Sosyal Yurtseverliğe Doğru – Lev Troçki (Mayıs 1939)
Bu yazı, Troçki tarafından,“Filistinli Bolşevik-Leninistler Grubu” imzâsıyla Kasım 1938 tarihli İkinci Dünya Savaşı sırasında Dördüncü Enternasonal’in takınması gereken devrimci tutum üzerine yazılan bir metne cevap olarak Mayıs 1939’da kaleme alınmıştır.
Filistinli dostlarımız, her ne kadar çıkış noktaları sosyal yurtseverliğinkinin tam tersi olsa da, sosyal yurtseverlere apaçık ve oldukça tehlikeli bir taviz verdiler…
En son savaşın patlak verdiği andan itibaren geçen çeyrek yüzyıllık zamanda emperyalizmin dünyayı çok daha despotik bir şekilde yönettiğinin farkındayız. Hem barış hem de savaş zamanlarında yaşanan olaylarda elinin daha güçlü olduğunu ve son olarak, tüm siyasi maskelerinin altında çok daha gerici bir karaktere büründüğünün farkındayız. Sonuç olarak, proleteryanın “yenilgicilik” siyasetinin tüm temel ilkeleri günümüzde hâlâ tüm gücünü muhafaza etmektedir. Bu bizim çıkış noktamız ve onu izleyen tüm sonuçları da bu siyaset belirliyor.
Bu çıkış noktasına gelince, metnin yazarları farklı bir görüşe sahip… Faşizm tehdidinden söz ediyorlar. Diyorlar ki, son savaştaki monarşik gericilik agresif bir tarihi karaktere sahip değildi, daha çok bir kalıntıydı. Ancak bugünlerde faşizm tüm uygar dünyaya direk ve ani bir tehdit unsuru oluşturuyor. Bu durumda görev hem savaş hem de barış zamanında uluslararası proleteryaya ait. Bu durum ancak şüpheli şekilde hatalı bir noktaya gelseydik doğal karşılanabilirdi: Devrimci görevleri böylesine kısıtlamak -emperyalizmi onun siyasi maskelerinden biri olan faşizmle değiştirmek- “demokratik” ülkelerin sosyal yurtseverlerine karşı apaçık müsamaha gösteren Komintern’e karşı ödün vermektir. Filistinli yoldaşlarımız… dünya işçi sınıfına ve ezilmiş uluslarına karşı birincil tehdit olduğundan dikkatlerini faşizme vermişler…
Bu metnin yazarlarının esas eğilimi belli ki şöyledir: “Yenilgicilik” siyasetinin önde gelen faşist ülkelerde (Almanya ve İtalya) zorunlu olduğunu biliyorlar; ancak önde gelen faşist ülkelere karşı savaş veren ülkelerde, demokratik değerlerden bile yoksun olsalar bile, yenilgicilik siyasetinin tanınmaması gerektiğini söylüyorlar. Bu metnin ana fikri tam olarak böyle özetlenebilir. Bu şekliyle yanlış ve sosyal yurtseverliğe doğru kayan bir çizgide bulunuyor.
Alman sosyal demokrasisinin tehcir edilmiş üyelerinin de kendilerince “yenilgiciler” olduğunu unutmayalım. Hitler onları kendi etki ve gelir kaynaklarından mahrum bırakmıştı. Bu “demokratik”, “anti-faşist” yenilgiciliğin ilericiliği sıfıra yakındır. Devrimci mücadele yerine umutlarını Fransız ya da başka bir emperyalistin “özgürleştirici” rolüne bağlamışlardır. Metnin yazarları, açıkça kendi rızaları dışında, bu yönde adım atmışlardır.
İlk olarak, bize göre, oldukça belirsiz ve tartışmalı bir “yenilgicilik” tanımı yapmaktalar. Bazı özel ve bağımsız davranışlar sistemlerinin yenilgiyi getirebilir olabileceğini düşünüyorlar. Durum böyle değildir. Yenilgicilik proleteryanın sınıf siyasetidir, savaş zamanlarında bile düşmanı kendi evinde, kendi emperyalist ülkesinin sınırları içerisinde görmektir. Öte yandan yurtseverlik esas düşmanı kendi ülkesi sınırları dışında tutar. Yenilgicilik fikri şu anlama gelmektedir: Kendi burjuvazisine karşı esas düşman olarak uzlaşmaz bir devrimci mücadele vermek, bu mücadelenin kendi ülkesinin yenilgisiyle sonuçlanacağı fikrine takılmadan; çünkü böyle bir yenilgi bir devrimci hareketin varlığı durumunda ehven-i şerdir. Lenin bundan fazlasını söylememiş, dilememiştir. Yenilgiyi sağlayacak başka hiç bir “yardımdan” söz edilemez. Faşist olmayan ülkeler söz konusu olduğunda yenilgicilik siyasetinde vazgeçilmeli midir? Bu sorunun özünde ise devrimci enternasyonalizmin yükselişi ya da düşüşü yatmaktadır.
Örneğin, 360 milyon Hintli kendi özgürlükleri için savaşı kullanacak her türlü girişimi reddetmeli mi? Hintlilerin savaşın ortasında ayaklanması şüphesiz Büyük Britanya’nın yenilgisinde büyük rol oynardı. Dahası, bir Hint ayaklanması sırasında (bütün “tezlere” rağmen) İngiliz işçileri onları desteklemeli midir? Yoksa, tam tersine görevleri İngiliz emperyalizminin “faşizme karşı” şanlı mücadelesi uğruna Hintlileri sakinleştirip uyutmak mıdır Hangisi bizim yolumuz olur?
“Bugünlerde Almanya ve İtalya’ya karşı (gelecekte durum farklı olabilir) kazanılacak bir zafer faşizmin yenilgisine eşittir.” İlgimizi çeken ilk şey “günümüzde (gelecekte durum farklı olabilir)” nitelemesi oldu. Yazarlar bu söz ile neyi kast ettiklerini tam olarak açıklamadı. Ama yine de her halükarda onların bakış açısından bu anlam çıkarılabilir: durdukları pozisyon süreksiz, dengesiz ve belirsiz bir karaktere sahip; “gelecekte” işe yaramaz olabilir. Ancak bir şeyi yeterince hesaba katmıyorlar; çürümüş kapitalizm çağında sosyal altyapıyı ya da kapitalizmin gerileyişini değiştirmeden, tamamen ve kısmi siyasi rejim değişiklikleri, oldukça sık ve ani ortaya çıkar. Savaş konusundaki politikamız bu iki süreçten hangisine dayanmalı: Siyasi rejim kayışlarına mı yoksa bütün siyasi rejimlerde müşterek olan ve onları devrimci proleteryaya karşı daima birleştiren emperyalizmin sosyal altyapısına mı? Temel stratejik mesele, savaşa karşı aldığımız tavırda. Bu tavrın, kısa süreksiz taktiksel anlayışlara ve spekülasyonalara tabi kılınması kabul edilemez.
Dolayısıyla hala metnin tamamiyle olaylara dayanan yukarıdaki tutumu yanlıştır. Hitler ve Mussolini’nin ordularına karşı kazanılacak zafer, Almanya ve İtalya’nın sadece askeri olarak yenilmesi anlamına gelir, faşizmin çökmesi anlamına değil. Yazarlar, faşizmin, proletarya zamanında burjuva demokrasisinin yerine geçmezse, çürüyen kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu kabul ediyorlar. Kısıtlı bir zaman için bile olsa, Almanya ve İtalya’ya karşı askeri bir zafer ya da çürüyen demokrasiler faşizmi tasfiye edebilir mi? Tanıdık ve biraz yaşlı İtilaf devletlerinin (İtalya hariç) zaferinin harika sonuçlar yaratacağına inanmak için en ufak bir dayanak olsa bile ki bu toplumsal tarih yasalarına aykırı olurdu, o zaman zaferi yalnızca arzulamaz aynı zamanda kazanabilmek için her şeyi yapardık. O zaman İngiliz ve Fransız yurtseverleri haklı olurdu. Ancak tutumları göz önüne alınırsa, onlar şu an 25 yıl önce olduklarından da daha yanlış pozisyondalar; daha doğrusu bugün çok daha gerici ve kötü bir rol oynuyorlar.
Metnin yazarları soyut pasifizme karşılar ki bu konuda doğru düşünüyorlar. Ancak proletaryanın tarihsel görevini kendi savaşlarında değil de ölümcül düşmanları olan emperyalistlerin savaşlarında savaşarak gerçekleştirebileceği konusunda kesinlikle yanılıyorlar. Herhangi biri bu metinden şöyle bir çıkarım yapabilir: Çekoslovakya krizi esnasında İngiliz ve Fransız yoldaşlarımız kendi burjuvalarının askeri müdahalesini talep etmiş olmalı ve savaşın sorumluluğunu almalıydı- devrimci bir savaşın değil elbette, emperyalist savaşın. Metin Troçki’nin sözlerinden alıntı yapıyor: Moskova’nın Hitler’e karşı Hitler korkunç bir tehlike haline gelmeden önce 1933’te önlem almış olması gerektiğini yazıyor. (Biulleten Oppozitsii, 21 Mart, 1933) Ancak bu sözler sadece gerçek bir işçi devleti için söylenebilirdi. Aynı talep emperyalist bir devletin hükümetine karşı söylenebilir mi?
Elbette, biz barış rejimi olarak adlandırdıkları rejime karşı sorumluluk duymuyoruz. “Her şey barış için” sloganı bizim sloganımız değil, hiçbir seksiyonumuz böyle bir şiar yükseltmez. Biz onların barışında ne kadar sorumluluk almıyorsak onların savaşında da almayız. Bu meseleyle ilgili ne kadar daha kararlı, tutarlı, uzlaşmaz bir pozisyon alırsak kitleler tarafından savaşın başında olmasa bile savaş esnasında o kadar daha iyi anlaşılırız.
“Çekoslovakya proletaryası önce kendi hükümetine karşı sonra da uzlaşmacı politikalara karşı barış ve yenilgicilik sloganıyla mücadele edebilir miydi?” Çok soyut bir biçimde ortaya konulan çok somut bir soru bu. Yenilgicilik için uygun bir alan yoktu çünkü bir savaş yoktu (savaş çıkmaması tesadüf değil). Uluslararası kafa karışıklığının ve öfkenin olduğu kritik 24 saatte, Çekoslovakya proletaryası uzlaşmacı hükümeti devirmek ve iktidarı almak için bütün fırsatlara sahipti. Bunun için sadece devrimci önderliğe ihtiyaç vardı. Doğal olarak, iktidarı aldıktan sonra, proletarya Hitler’e gözükara bir direniş gösterebilirdi ve kesin olarak Fransa ve diğer ülkelerdeki işçi kitleleri arasında büyük bir karşılık toplayabilirdi… Ve biz pasifist değiliz, devrimci savaş yanlısıyız. Ama Çek işçi sınıfının “faşizme karşı” savaşın liderlerine ve birkaç gün içinde renklerini değiştirip kendileri birer faşist ve yarı faşist olan kapitalist baylara güvenmeye en ufak hakkı yoktu. Yönetici sınıflar cephesinde bu tür dönüşümler ve renk değiştirmeler, savaş zamanının bütün “demokrasileri” için gündelik bir uygulamadır. Bu sebeple proletaryanının kendini “faşizme karşı” ya da “faşizm için” gibi tutarsız ve değişken söylemler etrafında konumlandırması kendi sonunu getirir…
Mücadeleye işçi örgütlerinin zarar görmediği ülkelerden başlamak daha kolaydır. Ama mücadele içerideki asıl düşmana karşı başlatılmalıdır. Fransa’nın ileri işçilerinin Alman işçilerine: “Siz faşizmin pençesinde olduğunuzdan ve kendinizi özgürleştiremediğinizden biz kendi hükümetimize Hitler’i yok etmesi için yardım edeceğiz, ve Almanya’yı yeni Versay anlaşmasıyla dara sokacağız… sonra sizinle beraber sosyalizmi inşa edeceğiz.” demesi ikna edici midir? O zaman Almanlar da rahatça: “Afedersiniz ama, biz bu hikayeyi daha önce kendi sosyal yurtseverlerimizden dinledik geçen savaşta ve sonunun nasıl bittiğini biliyoruz…” diyebilir. Hayır, bu şekilde Alman işçilere zincirlerinden kurtulmalarında yardım edemeyiz. Onlara pratiğimizle devrimci politikanın eş zamanlı olarak savaşan bütün emperyalist devletlerde geçerli olduğunu göstermemiz gerekir. Bu “eş zamanlılık” mekanik bir biçimde algılanmamalı. Devrimci başarılar, nerede ortaya çıkarsa çıksın, bütün ülkelerde protestoları ve ayaklanmaları tetikler. Prusya militarizmi Ekim Devrimiyle beraber alaşağı edilmişti…
Proletaryaya burjuvazinin yarattığı bütün tehlikeleri defetmek gibi çözümsüz bir görev atfeden politika ve savaş siyaseti boşunadır, hatalıdır ve ölümcül şekilde tehlikelidir. “Ama faşizm zafer kazanabilir”, “Ama SSCB tehdit ediliyor”, “Ama Hitler’in işgali işçilerin katledilmesi demek” vb. söylemler asla bitmeyecek. Tabii ki bir çok tehlike var. Ne bu tehlikelerin tamamını ortadan kaldırmak ne de hepsini tahayyül etmek mümkündür. Proletarya temel politikasının netliği ve bağdaşmazlığı pahasına her dönemsel tehlikenin peşinden giderse kendi yıkımı kaçınılmaz olacaktır. Savaş zamanı sınırlar değişecek, askeri zaferler ve yenilgiler değişecek, siyasal rejimler değişecek. İşçiler tarihsel sürecin gözetmeni gibi davranmak yerine sınıf mücadelesine kanalize olurlarsa bu korkunç kaostan yararlanabilecek. Sadece uluslararası taaruzlarının büyümesi bu dönemsel “tehlikeleri” ve bu tehlikelerin kaynağı olan sınıflı sistemi sona erdirebilecek.
bolsevik.org