Krizin Ayak Sesleri mi O? – Güneş Gümüş
2008’den beri kriz konuşuluyor, bekleniyor. AKP’den kurtuluş için umutlar çok kere “büyük kriz”e bağlandı. İşte o krizin ayak sesleri duyuluyor. Ama AKP de aptal değil, cumhurbaşkanlığı seçimlerini öne çekerek krizin siyasi etkilerini bir süreliğine bertaraf etti. Enflasyon füze gibi fırlarken AKP yerel seçimi de erkene alacaktır. Yaklaşmakta olan krizin siyasi yansımalarını yazının sonunda ele almak üzere bir kenara bırakıp “emekçi halkı neler bekliyor” sorusuna yanıt vermek için ekonomik gidişata bakalım.
Hani Büyüyorduk!?
Türkiye’nin 2017 yılında G-20 rekoru kırarak %7,4 büyüdüğü propagandalarının üzerinden çok geçmeden bütün bir ekonomiyi kriz korkusu sarmış durumda. Potansiyel büyümesi %5 olan Türkiye açısından iyi bir büyüme gibi görünen %7,4 rakamının Korkut Boratav’ın deyişiyle “bir atımlık barut” olduğu ve devamını getirmeye iktidarın ve ekonominin nefesinin yetmediği görüldü.
Türkiye ekonomisi 2008 krizinden sonra ilk defa 15 Temmuz darbe girişiminin ertesinde 2016’nın üçüncü çeyreğinde ciddi bir ekonomik daralma yaşamıştı. Kırılganlık zirve yapmıştı. AKP iktidarı ödemeler zincirinin kopması, şirket iflaslarının birbirini takip etmesi ve işsizliğin artması tehlikesi karşısında borçları yapılandırıp Kredi Garanti Fonu (KGF) gibi uygulamaları devreye sokarak iflasları önledi ve piyasada para dönmesini sağladı. Seçim ekonomisi yaşama geçirildi, kamu teşvikleriyle hormonlu bir büyüme yakalandı. Faiz oranlarını Erdoğan zoruyla düşük tutarak geleceğin harcamalarını öne çekmek, seçmenini konsolide etmek için kesenin ağzını açık tutmak ve ÖTV-KDV gibi vergilerden feragat etmek gibi büyük oranda kamu kaynaklarının kullanılmasıyla sorunlar ileri ertelenirken IMF raporuna da yansıyan şekilde ekonomi aşırı ısındı. Bu yüksek büyüme rakamlarının yerini 2018’in üçüncü çeyreğinde daralmaya bırakacağı artık neredeyse herkesçe kabul edilmiş durumda. Büyüme göstergesi kabul edilen PMI (imalat sanayi satın alma yöneticisi endeksi) son üç ay boyunca – daralma anlamına gelen- 50’nin altında seyretti. Mayıs rakamı ise Nisan 2009’dan beri görülen en düşük değere ulaştı.
2018 sonunda başlayacak ve 2019’a uzanacak daralmanın çapını -ne ölçüde bir krize evrileceğini- içerdeki durum kadar dış dünya (FED’in faiz artırım kararları, sıcak para akışı gibi) belirleyecek. TÜFE’de %15’i aşmış, ÜFE’de %24 sınırlarında bir enflasyon, 5 lirayı zorlamayı bekleyen dolar ve milli gelirin %6’sına ulaşan devasa bir cari açığın yanında seçimlerin kazanılması pahasına artan bir kamu açığıyla gidişat Türkiye açısından iç açıcı değil. Zaten bu basıncın etkisiyle Erdoğan karşısında süt dökmüş kediye dönen sermaye cephesinden hoşnutsuz sesleri daha çok duyar olduk. Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir geçtiğimiz günlerde iktidara “Reel sektör bu kadar borçluyken piyasalar daraltılırsa tekerlek dönmez, ekonominin çarkları durur” uyarısında bulunurken aşırı ısınmış ekonominin soğumasına yönelik tedbirlerin ekonominin dibi görmesi anlamına geleceğini vurguladı. Erdoğan da tam da böyle hissediyor, düşünüyor.
Faizlerin düşük tutulması için neredeyse uluslararası piyasalarla kavgayı göze alan ve neticede sağlam bir dayak yiyen Erdoğan’ın bu tavrının ardında yüksek faizin talebi azaltmasının ekonomiyi çok daha hızlı vuracağı kaygısı vardı. Ancak görüldü ki faizler ciddi şekilde artırılmadan dövizdeki roket gibi çıkışı durdurmak ve borçlarını ödeyemez hale gelecek döviz borçlusu şirketlerin iflasını engellemek mümkün olmayacak. Erdoğan bu tehlike karşısında geri adım atarak “Türkiye serbest piyasa ekonomisi tüm kurallarıyla ve kurumlarıyla uygulayan bir ülkedir. Bugün olduğu gibi yeni yönetim sisteminde de para politikalarında küresel yönetişim ilkelerine bağlı olmayı sürdüreceğiz” sözleriyle liberal ekonomik programa bağlılık yeminini tazelemiş; Mayıs ve Haziran’da Merkez Bankası’nın faizi 4.25 puan artırmasını kabul etmişti. Yüksek faiz oranlarının varlığında ev-taşıt-tüketici kredisi kullanımının dramatik şekilde azalacağını öngörmek zor değil. ASO Başkanı’nın dediği de bu. İç talep azaldıkça şirketlerin borçlarını çeviremez hale gelmesi ve ödemeler krizinin şekillenmesi şaşırtıcı olmaz. Bir de üzerine dövizdeki artış nedeniyle yatırım (ithal makine ve teçhizat gibi) maliyetinin artması ve reel sektörde bu çerçevedeki bir daralmayı ekleyin. Geçtiğimiz 4 ayda Türkiye’ye uluslararası net doğrudan yatırım girişinde %22’lik bir azalma görüldü; yerli yatırımcı için de durum benzer.
Borca Dayalı Büyüme:Deniz Tükeniyor
Küresel ekonomiyi vuran 2008 krizi sonrasında gelişmekte olan ekonomiler için kısa vadede elverişli bir ekonomik ortam gelişti. Krizin ilk dalgası gelişmiş ülkeleri içine almış; bu ülkelerde krizden çıkış reçetesi olarak Merkez Bankaları kanalıyla parasal genişleme politikasını yaşama geçirmişti. Bu çerçevede Hazine veya ilgili kurumlar tarafından borçlanmak için piyasaya çıkarılan uzun vadeli tahviller bedelleri ödenip alınarak piyasaya büyük miktarda likidite pompalanmıştı. ABD Merkez Bankası (FED), Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve gelişmiş ülkelerin diğer merkez bankalarının faiz oranlarını çok düşük tutması da likidite bolluğu koşullarında iyi faiz oranları veren gelişmekte olan ülkelere sıcak para akışını sağlamış ve bu durum büyük miktarlarda döviz cinsinden borçlanmayı beraberinde getirmişti. Gelişmekte olan ülkelerin toplam bono ihraç miktarı 2009’da 58 milyar dolardan 2017’de 450 milyar dolara kadar arttı. Ucuz kredi bolluğu, gelişmekte olan ekonomileri borca dayalı spekülatif büyüme sarmalına soktu. Reel ekonomide bir genişleme sağlanmadığında sonuç uluslararası ekonomik durumun iniş-çıkışlarına tabi ekonomiler oluyor ki FED’in parasal genişlemeyi azaltacağını açıkladığı 2013’ten bu yana gelişmekte olan ülkeler için tehlike çanları çalıyor. ABD ekonomisinin toparlanmasının zaman alması üzerine faiz artırımı ve parasal genişleme programının sonlandırılması günümüze kadar adım adım gerçekleşti. FED, 2017 Ekim ayından beri vadesi gelen tahvilleri Hazine veya ilgili kurumlara vererek piyasadaki parayı çekmeye başladı. FED, 2018’de 420 milyar dolar olmak üzere 2021 sonuna kadar 2 trilyon doları piyasadan çekecek. Bunun gelişmekte olan ülkeler için anlamı kendilerine doğru akan sıcak paranın eksilmesi olacaktır. Kaldı ki faiz artırımı sonrasında ABD’de faizler %3’e doğru ilerlerken yatırımcıların gelişmekte olan ülkelere risk alıp gelmesi için daha yüksek faiz gerekecek.
FED’in parasal genişlemeye son verme kararına daha ürkek şekilde olsa da Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) da katıldığını belirtelim. ECB piyasaya verdiği ayda 30 milyar Euro’yu Ekim, Kasım, Aralık aylarında 15’er milyar Euro’ya indirip yıl sonunda sonlandırmayı planlıyor. Faizlerde 2019 yaz aylarına kadar artırım yapılmayacağının açıklanması ise gelişmekte olan ülkelere hala bir kapı bırakıyor.
Özetle dolar cinsinden borçlanan pek çok gelişmekte olan ülke açısından doların değerlenmesi ve kendi yerel paralarının değer kaybıyla birlikte daralan sıcak para akışını çekmeye devam etmek için daha çok faiz verme gereği beliriyor. Gelişmekte olan ülkelerin parasal genişlemesinin ve düşük faizlerinin sonuna doğru yaklaşırken gelişmekte olan ekonomiler daha da çok sarsılacak. FED 2018 yılında parasal sıkılaşma takviminin daha %50’sini tamamlamamış durumda, yine de 270 milyar dolarlık bir daralma söz konusu. Üstelik FED faiz artırımına devam edecek. Gelişmekte olan ülkeler için durum gerçekten iç karartıcı. Arjantin şimdiden 50 milyar dolar borç karşılığında IMF ile anlaşma noktasına geldi; başkaları da sırada.
En Kırılgan Ülke, Türkiye
Kırılgan beşli ifadesi ilk defa 2013’te küresel krizin gelişmekte olan ülkelere yayıldığı 3. dalgası döneminde yatırım bankası Morgan Stanley’in hazırladığı raporda Türkiye, Hindistan, Brezilya, Endonezya ve Güney Afrika‘nın durumunu tariflemek adına kullanılmıştı. Gelişmekte olan onlarca ülke arasında yapılan bu değerlendirmede cari açık oranı, enflasyon yüksekliği, büyüme performansı ile FED’in tahvil alımı azaltmaya başlayacağını açıkladığı Mayıs 2013 sonrasında yerel parası en çok değer kaybedenler baz alınmıştı. Bu kırılgan beşlinin diğer üyeleri değişse de Türkiye bu listeye çakılı kaldı. Türkiye hem 2017 Kasım’ında Standard&Poor’s (S&P) açıkladığı Kırılgan Beşli’sinde (Arjantin, Pakistan, Mısır ve Katar ile birlikte) hem de Ocak 2018’de Bank of America Merrill Lynch’in Kırılgan Üçlü’sünde (Güney Afrika, Brezilya ile) yer aldı. S&P kendi listesinde en kırılgan durumda olanın Türkiye olduğunu açıklamıştı. Türkiye’nin kırılganlar listesindeki yerini sabitlemesinin ardında ilk listedeki ülkelerin bu dönemde cari açıklarında azalma yaşanırken Türkiye’nin aksi yönde gelişmesi belirleyici.
Cari Açığın Milli Gelire Oranı |
||
Kırılgan Beşli | 2013 |
2018 |
Türkiye | -6,7 | -5,5 |
Hindistan | -4,8 | -0,7 |
Güney Afrika | -5,8 | -2,5 |
Brezilya | -4,3 | -0,5 |
Endonezya | -3,2 | -1,7 |
Cari açığın büyüklüğü, yüksek borç miktarlarını döndürebilmek için daha çok sıcak paraya ihtiyaç duyulması anlamına geliyor. Dolayısıyla uluslararası ekonomik değişimlerden daha çok etkilenen bir ekonomik yapıya işaret ediyor. Türkiye’nin küresel ekonomideki gelişmelerden daha fazla etkilenmesi durumu, 2013’ten bu yana TL’nin diğer gelişmekte olan ülke para birimlerinden daha fazla değer kaybı yaşamasıyla da görülüyor. FED’in para politikasında sıkılaşma sinyalleri verdiği 22 Mayıs 2013’ten bu yana TL’de değer kaybı %150’yi geçmişken (1.84 liradan 4,67’ye) aynı dönemde yaklaşık olarak Brezilya Reali %85, Endonezya Rupisi %45, Güney Afrika Randı %35, Hindistan Rupisi ise %20 değer kaybetti. 2018 başından beri de Türkiye diğer gelişmekte olan ülke yerel paralarından değer kaybı anlamında negatif ayrıştı. Mayıs ayında International Institute of Finance’e göre gelişmekte olan ülkelerden 8 milyar dolar kadar sıcak para çıkışı yaşandı. Bu süreçte TL’nin ne kadar hızla değersizleştiğini hep birlikte gördük.
FED ile birlikte ECB’nin de parasal genişlemeye son verme yolunda olduğu bir küresel konjonktürde 2017 sonu itibariyle (137 milyar doları kamu, 316 milyar dolar özel sektör olmak üzere) 453 milyar dolarlık cari açığıyla Türkiye’nin kırılganlığı tehlikeli bir hal alıyor.
İthalata Bağımlı Bir Ekonomi ve Enflasyon
2008’den bu yana gelişmiş ülkelerden sıcak para akarken bu kaynak, gelişmekte olan ülkelerde çoğunlukla sanayiye yatırım yapılarak bir ekonomik sıçrama yaratmak için kullanılmadı. Türkiye için bu durum çok açık. Bu süre zarfında iktidarı tek başına elinde tutan AKP, hem seçim hesapları hem de oligarklarını kolay yoldan zengin etmek için bütün parayı inşaata gömdü. Türkiye son yedi yılda yarım trilyonu aşan inşaat yatırımı yaptı. Erdinç Yeldan, inşaat sektöründeki büyümenin milli gelirin toplam büyümesinin üçte birini karşıladığını belirtiyor. İnşaat alanında mega projelerle yatırım hedefleri devam da ediyor. PriceWaterhouseCoopers’ın Garanti Bankası ile birlikte hazırladığı bir rapora göre 2023’e kadar bu projelerin maliyeti 325 milyar dolar olacak. Her ne kadar projeleri özel sektör yürütüyor görünse de kamu bankalarının güvencesi altında bu projeler tamamlanıyor; projeler yaşama geçtiğinde yeterli gelir elde edilmemesine karşı devletin farkı döviz cinsinden ödeme garantisi var.
Yıllar boyunca artan döviz borçları reel ekonomiyi büyütmek için kullanılmadığından borçlanma sarmalından çıkılamıyor. İhracat için ithalata bağlı bir ekonominin borçlarını büyütmekten başka şansı kalmıyor. 2002’de ithalat ile ihracat arasındaki fark 15,5 milyar dolardan 2018’de 80 milyar dolara çıkmış durumda. Yani 65 dolarlık mal satışına karşılık 100 dolarlık mal ithal ediliyor. Ara mal ithal edilip çıkan son ürün ihraç ediliyor. İhracatın küçük bir bölümü (cam, seramik, bor, tarım ürünleri gibi) net ihracat; yani tamamen ülke kaynaklarıyla üretilen ürünler. TÜİK verilerine göre imalat sanayi ihracatında ana payı orta yüksek (%36,9), düşük (%33,9) ve orta düşük (%25,9) teknolojili ürünler oluşturuyor.
Konjonktür elverişliyken sanayi üretimini geliştirmek, teknolojik atılımı yakalamak ve eğitimde sıçramalar yapmak yerine kolay yoldan para kazanma peşine düşülmüşken ihracat ve ithalat arasındaki bu makasın kapanması artık mümkün değil. Aksine 16 yıllık AKP iktidarının politikaları sonucunda Türkiye temel ihracat kalemleri tarım ve hayvancılıkta bile ithalata bağımlı hale gelmiştir. Hal böyle olunca dövizdeki değerlenmenin sadece dolar-euro biriktirenleri; dövizle iş yapanları değil bütün metaların fiyatlarında bir yükselme olarak geri dönmesi ve enflasyonun hızla %20’leri aşmasıyla herkesi etkileyeceği bariz. Hele ki küresel ekonominin doların değerlenmesiyle ilerlediği bir dönemde.
Enflasyon-Faiz-Kur:Bir Kısır Döngü
İthalatta ara malının payının %75 civarında olduğu bir ekonomide dövizdeki değerlenmenin enflasyon olarak yansıması kaçınılmaz bir süreç. Enflasyon beklentileri aşarak Haziran’da %15’i aştı. Seçimler nedeniyle zamların ertelendiği düşünülürse Temmuz-Ağustos-Eylül verilerinin tabloyu daha da karartacağı aşikar. Ekonomik büyüme ve sözde istikrarı kendi alameti farikası gibi sunan AKP açısından korku kaynağı gibi sunulan 1990’lara geri dönmekte olduğumuz görülüyor.
Enflasyondaki artış, faiz ve kur üzerinde de bir basınca yol açıyor. Şöyle ki TL’nin değer kaybı karşısında nakit birikimlerini korumak isteyen yatırımcılar, faiz oranları enflasyon üzerinde değilse dövize yönelerek kur artışı yönünde içerden basınç yaratıyor. Kur artışını engellemek isteyen Merkez Bankası da faiz artışıyla durumu toparlamak zorunda kalıyor. Mayıs ayında doların neredeyse 5 TL’ye sıçraması sırasında uluslarası gelişmeler kadar içerde döviz borcu olan sermayenin dolar artmadan alım yaparak kendini korumaya çalışması ve dolardaki artış trendini gören yatırımcının dolara yönelmesinin de önemli etkisi olmuştu.
Faiz yükselmesinin gerisinde hem enflasyondaki artış, hem de küresel koşullar etkili. Türkiye’nin bir yıl içinde finanse etmesi gereken özel sektör borcu, kamu borcu ve cari açık toplandığında 226 milyar dolara ihtiyacı olduğu açığa çıkıyor. Gelişmekte olan ülkelerden akan likidite azalır ve ABD’de faizler yükselirken ancak yüksek faiz karşılığında bu parayı çekmek mümkün olabiliyor. Bütün gelişmekte olan ekonomileri etkileyen bu durum kırılganlığı ve dolayısıyla riski daha yüksek olan Türkiye gibi ülkeler açısından faiz oranlarının daha da yükseltilmesini gerektiriyor. Ödemelerini gerçekleştiremeyecek hale geldiğinden IMF ile masaya oturmak Arjantin’de Merkez Bankası’nın faiz oranları Mayıs başında %40’a ulaştı. Türkiye’de bu rakam % 17,75. Türkiye Hazine’sinin iki yıllık gösterge tahvil faizi yüzde 19,21.
Seçim öncesinde ekonomiyi canlı tutmak adına Erdoğan’nı zoruyla kamu bankalarında aylık yüzde 1’in altına çekilen konut kredisi şu an aynı bankalarda %1,5’un üzerinde. Mevduatlara verilen faiz %19’a yaklaşmışken kredi faizleri Haziran’da Ocak 2009’dan beri en yüksek seviyesine ulaştı. Şu an yıllık faiz oranları ihtiyaç kredisinde %24’e; ticari kredide %22,7’ye, taşıt kredisinde %22,3’e ulaştı.
Yılın geri kalanında FED’in 2 ya da 3 faiz artırımı yapacağı ve dolayısıyla doların 5 TL’yi bulmasının çok sürmeyeceği, kur artışı-zamlarla enflasyonun yükseleceği ve bu durumların etkisiyle faizlerin artmaya devam edeceği bir kısır döngünün içine Türkiye ekonomisi çekilmiş durumda. Yapısal değişikliklere gitmeden de bu denklemlerden çıkış görünmüyor. Bunları yapmak için de ne zaman ne de kaynak bulunuyor.
Ya Borçlar Döndürülemezse
Kurdaki artış eğiliminin süreceği ve bu durumun döviz borçlusu olduğu sürece şirketleri ciddi şekilde tehdit edeceği görüldüğünden Mayıs 2018’de döviz geliri olmayan şirketlerin 15 milyon dolar üstü borçlanması engelleyen bir yasa değişikliğine gidildi. Ama artık geç. Mehmet Şimşek ne diyordu; yağmur yağarken çatı onarılmaz. Oysa ki Haziran 2009’da ihracat ve döviz geliri şartını kaldırarak şirketlere dövizle borçlanma kapısı açan AKP iktidarının kendisiydi. Tabii likidite bolluğunun olduğu o dönemde uluslarası ucuz kredi imkanından yararlanan özel sektör rekor düzeyde döviz borcu yaptı. Sadece uluslararası kurumlardan borç alınmadı; ülke içinde bankaların mevduatlarında biriken dövizin kredi olarak kullandırılmasıyla da bu borçlanma sağlandı. En büyük borç kalemine de reel kesim sahip; Şubat ayı itibariyle döviz borç toplamı bu kesim için 222,7 milyar dolar. Kurdaki yukarı yönlü hareketler muazzam döviz borcuna sahip özel sektöre borç yükünün artması olarak dönüyor ve iflas risklerini beraberinde getiriyor. Döviz borcunun %70’lik gibi büyük bir oranının bin tane firmaya ait olduğu göz önüne alındığında ödemeler dengesinde birkaç firmada başlayacak bozulmanın nasıl dinamo etkisi yaratabileceği anlaşılabilir.
Türkiye’de AKP iktidarıyla birlikte dış borcun odağı değişti. 2002 öncesinde yüksek bütçe açığı yaratan kamu borçlanmasının yerini cari açık ve özel sektör borcu aldı. AKP emek düşmanı politikalarıyla (özelleştirmeler, tarım-hayvancılıkta sübvansiyonların ortadan kaldırılması, emeklilik yaşının yükselmesi, emekli maaşının azalması vb.) bütçe açığını azalttı.
Neoliberal program çerçevesinde kamu yerine özel sektörün borçlanmasının daha iyi olduğu; kamunun atıl, özel sektörün verimli olduğu propagandası yapılırdı. 2018’e gelindiğinde iddiaların ne kadar fos olduğu ortaya çıktı. Özel sektör borçlarının Türkiye ekonomisini gerçek manada büyütmediği, emekçi sınıfların yarattığı zenginliğe el koyan bir avuç kodamanın birikimlerini artırmak dışında bir katkısının olmadığı görüldü. Aksine bu kodamanların borçlarını ödeyememesinin yaratacağı bir kriz durumunda emek mücadelesi yükseltilmezse bedel ödeyecek yine emekçi sınıflar olacak.
Borçlar ödenemez duruma gelindiğinde Haziran 2018 verilerine göre önümüzdeki bir yılın 182 milyar dolarlık dış borcu ve 55 milyar dolarlık cari açığı nasıl finanse edilecek? Merkez Bankası’nın sıcak para akışının azalması veya yabancı banka kredilerinin azaltılması karşısında savunma gücü olan brüt döviz rezervi son 6 yılın en düşük seviyesi olan yaklaşık 84 milyar dolara geriledi. Yani Merkez Bankası’nın brüt rezervlerinin kısa vadeli yükümlülüklere oranı %82’ye düştü. Türkiye, gelişmekte olan ülkeler arasında cari açığı ve dış borcuna oranla en düşük brüt döviz rezervine sahip olan ülke durumunda. Dolayısıyla Türkiye’nin böyle bir krize müdahale araçları zayıf. Bu durumda borçları ödeyebilmek adına Arjantin’de olduğu gibi IMF’nin kapısının çalınacağı aşikar. Türkiye’de 2001 krizinde bankaların dış borçlarını da devlet üstlenmişti; yani sorun sadece kamu borçlarının çevrilmesi sorunu da değil.
Olası bir ödemeler krizinin bankacılık sektörünü de içine alacağını söylemek için müneccim olmaya gerek yok. Bir kere döviz borçlarının bir kısmı ülkedeki bankalardan kullanılan döviz kredisi kaynaklı. Bunların ödenmemesi otomatikman bankaları da vuracak. Hali hazırda Ülker ve Doğuş gibi dev grupların banka borçlarının yeniden yapılandırması 20 milyar doları bulmuşken borç yapılandırmasına ihtiyaç duyacak şirket sayısının artması bankacılık sistemini derinden sarsacaktır. Fitch’in Türkiye’den 25 bankayı “negatif izlemeye” almasını da bu bağlamda düşünmek gerekiyor. 2017 başında Standard&Poor’s da Türkiye’nin en büyük 7 bankasından 4’ünün (İş Bankası, Garanti, Yapı Kredi ve Vakıfbank) not görünümünü “durağan”dan “negatif”e indirmişti. Bankacılık sektöründeki risklere mega projelere kefil olan kamu bankalarının aldığı riskleri de eklemek gerek.
Olası bir kriz durumunda bankacılık sistemi sadece döviz borçlarının geri ödenmemesinden endişelenmeyecektir. Küçük ve orta boy işletmelerin kredi borcu 550 milyar TL’ye yaklaşmış durumda ve ekonomik gidişat kötüleşirken bu işletmeler bu kredileri ödemekte sıkıntı yaşayacaklardır.
Bu tespitleri göz önünde tutarak son dönemde özel bankaların kredi hacimlerinin %7’lere gerilemesinden ve kredilendirmenin kamu bankaları aracılığıyla yapılmasından Türkiye bankacılık sektörünün durumunu tahmin edebiliriz.
Halk Nasıl Etkilenecek?
2018 sonundan itibaren ekonomik daralmayla kalmayıp- uluslararası denklemlerde önemli bir değişim olmazsa- krize doğru ilerleyecek Türkiye’de bu durumda halkın ilk elden yükselen enflasyonun beraberinde getirdiği hayat pahalılığı, işletmelerin iflası sonrası kitlesel işsizlik ve artan yoksullukla yüz yüze kalacağını öngörmek zor değil.
AKP, yerel seçimleri öne alarak krizin etkileri en hafif şekilde hissedilirken seçim sayfasını kapatmak isteyecektir. Böylece kendisine oy verenlerin ekonomik bozulmaları hissetmeden ve uygulanacak kemer sıkma programının acı etkilerini yaşamadan AKP’ye desteğini devam ettirmesi hedefleniyor. 5 yıl boyunca seçim olmayacağından gerisi kolay diyorlar. Polis devleti uygulamalarıyla krizden bunalacak emekçi halkı sindirebileceklerini düşünüyorlar. Tabii derin ekonomik kriz koşullarında evdeki hesap çarşıya uymaz. 2001’de devlete her zaman bağlı küçük esnafın nasıl öfkeden çılgına dönüp sokaklara indiğini hatırlayabiliriz. Kriz sınıf mücadelesinin keskinleşmesinin koşullarını hazırlayacaktır. Neler olacağını hep birlikte göreceğiz.
Krizin derinleşmesi durumunda ödemelerde sıkıntı yaşandığında Türkiye tarihi boyunca 19 defa yaşandığı gibi IMF’nin kapısının çalınacağı şimdiden konuşuluyor. IMF ile ya da IMF’siz AKP iktidarının krizin faturasını emekçilere kesecek bir kemer sıkma programını uygulayacağı gün gibi açık. Erdoğan, Merkez Bankası’nı faiz artırmaması için zorladığını Londra’da ilan ettikten sonra başlayan sarsıntı sonrasında Mehmet Şimşek, piyasalara güven vermek için bir tür IMF programı olan “yeniden dengelenme” programı uygulayacaklarını ilan etmişti. Programın özünde kamu harcamalarının azaltılması, vergilerin tabana yayılması adı altında aslen emekçi halkın sırtına yüklenen dolaylı vergilerin artırılması vardı. Yani emekçiler için yaratılan cehennemin ateşini artırmak için daha çok odun atılacak.