Temel Notlar: Marksist Literatürde Sömürü Nedir? – Davud Caner B.

Temel Notlar: Marksist Literatürde Sömürü Nedir? – Davud Caner B.

Sömürü aslında nedir, neden var oldu ve var olmaya devam ediyor, neden ortadan kaldırılması için mücadele ediyoruz? Bu soruların cevaplarını bulmayı, işçi sınıfı içerisinde yürüttüğümüz örgütleme çalışmasının temellerini daha iyi anlatmayı ve Marx’ın kapitalizmin nasıl işlediğine dair bizlere bıraktığı çalışmalarından temeli kısaca açıklamayı bu yazıda önümüze hedef olarak koyuyoruz.

Devrimci hareketin toplumun gündelik literatürüne soktuğu sömürü kavramı, daha çok yoksullukla ve kötü çalışma koşulları ile eşdeğer tutuluyordu. Bu genel anlamıyla oldukça eksik ve yüzeysel bir bakış açısı olmakla birlikte, geçtiğimiz yüzyılın sonlarında Batı Avrupa ve ABD merkezli post-modern dalga bu söylemi cepheden hedef alan ve içeriğine oldukça çarpık bir yön veren etkiler gösterdiler. 

Örneğin Batı Avrupa’nın görece iyi koşullarda çalışan, gelir ortalaması daha yüksek olan işçilerinin sömürü karşıtlığı gibi bir temel mücadele mottosuyla işinin olmadığı düşüncesi, sanayi üretiminin Güneydoğu Asya’ya doğru kaymaya başlamasıyla Batı’da beyaz yaka yoğunluğunun artmasının “işçi sınıfının öldüğü” düşüncesinin pompalanmasında temel oluşturması veya proletaryanın kendi kimliklerine göre ayrıcalıklı ve mücadele dışı unsurlar olarak bölünmesi gibi örnekler verebiliriz. 

Kapitalizm Öncesi Sömürü

Marx’ı öncülü Klasik İktisat ekolündeki iktisatçılardan (örneğin Adam Smith) ve çağdaşlarından (özellikle neo klasiklerden) ayıran nokta kapitalist üretimin kendine münhasırlığını vurgulaması, içinden çıktığı koşulları inceleyerek doğuşunun dinamiklerini ortaya koyması ve onun işleyişinde toplumsal zenginliğin nasıl üretildiği tartışmasına “emek-değer” teorisiyle adeta buzkıran rolünde bir metodoloji armağan etmesiydi. 

Sosyalist literatürde oldukça aşina olunan ilkel komünal toplum => köleci toplum => feodal toplum => kapitalist toplum şemasını Marx, kapitalizmin ortaya çıktığı Avrupa topraklarında onu doğuran koşulları analiz etmek için geliştirmişti. Yine asyatik üretim gibi örneklerin neden kapitalizmin gelişmesini uygun olmadığı ve bir çok asyatik üretim toplumunun (örn Osmanlı ve Çin) kapitalist ilişkilere yer yer zor veya mecburiyet yoluyla teslim olup zamanla yok olduğunu anlamak için de oldukça berraklaştırıcı bir tahlil olmuştu.

Az önce bahsettiğimiz toplumlardan örneklendirmek gerekirse; köleci toplumların ortaya çıkışıyla birlikte ortaya toplumsal zenginliği üreten ve buna el koyan sınıflar doğmuştu. Marx’ın deyimiyle “Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak…” arasındaki ilişkinin temeli tam olarak buydu. Her yeni toplumsal düzen doğduğunda büyük bir zenginlik patlaması olmuş ancak bu zenginliği üreten ve buna el koyan sınıflar da var olmuş, büyük bir çözülüş ve yıkımla yok olmuşlardır.

Bu iki kutubun arasında iki tarafa da farklı mesafelerde olan, iki tarafla arasında geçişkenlikler bulunan sınıflar da varlık göstermeye başlamıştı. Ancak bu sınıflar, bu toplumsal düzenin ana çelişkisinde bu iki kutbun bir tarafına doğru eğilim göstermiş ve mevcut toplumsal düzenin çökmesiyle de tarih sahnesinden çekilmişlerdir. 

Sömürü bu toplumlarda oldukça açık bir şekilde işliyordu. Köleler köle sahibin bir mülkiyeti olarak fiziksel kapasiteleri sonuna kadar zorlanarak çalıştırılıyor, barınmaları ve beslenmeleri köle sahibi tarafından sağlanarak hayatta kalıyorlardı. Feodalizm altında köylüler görece özerk bir durumda üzerinde yaşadıkları topraklarda üretim yapıyor, üretim süreci sonunda kendilerine bırakılan hasat haricindeki artı-değeri derebeylerine teslim ediyorlardı. Yine özel mülkiyetin oldukça sınırlı olduğu asyatik toplumlarda ise merkezi iktidarın (padişah veya hanedan) mülkiyetindeki topraklarda, devlet mekanizmasının denetim ve zorlaması altında üretim yapıyorlar ve merkezi devlet yapısını besliyorlardı. 

Kapitalizmde ise sömürü böylesine açık değil; “Özgür Emekçiler” rızaları dahilinde kapitalistlerin altında çalışıyor ve karşılığında ücret alıyorlar ve bu ücreti kendi hayatlarını idame etmek için kullanıyorlar. Para örtüsünün altına gizlenmiş sömürü; çoğu zaman kapitalizmin ilkel birikim dönemlerinde yaşanan korkunç sefaletle özdeşleşmiş ve koşulların olumluya döndüğü zamanlarda sömürünün ortadan kalktığı yanılsamasını ortaya çıkarmıştır. 

Genelleşmiş Meta Üretimi Sistemi

Peki doğuşuyla birlikte geçmiş toplumun sınıflarını kendine tabi kılmaya başlayan, onunla savaşan veya ilişkilerinin içinde onu eriterek yok eden kapitalizmde toplumsal zenginlik nasıl üretiliyor? Kapitalizmin özgün yanının temelinde bir sınıfın elinde yığılan bu toplumsal artı-değerin bu sınıf tarafından nasıl kullanıldığı yatar. Toplumsal zenginliğin ağırlıklı olarak toprağa dayanarak üretildiği eski toplumlarda yığılan artı-değer; çoğunlukla bu toprakları genişletmek veya korumak için ve mülk sahibi sınıfın şatafatlı yaşamı için kullanılıyordu. Verimli üretim dönemleri bu alanlarda büyük harcamalar yapılmasını sağlıyordu ancak bu verimlilik doğrudan kendi ellerinde olmayan şartlara bağlı olarak dalgalanıyordu (örn mevsim koşulları, yağışlar vs). 

Kapitalizm ilk dönemlerinde ise Ümit Burnunun, Amerikanın keşfi gibi büyük adımlarla adeta sıçrayarak artan ticaret hacmi; toprak sahiplerinin bir kısmının kendi zenginlik yığınlarının hızla büyümesiyle mevcut ilişkilerden ayrılmasını ve güç merkezi olmasını sağlamıştı. Ancak asıl büyük gelişim sanayi devriminin yaşanmasıyla olacaktı. Artık önemli olan şey meta üretimini durmadan büyütmek ve bunların satılabileceği pazarları inşa etmek veya fethetmekti.

Marx’ın kapitalizm için genelleşmiş meta üretimi sistemi tanımı yapması tam da buna paraleldi. Artık toplumsal zenginliğin üretim kaynağı toprak olmaktan çıkmış, herşeyin alınır satılır bir hale getirilmesi ve durmadan yeniden üretilebilmesi çabası toplumsal üretim sisteminin ana dinamiği olmuştu. Marx bu sebeple Kapital’in açılışını metanın tanımını ortaya koyarak yapmıştı. 

Meta

Bir varlığın meta olarak tanımlanabilmesi için iki koşula sahip olabilmesi gerekir. Metanın iki unsuru olarak tanımladığımız bu iki koşul metanın kullanım ve mübadele değerine sahip olmasıdır. Kullanım değeri asıl olarak bir ihtiyacı veya isteği karşılamasıyla temellenir. Ancak kullanım değerine sahip olan bir şey mübadele değerine sahip olmayabilir. Örneğin su tüm insanlar için kullanım değerine sahip olsa da, belki 30-40 yıl geriye gittiğimizde ülkemizdeki birçok şehirde mübadele değerine sahip değildi. Yine hava, tekil örnekleri dışarıda bırakırsak, hala alınıp satılmayan (diğer metalarla mübadele ilişkisine girmeyen) yani mübadele değeri olmayan bir şeydir. Yine kullanım değeri diğer metalarla mübadele ilişkisine giren metanın değer denkliğinin açıklamasında oldukça yetersizdir, çünkü oldukça özneldir. Örneğin bir Galatasaray formasının Fenerbahçe taraftarları için kullanım değeri neredeyse olmamakla birlikte mübadele ilişkisine girdiğinde bir Fenerbahçe formasıyla bir mübadele değeri denkliğe sahiptir. 

Peki bu metalar arası mübadele değerini belirleyen şey nedir? Bir futbol forması, bir çay bardağı, bir damacana su veya bir pırlanta yüzüğün birbirinden farklı mübadele değerine sahip olmasını ya da belirli miktarlarda bir araya getirildiğinde denk değerlere ulaşmalarını sağlayan şey bu metaların üretilmesinde kullanılan emek zamandır. Ancak tüm insanların emeklerinin birbirine eşit olmadığı bariz bir şekilde ortadayken bunu nasıl temellendirebiliriz?

Dipnot: Mübadele değerinin bugün göz önünde olan karşılığı meta fiyatlarıdır. Fiyat üzerine en yaygın olarak bilinen görüş olan arz-talep burada nasıl konumlanır? Arz ve talep metaların fiyatlarının dalgalanmasına dair aydınlatıcı bir unsurdur. Ancak genel anlamda bir metanın (örneğin altın) diğer metadan (örneğin çay bardağı) toplumsal anlamda neden değerli olduğunu, toplumsal zenginliğin nasıl üretildiğini ve neya tekabül ettiğini açıklamada oldukça yetersizdir. Klasik iktisatçılar (özellikle Smith ve Ricardo) emek-değer konusunda adım atmış olsalar da genel olarak bunu çalışmayan kesim olarak gördükleri aristokrasiyi ahlaki olarak yenilgiye uğratmak ve zenginliğin ancak çalışarak ortaya çıkabileceğini (hem kapitalist, hem de işçi tarafından) ideolojik olarak temellendirmek için kullanmışlar; bu tartışmayı belki de kasti olarak niteleyebileceğimiz nedenlerlerle daha ileri safhaya taşımamışlardır. 

Emek

Metaların mübadele değerini belirleyen ölçüt olarak kullandığımız emek-zaman hangi emeğe dayanmaktadır?

Emeğin inceleyeceğimiz ilk biçimleri ölü emek ve canlı emek olacak. Ölü emek bir metanın üretiminde harcanmış, o metaya mübadele değerini kazandırmış ve mübadele sürecinin sonucunda değeri ödenmiş olan emektir. Örneğin, mobilya fabrikasına getirilen ve masa üretiminde kullanılacak keresteler, termik santralin satın aldığı ve elektrik üretiminde kullanılacak linyit kömürü veya samsung fabrikasına telefon montajında kullanmak üzere getirilen dokunmatik ekranlar ve onlar kullanarak yeni metaların üretileceği üretim araçları ölü emek örnekleridir. Diğer bir adlandırmayla “değişmeyen sermaye”dir.

Canlı emek ise bunlar tam tersine artık ölü emek ürünü olan bu metalara emek-zaman harcayarak artı-değerli yeni metaları ortaya çıkaran emektir. Diğer bir isimle “değişen sermaye”dir.

İncelemeye tabi tutacağımız diğer emek biçimleri ise somut insan emeği ve soyut insan emeğidir. Somut insan emeği belirli bir amaca dönük olarak kullanılan insan emeğidir. Örneğin bir kunduracının ayakkabı üretmek için kullandığı emektir. Bir kunduracı ölü emek ürünlerini satın alır, bunlar üzerinde canlı emeğini kullanarak ayakkabı üretir. Kunduracının buradaki emeği oldukça özneldir çünkü; üreteceği ayakkabının kalitesi, şekli, ona harcayacağı emek-zaman ve başlı başına ayakkabı üretmek için emeğini harcaması onun kontrolündedir. 

Soyut insan emeği ise üretim araçlarının gerektirdiği ve üretim aracı sahibinin talep ettiği şekilde kullanılan, birbirine denk ve alınıp satılabilir olan emektir yani “genel olarak insan emeği”dir. Dolayısıyla en önemli özelliği artı-değer üretebilmek için kullanılmasıdır. 

Emek Gücünün Metalaşması

İnsan emeğinin soyut biçiminin ön plana çıkması ve değişen sermaye olarak alınıp satılabilmesi için gereken ön koşul “özgür emeğin” ortaya çıkmasıydı. Bu işçi sınıfını köle ve serften ayıran temeldir. Yüzeysel olarak incelediğimizde bir proleter, emek gücünü kendi rızasıyla bir kapitaliste satar. Ama elbette Marx’ın dediği gibi “görünen gerçek olsaydı bilime gerek kalmazdı”. 

Sanayi toplumunun prematüre dönemi diyebileceğimiz manifaktür üretiminde ve ilk fabrikalardaki korkunç çalışma şartları elbetteki kendi halinde toprağını ekip biçen insanlar için hiç de akıl karı ve tercih edilebilir bir seçenek değildi. 18. yüzyıl sonunda hızlanan “çitleme” hareketi ile İngiltere’de küçük çiftçi ailelerin ortak kullandığı mera ve alanlar zor yoluyla büyük toprak sahiplerinin mülkiyetine geçirilmeye başlandı ve çaresizce kentlere sürülen insanlar proletarya sınıfın temelini oluşturmaya başladılar. Çıkarılan “Serseriler Yasası (Vagrancy Act )” vb. yasalarla kentlere göç etmek zorunda kalan kitleler, sert ve ağır cezalarla kontrol altına alıp çalışmaya zorlandı. Proleterleşme süreci giderek kapitalist ilişkilerin uzandığı her yerde ilerleyişini sürdürdü ve orta-sınıfları yutmaya devam ederek genişlemesini bugün de devam ettirmektedir.

Özgür emeğin doğuşuyla beraber emek-gücü artık alınıp satılabilen bir meta haline geldi. Diğer metaların temel unsurları olan kullanım ve mübadele değeri artık emek-gücünün de belirleyici iki unsurudur. Kapitalizmin en özgün metası diyebileceğimiz emek-gücünün kullanım değeri onun yeni artı-değerli metalar üretebilmesidir. Emek-gücünün mübadele değeri ise onu yeniden üretilebilmesini sağlamak için gerekli toplumsal emek zamanıdır. Daha açık bir ifadeyle bir proleterin karnını doyurabilmesi, barınabilmesi ve yeni işçi kuşaklarını yetiştirebilmesi için gerekli metaları satın alabileceği bir ücrettir.

Peki bir proteler emek-gücünü satıp, yeni metalar üretmesi için kapitalistin hizmetine sunuyorsa sömürü ilişkisi nasıl gelişiyor? Proleterin kapitaliste sattığı emek-gücünün metalara yansıyan ve değerlerini belirleyen emek-zamanı ikiye bölünür. Bunlar gerekli emek-zaman ve artı-emek zamandır. Yani bir proleter kapitalistin denetimi altında harcadığı emek-zaman sonucu ortaya çıkan metaların mübadele değerinden bir kısmını ücret olarak alır, geriye kalan zamanda ücret almadan çalışır. Bu süre artı emek-zaman’dır ve kapitalist artı-değerin kaynağıdır. Yani ilk sorumuzun cevabı şudur; kapitalist sömürünün temeli işçi sınıfı ürettiği toplumsal zenginliğin bir kısmını alırken, geriye kalan devasa zenginlik yığınlarının kapitalistlerin elinde birikmesidir. 

Sonuç

Proleterler mücadeleyle, üretilen metanın sahip olduğu artı-değer büyüklüğü sayesinde veya başka unsurlarla görece daha iyi bir ücret alarak sömürünün dışarısında kalmaz. Yine yazının en başında bahsettiklerimize değinirsek sömürü vahşi bir yoksullukla pençeleşmek değildir. Aksine üretilen toplumsal zenginlik durmadan büyümeye devam ederken işçi sınıfının buradan aldığı pay mücadelenin geri düşmesiyle giderek küçülür ve toplumsal olarak sayıları giderek küçülen ve yoğunlaşan kapitalistler giderek zenginliğin çok daha büyük bir kısmına el koyar. İşçi sınıfının ürettiği zenginlikten mücadele sonucu aldığı pay büyüse bile kapitalizm bunu geri almak için saldırganlığını artırır ve sömürünün baki kalması için elinden geleni yapar. Sömürü oranın azalması için yapılan mücadele Sisyphos’un yuvarlak bir kayayı sonsuza dek tepeye taşımaya çalışması gibi her güç kaybında bir geriye gidişi beraberinde getirebilir. Tam da bu yüzden yürüttüğümüz mücadele bu sömürü düzenini ortadan kaldırmak, yeni bir toplumsal düzenin inşası için mücadele etmektir.

KATEGORİLER
ETİKETLER

Yorumlar

(0)