazık ki tek başına sonuç alıcı olmazken, krizle birlikte bu kapıların açılmasının hemen gündeme gelip sürecin hızla sonuçlandırılması ve kapıların açılması da manidardır.
İkinci noktaya, yani ticaret çevrelerinin neoliberal politikaların radikal bir biçimde uygulanmasında ısrarcı ve net olduğuna ilişkin noktaya gelecek olursak… Uygulamalar, yerli işgücü maliyetlerinin ve dolayısıyla yabancı işgücüne duyulan bağımlılığın azaltılmasını hedefliyor. Bu hedefin mantığı ise şu: Yabancı işgücü, düşük maliyet avantajına sahip olsa da, gelirlerinin önemli bir kısmını ya geldiği ülkeye, ailesine geri gönderiyor, ya da tasarruf niyetiyle, harcamaktan imtina ediyor (ki bir ülkeye geçici olarak gelen göçmen bir işçinin böyle bir tavır sergilemesi anlaşılırdır). Hâl böyle olunca, madalyonun bir yüzü düşen işgücü maliyetlerine dair avantajken, diğer yüzü ise, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan değerin/gelirin kayda değer bir kısmının ülke dışında değerlendirilmesine dair dezavantaj oluyor. İşte tam da bu sebepten, Kıbrıs’ın kuzeyinde neoliberal uygulamaların sermaye birikimi ile ilişkisinin, ırkçı/yabancı düşmanı/göçmen işçi düşmanı potansiyeline sahip olduğunu söyleyebiliriz. Yani neoliberal dönüşüm sürecinin madalyonunun bir yüzünde “yerli” işgücünün (yani Kıbrıs’ın kuzeyinde temelli olarak ikâmet eden işgücünün) gittikçe proleterleşmesi süreci varken, öteki yüzünde de göçmen işçi düşmanlığı yatıyor. Bu hipotez elbette “hissi” bir varsayıma dayanmıyor. Bunu destekleyecek somut ve güncel bir örnekten söz edebiliriz: Yabancı işçilerden “prim” kalemi (yani emeklilik yatırımı) olarak kesilen ve ihtiyat sandığında biriken paranın, “yerli istihdamı teşvik” adı altında KKTC vatandaşı olan işgücünü istihdam eden patronlara kanalize edilmesi gündemde ve bunu gündeme taşıyan da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın bizatihi kendisi.
Sendikalar
Kıbrıs’ın kuzeyinde sendikal örgütlenme, neredeyse tamamen kamu sektörüne sıkışmış durumda. Kamu sektöründeki maaşların ve özlük haklarının, 2011 yılından itibaren kamuda istihdam edilen emekçileri kapsayacak bir biçimde halk tarafından “Göç Yasası” olarak bilinen yasal dönüşümle ciddi anlamda erozyona uğramasını bir kenara koyarsak, kamu sektörü 2011 öncesi işe giren kamu emekçileri için görece sağlıklı çalışma koşulları, haklar ve ücretler sağlıyordu. Bu da kamudaki sendikaların militan bir karaktere sahip olmamasının, bürokratikleşmesinin ve sendikal mücadeleyi yasal sınırların içinde tutmasının maddi zeminini oluşturuyordu. Buna paralel olarak sendikal yönetimler de, kamu sektörünün dışında gelişen –ve çapı ve boyutları her geçen dün derinleşen- emek piyasası ve bununla bağlantılı olarak emek-sermaye ilişkileri konusunda hiçbir ciddi çalışma ortaya koymadıklarından, her türden özel sektör çalışanları ve kayıt dışı çalışanların gözünde meşruiyetlerini gün geçtikçe yitirmektedirler. Dahası, belli başlı sendikal çevrelerde, bir önceki kısımda sözünü ettiğimiz “yabancı düşmanlığı”nı besleyecek türden bir “Kıbrıslı milliyetçiliği” eğiliminin var olması, bunun da Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine uyguladığı dayatmacı ekonomi politikaları ve asimilasyon uygulamaları ile meşrulaştırılmaya çalışılması, sendikal hareketin göçmen işçilerin gözünde patronlardan bile daha tehlikeli kesimler olarak algılanmasına yol açıyor.
Devam etmeden belirtelim, “sendikalar” genellemesinin yapılmasının sebebi, toplumsal muhalefet kategorisi başlığı altında değerlendirilebilecek olan Sendikal Platform’un çok sayıda sendikayı bünyesinde barındırmasıdır ve bu sendikalar, geleneksel olarak sağ partilere yakın olan sendikaları saymazsak sendikalı işçilerin büyük bir çoğunluğunu bünyesinde barındırmaktadır.
Sendikaların yaşadığı meşruiyet kaybı, kriz döneminde Sendikal Platform’un ve sonrasında da bu Platform’a bağlı bazı sendikaların aldığı tavır ile daha da derinleşmiştir. Sendikal Platform, krizin yoğunlaşmasıyla birlikte bir eylem çağrısı yapmış, bu çağrının odak noktasına da Kıbrıs sorununun çözümünü koymuştur. Emek temelli mücadelenin keskinleştirilme potansiyelinin çok yüksek olduğu böylesi bir kriz döneminde, Sendikal Platform’un sınıflarüstü bir “çözüm” vurgusu ile hareket etmesi, çözümün ana sloganını “Tek Yol Federal Kıbrıs” olarak belirlemesi ve dahası, eylemin bir parçası olarak yayınlanan talepler listesinde emeğin haklarına dair söylem düzeyinde dahi net bir tavır olmaması, on binlerce işçiyi ve onlarca sendikayı bünyesinde barındıran bu Platform’un krizin en keskin dönemindeki eyleminde katılımın 300-400 civarında kişi ile sınırlı kalmasına yol açmıştır.
Sendikal Platform, bu eylemin başarısızlığına dair herhangi bir kamusal özeleştiri sunmamıştır. Dahası, sonrasında “kriz ithâldir, Türk lirası kaynaklıdır, Euro’ya geçersek sorunlar çözülür” ya da “AB’ye girersek durumumuz düzelir” türü çıkışlar yapılmıştır (bu yaklaşımların cevabı, dördüncü kısımda zaten verilmiştir). Yetmemiş, bazı sendikacılar, ülkede neoliberal politikaların yol açtığı yoksullaşma, işsizlik, güvencesizleşme ve yabancılaşma ile birlikte tetiklenen yozlaşma ve suç oranlarındaki artışa dönük hükümetin ve polisin giriştiği güvenlikçi uygulamaları (“huzur operasyonları”, mobese kameraların ülkeyi donatmasına dair yasanın geçirilmesi) alkış tutmuşlardır. Krize karşı emek temelli bir direnişi örgütlemek yerine “Euro’ya geçilsin” tarzı ‘teknik’ tartışmaların içinde boğulunmuştur.
Son olarak, sendikalar, emekçilerin haklarının, ücretlerinin, işlerinin ve güvencelerinin topyekün saldırı altında olma potansiyeli taşıdığı bu kriz döneminde, bütün emekçileri kapsayacak türden stratejileri geliştirip özel sektör çalışanları karşısındaki zayıf meşruiyetlerinin arttırmak ve tüm emekçilere öncülük etmek ve özel sektörde sendikalaşma mücadelesi vermek yerine, kriz döneminde bütün emek temelli çıkışlarını sadece örgütlü oldukları kamu işyerlerinde gerçekleştirmişlerdir.
Kriz döneminde sokağa emek temelli bir yaklaşımla çağrı yapan tek siyasi parti Bağımsızlık Yolu olmuştur. “Bu Krizin Bedelini Biz Ödemeyeceğiz” sloganıyla çağrısı yapılan “Pahalılığı Protesto Mitingi”ne katılım her ne kadar düşük oranda gerçekleşse de, mitingde dile getirilen iki talep listesi (emekçilerin taleplerine ilişkin bir liste ve bu taleplerin nasıl karşılanacağına ilişkin bir liste), kriz içinde verilecek ideolojik mücadelenin emek-sermaye çelişkisi temelinde kurulmasına dönük anlamlı bir katkı olmuştur.
*Kıbrıs-Bağımsızlık Yolu üyesi