Yeni Bir Ekonomik Kriz Kapıda mı? – Güneş Gümüş

27197_04bc_10

Kapitalizm tarihinin en büyük 4 krizinden biri olarak geçen 2008 krizini geride bırakalı 8 yıl oldu ama piyasalarda hala çıkış yönünde ciddi bir umut yok. Aksine, krizin etkilerini dalga dalga dünyaya yayıldığı bu 8 yılın ardından toparlanma ihtimallerinin daha da zayıf olacağı yeni bir kriz kapıda mı?” sorusu iktisatçıları sarmış durumda.

2006 yılında ABD’de düşük kaliteli Mortgage kredilerinin krizi ile başlayan süreç 2008’de Lehman Brothers’ın batışıyla büyük bir krizi tetikledi; 2009’dan itibaren öncelikle gelişmiş ülkeleri içine alan bir uzun durgunluk (great recession) sürecine giriş yaşandı. 2008’de kriz alenen patlak verdiğinde Mortgage piyasasıyla bağlantılı karmaşık finansal yatırımların çapı çok büyüktü; örneğin kredi borcu takas sözleşmeleri (credit default swap) ABD, Japonya, Almanya gibi ekonomilerin içinde yer aldığı G20 ülkelerinin toplam ekonomik büyüklüğü kadardı; 62 trilyon dolar. Krizin çapı büyüdükçe çıkış da bir o kadar zorlaşıyor; hele de gerçekten bir krizden çıkış reçeteniz yoksa.

Krizden sonra piyasaların toparlanması için öncelikle ABD Merkez Bankası’nın (FED) başlattığı trilyonlarca dolarlık parasal genişleme programı; krizin ikinci dalgasının vurduğu AB Merkez Bankası (EU CB) tarafından da devam ettirildi. Sadece ABD’de de parasal genişlemenin yürütücüsü FED’in bilançosu 2007’de 869 milyar dolarken 2015’de 4,5 trilyon dolara çıkarken dünya çapında merkez bankaları 8 yılda piyasalara (neredeyse yüzde sıfır, yani maliyetsiz kredi vererek) 12 trilyon dolar taze likidite aktardı.

2016’ya gelindiğinde krizden çıkış için uygulanan reçetelerin ekonomik büyüme yönünde bir ilerleme sağlamadığı gibi yeni sorunları da beraberinde getirdiği görülüyor. Parasal genişleme operasyonları ABD’de geçici ve zayıf bir iyileşme sağlasa da aynı durum ne AB’de ne Japonya’da geçerli değil. Kaldı ki ABD için de manzara 2016 açısından pek parlak görünmüyor. FED, 2016 boyunca 4 defa faiz artırımı yapacağını ilan etmişti, ama ekonomik canlanma olmadığı için bu sözler havada kaldı. ABD ekonomisinde üretkenlik artışında gerileme görülüyor. Wall Street Journal, Ağustos 2016’da ABD’nin 1970’lerin sonundan beri en kötü üretkenlik artışının ortasında olduğu yazdı. Northwestern Üniversitesi’nden David Gordon’un The Rise and Fall of American Growth kitabındaki verilere göre ABD’nin üretkenlik  artış hızı: 1920-70 arasında %1,89; 1970-94 arasında %0,57; 1994-2004 arasında %1,13 ve 2004-2014 arasında %0,4. ABD ekonomisinde
emek verimi yıllık artış oranı ise 1980-2007 arasında %2,5 iken son beş yılda %1’in altında. IMF, her ne kadar 2017’da ABD’nin toparlancağını öngörse de veriler ve kanaatler bu yönde değil.

Parasal genişleme, üretimde büyümeye yaramadı. Finans kapital, spekülasyonlarına, yükselen piyasa ekonomilerinde kendisine aktarılan paralarla devam ediyor. International Institute of Finance, borçlanma düzeyinin kriz öncesini aştığını saptıyor; gelişmiş ülkelerdeki şirketlerin
aldıkları borçları üretimde değil de spekülasyonlarda kullanmaya devam ettiğini vurguluyor. FED, 2009’dan beri %0,25’ten borç veriyor. Oysa ABD’de 2 yıllık Hazine tahvillerinin faizi %0,89; 10 yıllık olunca 
%1,76. Yükselen ekonomilerde ise bu rakamlar %10’ları buluyor.

Krizden çıkış için yaşama geçirilen politikalar, bir çözüm üretmediği gibi olası yeni kriz koşullarında artık merkez bankalarının elinde müdahale için aynı kaynaklar da kalmamış durumda.

KAPİTALİZM, SEN NELERE KADİRSİN?

2008 krizinin kapitalizmin en büyük 4 krizinden biri olduğunu söyledik. Bundan önceki en büyük ve uzun süreli krizden çıkış, kapitalizmin yeniden yapılanmasıyla sağlanmıştı. 1870-90 arasındaki kriz sürecinden kapitalist şirket ve piyasa örgütlenmesinin değişmesine tekabül eden tekelci döneme geçilmesi, finansal kapitalin gelişmesi ve emperyalizm döneminin başlamasıyla çıkılmış; bu dönem gezegenimizi büyük bir yıkım olan Birinci Dünya Savaşı’na doğru götürmüştü. 1929 krizi sonrasında ise İkinci Dünya Savaşı yarattığı topyekun yıkımla yeniden yapılanmanın yolunu açmıştı. 1970’lerdeki kriz sonrasında ise sanayinin neoliberal yapılanması ve Doğu Bloku’nun
yıkılması
sonrasında bu alanların sermayeye açılması bu imkanı sağladı.

Peki bu krizler kadar derin ve uzun süreli etkilere sahip 2008 sonrası kapitalizmin yeniden yapılanması nasıl sağlanacak? İşte burjuva iktisatçı alemi bu soruya yana döne yanıt arıyor. Elde hazır bir reçete yok, ama son 30 yılın göz bebeği neoliberalizm, krizin ve krizden sonraki durumun sorumlusu olarak hedef tahtasına oturtulmuş durumda. Neoliberalizmin başarısızlığı, 2008 öncesinde onun en ateşli savunucularının dilinde. Economist dergisinde açık ekonomi, serbest ticaret tartışma konusu yapılıyor; bu modelin emekçiler başta olmak üzere kaybedenleri olduğu kabul ediliyor. Geçmişte bunlara ağza almak aforoz edilmek için yeterliydi!

Marks, kapitalizmin ulus-devlet modeli ile küresel piyasalar arasında çelişki ve gerilimlere gebe olduğunu belirtmişti; şimdilerde bu durum daha sıklıkla ve net şekilde gözlemlenebiliyor.Serbest ticaret bir tartışma konusu haline gelmiş durumda ki 2008 sonrasında dünya ticaretinde ciddi bir gerileme de var. Dünya ticaretinin büyüme hızı 1980-2008 arasında yılda ortalama %6’dan, 2009-2016 döneminde %3 civarına geriledi. Küresel sermaye hareketlerinde de ciddi bir azalma mevcut; zirve noktası 2007’de dünya hasılasının %16’sına denk gelen küresel sermaye hareketleri bugünlerde %1,6 seviyesinde. Özellikle gelişmiş ekonomilerde korumacı uygulamalarda artış
yaşanıyor. Hazine Bakanı olduğu dönemde serbest piyasanın, küreselleşmenin en etkili savunucularından olan Lawrence Summers şimdilerde dünya ekonomisinin uzun süreli iktisadi durgunluğa tutulduğunu, yıllardır doğru olduğunu düşündüğü ekonomi teorilerinin yanlış olduğunu söyleyip Financial Times’ta “Seçmen sorumlu bir ulusalcılığı hak ediyor,küreselleşme refleksini değil” başlıklı yazısıyla büyük tartışmalar yaratıyor. ABD başkan adayları, birkaç yıl önce Çin’in etki alanını daraltmak adına el üstünde tutulan TransPasifik Ortaklığı (TPP) ticaret anlaşmasını reddetmek konusunda birbiriyle yarışıyor; İngiltere AB’den çıkma kararı alıyor. AB’nin
geleceği konusunda (gelecek on yılda ciddi bir dağılma yaşanacağı şeklinde) karamsar öngörüler yayılıyor; Avrupa’da göçmen karşıtı aşırı sağcılar hızla yükseliyor, ekonomik milliyetçilik popülerleşiyor…

Özetle, burjuva iktisatçılar yakın zamana kadar baş tacı ettikleri neoliberalizmin miadını tamamladığı konusunda anlaşsalar da bu krizden çıkış için bir yeniden yapılanma programları;
yeni bir sermaye birikim modelleri yok!

chinese_1432755c

ÇİN DE ARTIK TEKLİYOR!

Çin neredeyse son 30 yıldır dünya ekonomisi için kritik bir rol oynadı. 1970’lerdeki büyük krizden çıkış için Doğu Bloku’nun serbest piyasaya açılması ne kadar kritikse Çin öncülüğünde Asya’nın dünya piyasalarına açılması da o kadar önemliydi. Çin, dünya piyasasına açıldığı 1992’den itibaren küresel şirketlere yatırım ve satış alanı sağladığı gibi sermayeye ucuz işgücü cenneti de sundu. Çin’in bu 30 yıla sığan hızlı büyümesi, artan sermaye yatırımlarıyla sermayenin organik bileşiminde de hızlı bir büyümeyi beraberinde getirdi. Çin,onlarca yıl boyunca GSYH’sının (Gayri Saf Yurtiçi Hasıla) %40’ını altyapı yatırımları,yeni fabrikalar ve üretici kapasitesini artırmak
için harcadı. 2016 yılında Financial Times dergisinde Martin Wolf,
Çin’de sermayenin organik bileşiminin artmasını şöyle anlatıyordu: “Ek kar elde etmek için gerekli sermaye miktarı 2000’lerin başından beri yaklaşık olarak ikiye katlandı. Çin’in toplam sermaye hasıla oranı da yüksek ve artmaya devam ediyor.” Yani elde edilen karlar, yatırılan sermayenin büyüklüğüne orantılı büyümüyor; kar oranları düşüş eğilimi gösteriyor.

2008 krizinden sonra da dünya çapında ekonomik toparlanmanın motor gücü Çin oldu. Yükselen ekonomiler de gelişmiş ülkelerin mali piyasalarını saran ucuz kredilerin kendilerine akması ve büyük kazançlarla geri dönmesiyle bu toparlanmaya katkı sundu. 2008 sonrasında Çin, hızı azalsa da büyümesini devam ettirdi. Ağır metal sanayi temelli Çin ekonomisi, yarattığı taleple petrol ve hammadde fiyatlarını artmasını sağlayarak yükselen piyasalara da itki sağladı.

2008 krizi sonrası Çin dünya ekonomisinin toparlanmasının motor gücü oldu ama bu toparlanma çok zayıf olduğundan Çin ihracatını emmek konusunda yetersiz kaldı. Bu durum ihracata dayalı, ağır metal sanayi üzerinden ilerleyen Çin ekonomisi açısından da bir kırılma noktası oldu. 2015’te Çin’in büyüme oranı geçmiş yılların yarısına (%6-7 düzeyine) indi.

Çin’in ekonomik büyümesinin ciddi gerilemesi, hammadde ve petrole dayalı yükselen ekonomileri de vurdu. Petrol ve hammadde talepleri azalınca fiyatları da ciddi oranda düşüş yaşadı: 2014 ile 2016 aşı arasında petrolün varil fiyatı %75’lik bir inişle 120 dolardan 30 dolara kadar geriledi. Şimdilerde 50 dolar civarına ancak çıkmış durumda. Fiyatlarda aynı  gerileme bütün hammaddeler için geçerli.

Çin’in bu büyüme süreci krediye dayalı olarak gerçekleşti. Çin’in GSYH’ı 2000’den bu yana 10 kat büyüdü; bu büyüme yaklaşık 30 trilyon dolarlık bir kredi kullanımıyla finanse edildi.İnşaat ve altyapı hizmetlerinde artan tüketim patlaması da artan borçluluğu beraberinde getirdi. Finans dışı şirketler, ucuz döviz ve sıfıra yakın faizle borçlanma imkanlarını ihracata yönelme yerine, borçlanma ile beslenen ve iç tüketim talebine dayanan bir büyüme için kullanmaya yönelmiş durumdalar. Krediler, fnansal spekülasyonlar için değil de yeni kentler ve altyapı tesislerinin inşaası ile büyük sanayi kuruluşlarının genişlemesi için kullanıldı. İnşaat patlamasının çapını
anlamak açısından 2011-2013 arasında Çin ekonomisinin, ABD’nin bütün bir 20.yüzyılda kullanmış olduğundan daha fazla çimento kullandığı tahminini örnek gösterelim. 
Washington Post’ta yayımlanan bir makalede Çin’in bahsedilen üç yılda 6,4 milyar ton çimento tüketirken, Amerika’nın 20. yüzyıldaki tüketimi 4,4 milyar ton olduğu ifade ediliyor.

Kredi kullanımının artışı sadece resmi bankacılık sektörü aracılığıyla gerçekleşmedi; Çin’de Rusya ekonomisinden büyük (2 trilyon dolar çapında), bankacılık düzenlemelerine tabi olmayan bir gölge bankacılık sektörü de ortaya çıktı. Çin’in hızlı büyümesi sürerken yüksek borçluluk düzeyi bir sorun olarak görülmüyordu, ama Çin teklemeye başlayınca gözler yeni bir bankacılık krizi mi geliyor diye Çin’e çevrilmiş durumda.

Dünya merkez bankalarının başı kabul edilen Uluslarası Ödemeler Bankası (BIS), Çin ekonomisinin toplam borcunun 25 trilyon dolara ulaştığını; bu rakamın Çin milli gelirinin %255’ine tekabül ettiğini ve bu düzeyde bir borçluluğun finansal bir krizin tetikleyicisi olabileceği için kaygı verici olduğunu açıkladı. BIS, Çin’de kredi/gayri saf yurt içi hasıla açığı göstergesinin 2016 başında 30,1 ulaştığını; 10’dan yüksek bir değerin gelecek 3 yıl içinde kriz olabileceğine tekabül ettiğini de belirtiyor.

Bir araştırma Çin’deki bu büyük borç yükünün %14’ünün riski yüksek kredilere dayandığını, yarısının ise Çin’in aşırı ısınmış konut piyasasına ait olduğunu; yani kredi balonunun patlaması riskinin olduğunu gösteriyor.

20160102_FBD001_0

YÜKSELEN PİYASALAR: PARLAK GÜNLER GERİDE KALDI

Kriz 2008’deki ilk dalgasında ABD’yi vurdu; sonraki istikamet ise 2012’de ABD ile çok yakın ekonomi ilişkiler içindeki AB oldu. Gelişmiş ekonomileri saran bu kriz sonrasında sert faiz indirimleri nedeniyle spekülasyondan para kazanma kapıları bu ülkelerde kapanan ama parasal genişleme sayesinde kullanılacak likiditeye kavuşan sermaye; Çin, Latin Amerika, Asya ve Afrika’da yaratılan karları aktarabileceği ekonomilere akmaya başladı. Yükselen piyasa ekonomileri denilirken Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya, Arjantin, Güney Kore, Endonezya, Meksika, Güney Afrika, Türkiye gibi GSYH ve büyüme oranları gibi kriterler çerçevesinde belirlenen 30 civarı ülkeden oluşan bir grup kastediliyor. Bu ülkelerde emekçilerin yoğun şekilde sömürülmesi üzerinden elde edilen artı-değerin bir kısmı, yerli sermaye tarafından, uluslararası finansal sermayeye sağladığı sıcak para karşılığında faiz olarak aktarılıyor.

Yükselen ekonomiler, ülkelerine akan muazzam fonlardan 2000’li yıllar boyunca ekonomik büyüme açısından yararlandılar ama bu borca dayalı büyüme artan riskleri de beraberinde getirdi. UNCTAD’a (Birleşmiş  Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı) göre yükselen ekonomilerde 2008’de toplam 9 triyon dolar olan (mali sektör dışı) özel sektör borçları 2015’te 25 triyon dolara yükseldi. Yükselen ekonomiler açısından borçlanmaya dayalı ve aslında sürdürülemez bir büyüme sürecinin sonuna 2015 itibariyle gelindiği açıklık kazandı.

2013’ten itibaren krizin yeni dalgasının yükselen ekonomileri vuracağı belli olmaya başladı. ABD’nin 2013’ten başlayarak parasal genişleme politikasına son vereceğini, faiz artırımına gideceğini açıklaması, 2014 ve 2015’te gelişmekte olan piyasalardan büyük sermaye çıkışlarına neden oldu. 1988 yılından beri net sermaye girişi kaydedilen Brezilya, Rusya, Güney Afrika ve Türkiye gibi yükselen ekonomilerden 2015 yılında 735 milyar dolarlık sermaye çıkışı yaşandı. Borca dayalı büyümenin kaynağı olan sermayenin ülkeyi ciddi düzeylerde terk etmesi, hem ekonominin yavaşlamasını hem de yerel paraların dolar karşısında değer kaybetmesini beraberinde getirdi. Yerel paranın değersizleşmesi, dolar cinsinden borçlanan bu ülkelerin şirketlerine ekstra külfet getirerek onları daha büyük sıkıntılar içine sokmakta; borçlarını artırmakta. 1997-8 Asya Krizi’nde de bu gelişmeler yaşanmıştı.

Gelişmiş ekonomilerden gelen kaynaklardaki azalmaya bir de Çin’in teklemesi eklendi. Çin’deki büyümenin yavaşlaması hammadde talebini azaltırken bu durum, hammadde ihracatçısı yükselen ekonomiler üzerinde yıkıcı etkide bulundu. Venezuela, Brezilya, Rusya gibi ülkelerde petrol ve hammadde fiyatlarının düşmesi ekonomik daralmaya yol açtı; ekonomik büyümeleri ivme kaybetti.

insaat-YA-RES

TÜRKİYE

Türkiye’ye gelirsek… 2000’li yıllar boyunca uluslararası fnans kapitale, sağladığı borç karşılığında yüksek faizler (örneğin 2 yıllık tahvil faizi %9,82 ve 10 yıllık tahvil faizi %10,29) aracılığıyla emekçilerin yoğun sömürüsünden elde edilen artı-değerden pay verildi. Türkiye’ye akan sıcak para üzerinden borca dayalı bir büyüme gerçekleştirildi. Türkiye’ye gelen sıcak para nitelikli bir büyüme için seferber edilmedi; sanayinin gelişmesi için harcanmak yerine kaynaklar inşaata gömüldü.

İnşaat sektörü konut piyasasının yanı sıra havaalanları, duble yollar, köprüler gibi devasa
kamu harcamaları ile desteklendi. Borca dayalı  bir büyüme modeliyle ülke ekonomisi ayakta
durduğundan dışarıdan sıcak para gelişi kritik önemde oluyor. 2013’ten itibaren ükselen piyasaları vuran FED’in faiz artırımına gitme kararı alması aynı şekilde Türkiye’yi etkiledi; özellikle 2015’te büyük sermaye çıkışı yaşandı, ekonomi göstergeleri bozuldu. ABD’de de işler FED’in beklediği gibi gitmeyince faiz artışı 2017 başına kadar çok gerçekleşir gibi görünmese de Türkiye’ye yönelik yabancı sermaye girişini sekteye uğratan başka gelişmeler de yaşanıyor. 2016 içinde uluslararası fnans derecelendirme kuruluşlarından ikisi (Standard and Poor’s ve Moody’s) Türkiye’nin uzun vadeli yabancı para cinsinden kredi notunu yatırım yapılabilir seviyenin altına indirdi:

 kredi not

Üç derecelendirme kuruluşundan ikisinin yatırım yapılabilir düzeyde not alamayınca bazı fonlar açısından o ülkeye yatırım yapılması mümkün olmuyor. Riske rağmen yatırım yapanlar ise “burnumuzu tıkayıp giriyoruz ama karşılığı olmalı” diyerek daha yüksek faiz talep ediyorlar. Dolayısıyla Türkiye’nin yatırım yapılabilir klasmandan çıkması bir yandan da ülkeden sıcak para çıkışına yol açıyor, diğer yandan da gelmeye devam eden sıcak para açısından da borçlanma maliyetini artırıyor. T-Bank Baş Ekonomisti Veyis Fertekligil bu durumu şu şekilde anlatıyor: “Yaz aylarından itibaren yurt dışı borçlanmaların maliyetinde bir yükseliş gözleniyordu. Moody’s ile daha keskinleşti. Borçlanma maliyeti daha da artacak. Bu da bankaların kaynak maliyetlerine
yansıyacak. Yurt içi tasarruf oranının düşük olması nedeniyle bankalar kredilerin yanı sıra hem TL hem döviz mevduatının faizlerini artırmak zorunda kalacak. Ekonomi yönetimi kredi faizlerinde istediği düşüşü sağlamakta zorluk çekecek.”
 

Bunun anlamı, Erdoğan’ın diretmeleri sonucunda iç talebi tetiklemek için düşürülen faiz oranları artmak zorunda kalacaktır. “Faiz lobisi” şeklinde ortaya konacak olan inatlaşma ise döviz kurunda ciddi sıçramalara yol açacaktır. Diğer derecelendirme kuruluşu Fitch’ten gelecek kötü bir not durumu iyice sıkıntıya sokacaktır.

Ülkedeki döviz bolluğunun bitişi, ekonomi göstergelerinin kötüleşmesi ve TL’nin değer kaybını da beraberinde getirdi. Bu durum, Türkiye’de son 10 yılda ciddi şekilde artan döviz cinsinden borçlanan şirketlerin yükünü ağırlaştırıyor. 2008 krizinden sonra döviz geliri olmayan şirketlere yurt içindeki bankalardan dövizle borçlanma imkanı getirildi. Şirketler de TL cinsinden borçlanmaya göre çok ucuz olan döviz kredilerine yöneldi. Finansal sektör dışındaki şirketlerin döviz kredileri 2009 yılında 29 milyar dolardan 2010’da 57 milyar dolara; 2015 Temmuz’u itibariyle de 138 milyar dolar çıkmış durumda. 2002’de finans dışı şirketlerin döviz açığı 6,5 milyar dolar iken milli gelirin sadece %2,8’ine karşılık geliyordu. 2016 itibariyle şirketlerin döviz açığı 200 milyar dolara ulaştı ki bu rakam milli gelirin %27’sinden fazla. Döviz borcu katlanan şirketlerin döviz artışıyla borçlanma maliyetleri artıyor; bu durum da bu borçların ödenmesi konusunda riskler yaratıyor.

İktidar, geçtiğimiz günlerde açıkladığı Yeni Orta Vadeli Program’da (OVP) 2016 büyüme hedefini %4,5’tan %3,2’ye indirmişti. Gerçek rakamlar daha da kötü olacak gibi. Türkiye’de büyümenin %3’lere gerilemesi resesyon anlamına gelir. Bu durum ekonomide durgunluğu, şirketlerin küçülmesini, işten çıkarmaları gündeme getirecektir.

AKP, Türkiye ekonomisinin bu kötü gidişine karşı iç talebi artırmaya yönelik politikaları yaşama geçiriyor. Bunun bir ayağı kamu harcamalarının artışı. Bu temelde devasa kamu yatırımları olan Kanal İstanbul, üçüncü köprü, üçüncü havalimanı ile sermaye için bir can suyu sağlamayı hedefleniyor. Bu devasa yatırımlar için paralel bir bütçe Varlık Fonu ile yaratılacak; bu fon da elbette emekçilerin yıllarca birikimlerine tekabül eden kıdem tazminatı, işsizlik fonu, özelleştirme gelirleri gibi kaynaklara dayanacak. Devlet, bu büyük yatırımlar için kredi bulma sorumluluğunu bile Varlık Fonu’na bağlı olarak kuracağı şirket üzerinden kendisi üstlenecek.

İç tüketimi artırmanın diğer bir ayağı da borçlanma imkanlarının kolaylaştırılması; yani faizlerin düşüşü, kredi kartı limitleri ve taksit sayılarının artırılmasına dayanıyor. 2008 sonrasında düşük faiz politikası ve kolay borçlanma üzerinden tüketim düzeyinde ciddi bir artış hane borçlanmasıyla sağlanmıştı. Üçte ikisi ücretli çalışanlara ait olan tüketici kredisi borçları 2002 yılında 2 milyar civarındayken 2013 sonunda 240 milyar dolara ulaştı (ki yarıya yakınını konut kredileri oluşturuyor). İşçi sınıfı, asgari yaşam standardını bile ancak borçla sağlayabiliyor. Bu durumun artarak devam etmesi isteniyor. Ancak iktidarın beklentileri sıkıntıya sokacak bazı gerçeklikler var. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra işten atılan, açığa alınan, tutuklanan ya da iş yeri önce kayyum, sonra TMSF’ye bırakılan (252 büyük şirket bu durumda); yani bu süreçten etkilenen insan sayısı 1 milyonu bulmuş durumda. Bu insanların önemli bir kısmı temel gelir kaynaklarını kaybetti; borçlarını ödeyemez duruma düştü. Toplumun önemli bir kesiminde de başına bir şey gelebileceği konusunda tehdit algısı hala güçlü. Bu durum ister istemez iç talebi etkileyecektir.

Sıcak para girişi konusunda yaşanan kayıpları iç tüketim artışıyla kapamak isteyen AKP iktidarının beklentileri yeterince karşılık bulmayacak gibi görünüyor.  Büyüme oranlarının ve ekonominin gidişatının 2017’de de çok parlak olmayacağını söyleyerek bitirelim.

 

KATEGORİLER
ETİKETLER