İktidarın Büyüme Yalanları – Emre Güntekin

İktidarın Büyüme Yalanları – Emre Güntekin

TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) Türkiye ekonomisinin 2017 yılına ait büyüme rakamlarını açıkladı. 2016 yılında % 3,2 olarak açıklanan GSYH (gayri safi yurtiçi hasıla) artışı, 2017 yılında neredeyse iki kattan fazla artarak % 7,4 olarak açıklandı. 2017 yılında kişi başına düşen milli gelir cari fiyatlarla 38.660 TL, ABD doları cinsinden 10.597 Dolar olarak hesaplandı.

Türkiye’de istatistik bilimi de yıllardır iktidarın gerçek dışı propagandalarına somut veriler üretmek için kullanılıyor. Birçok iktisadi kurumun başına geldiği gibi TÜİK de AKP iktidarı döneminde özerkliğini tamamen yitirdi ve büyük bir dönüşüm süreci yaşadı. Bu durum en başta kamuoyunun Türkiye ekonomisi, istihdam durumu ve diğer istatistiklerle ilgili gerçek verilere ulaşmalarını engellerken; ülkenin siyasal ve iktisadi fotoğrafını görmek isteyenlerin işini zorlaştırıyor. Bunları merak edenlerden önlerine ne konulursa onu yemeleri isteniyor.

TÜİK 2016 yılında GSYH hesaplamalarında ciddi bir değişikliğe gitmişti ve yeni yöntem iktisatçılar tarafından eleştirilmişti. En önemli eleştiri noktalarından bir tanesi TÜİK’in hesaplamalarda kullanılan baz yılı olarak 2009’u seçmesi oldu. Mahfi Eğilmez bu seçimin nedenini şöyle açıklıyor: “Seçilen baz yılının doğru bir yıl olmadığını ve sonraki yıllara ilişkin değerleri etkilediğini düşünüyorum. 2009 yılı, 2008 yılında ABD’de başlayan küresel krizin Türkiye ekonomisini en fazla etkilediği yıldır. 2009 yılında Türkiye ekonomisi yıllık olarak yüzde 4,7 oranında küçülmüştü. Bu tür kriz yıllarının baz yılı olarak seçilmesi sonraki yıllara ilişkin hesaplamaları etkileyeceği için doğru değildir. 2009 yılı yerine 2011 yılının seçilmesi gerekirdi. 2009 yılı gibi küçülmenin olduğu bir yılın seçilmesi bazın düşük tutulmasına ve sonraki yıllara ilişkin verilerin yüksek çıkmasına yol açmıştır.” (http://www.mahfiegilmez.com/2016/12/gsyh-hesaplamas-degisti-kisi-basna.html)

Tabi ki bu seçimin nedeni ne istatistik ne de iktisat biliminin gereklilikleriyle açıklanabilir. TÜİK eliyle yapılan değişimin nedeni iktidarın büyüme, ekonomik gelişme yalanlarına kısaca siyasi propagandasına sayısal kılıf hazırlamaktır.

Tek başına GSYH artışı ülkenin ekonomik durumunun emekçiler lehine düzeldiğini gösterir mi? Yani sıradan vatandaşın bundan nasıl bir kazancı olacak? İstatistiklerin soğuk yüzünün yanına bu tarz soruları eklemek gerekmektedir. İktidar çevreleri ve medyası hep bir ağızdan büyümenin refah ve mutluluk getireceğini, diğer taraftan bunun “Güçlü Türkiye”ye bir kaldıraç olarak eski ihtişamlı “Osmanlı” ruhunu yaratacağı propagandasını yayıyorlar. Fakat GSYH sanıldığı gibi tek başına ülkedeki refah durumunu ölçebileceğimiz bir araç değil.

GSYH ülkedeki üretici güçlerin potansiyelini yansıtır. Üretim sürecinin çıktısı olan metaların toplumun yararına olup olmadığı, emekçilerin refahını artırıp artırmadığı, çalışma koşullarında iyileşme yaratıp yaratmadığı gibi konular GSYH hesaplamalarının konuları değil. Sanayide savaş için kullanılacak bir silahın üretimi de basit bir gıda üretimi de bu verilere dâhil ediliyor.

Eğer GSYH’dan bir fikir edinilmek isteniyorsa bu verileri (doğruluğunu varsayarak) ülkedeki istihdam durumu,  yaratılan zenginlikten emekçilere düşen pay yani artı değerin bölüşüm durumu, enflasyon, cari açık gibi verilerle de karşılaştırmak gerekmektedir.

Bu veriler dikkate alındığında iktidarın bize göstermeye çalıştığı toz pembe Türkiye tablosu bir anda dağılacaktır. TÜİK Aralık 2017 verilerine göre Türkiye’de dar tanımlı işsizlik oranı % 10,4, geniş tanımlı oran ise % 18,3. Genç işsizlik oranı ise % 19,2, ne istihdam ne de eğitimde olan gençlerin oranı ise % 23,1. Bildiğiniz üzere GSYH hesaplamalarındaki ayak oyunlarının bir benzeri işsizlik hesaplamalarında da yapılıyor. İşsiz tanımına girenlerin kapsamı daraltılarak rakamlar olabildiğince düşük boyutlarda gösteriliyor. Çırak, stajyer, bursiyer, kursiyer gibi kapsamlar işsizlik verilerine dahil edilmeyerek gözlerden kaçırılıyor.

Öte yandan Türkiye ekonomisi düzenli olarak cari açığını ve kamu üzerindeki borç yükünü artırmaya devam ediyor. Aşağıdaki tablo Türkiye ekonomisinin 2013-2018 yılları arasındaki portresini çiziyor:

Yukarıda bahsi geçen ülkeler dünyada kırılgan beşli olarak bilinirken, Türkiye burada en riskli pozisyonda yer alıyor. Enflasyon artışı, döviz rezervindeki erime, dış borcun GSYH’ye göre oranındaki artış Türkiye’nin krize giderek daha fazla yakınlaştığını gösteriyor.

Türkiye ekonomisi yıllardır kaynağı belli belirsiz bir sıcak para girişinin meyvelerini yiyordu. Geçtiğimiz yıl içerisinde de Trump’ın seçilmesiyle birlikte ABD’deki belirsiz ortam dolar kurundaki ateşi biraz dindirmişti. Fakat bu kaynak girişi büyük oranda spekülatif bir ekonomik ortam yaratırken, Türkiye ekonomisini uzun vadede güçlü kılacak reel bir yatırım yapılmadı. İktidar da ekonomik gelişimi büyük oranda büyük çaplı yatırımlara (havalimanı, köprü vs.) ve inşaata bağımlı kıldı. Kamu bankaları projelerin finansman aşamasında devreye sokulurken, yüklenici firmalara verilen uzun vadeli devlet garantileri kamunun üzerinde ekstra bir kambur yarattı.

İktidar geçtiğimiz yıl var olan cari açığın % 65,4’ünü yurt dışından gelen sıcak parayla finanse ederken, reel sektörün payı sadece % 17,2 olarak gerçekleşti. Kalan % 17,4 ise Merkez Bankası tarafından karşılandı. Bu durum döviz rezervindeki erimeyi de açıklamaktadır. Aynı politikanın gelecek yıllarda da devam etmesi durumunda Merkez Bankası’nın elini taşın altına daha fazla koyacağı açık. Bu şu demek: Gelecek yıl emekçiler elini daha fazla cebe atacak, vergiler, zamlar belimizi daha da bükecek.

Öte taraftan siyasal gelişmelerde ekonominin gidişatını daha da kötürümleştiriyor. OHAL’den kaynaklı belirsizlikler, savaş ortamı, seçimler, kutuplaşma iklimi, dış politikadaki zikzaklar yabancı yatırımların ülke içerisindeki kalıcılığını da olumsuz etkiliyor. Yurt dışı kaynaklı sıcak para bugün var yarın yok! Sıcak paranın çıkışıyla dolar 4 TL sınırını zorlarken, özellikle ciddi bir döviz borçluluğuna sahip özel sektör için kara kış kapıya dayanıyor.

Ekonominin emekçiler boyutundaki tablosu ise daha karanlık. Örneğin bir emekçinin masraf kalemlerinin başında yer alan gıda enflasyonunda Ekim 2017-Mart 2018 arasındaki artış % 13,15 olarak gerçekleşti. Emekçilerin ücretlerinde ve sosyal haklarında bu farkı kapatacak bir artış var mı? Maalesef yok. Aksine OHAL sopasını eline alan iktidar bir yandan emeğin haklarını baskılarken, emekçilerden buna gelebilecek en ufak bir tepkiyi de yasaklamaktan, engellemekten geri durmuyor. DİSK’in yayınladığı rapora göre emekçilerin % 54’ü ay sonunu getirmekte zorlanıyor. İşçilerin % 50’si 1400-2000 TL ücretle çalışırken bu nüfusun yarısının açlık sınırında yaşamak zorunda kalması demek. Sınıfın dörtte biri bir gün bile yıllık izin kullanmıyor ve uzun saatler kölece çalışmak zorunda bırakılıyor.  Bir yandan haklar gasp edilirken diğer taraftan işçi sınıfı örgütsüzleştiriliyor. Aynı rapora göre işçilerin % 87’si herhangi bir sendikaya üye değil. Üye olanlarında büyük çoğunluğu üzerinde iktidara yakın sendikaların kontrolünü varsayarsak tablo daha da ağırlaşıyor.

Fakat neyse ki Forbes’un en zengin 100 kişi listesine geçen yıla göre sayıyı 9 artırarak 40 milyarder sokmayı başardık. Türkiye’deki tablonun özeti budur. Ekonomi sana bana değil, Koçlara, Ülkerlere, Sabancılara büyümektedir. AKP eliyle adaletsiz bölüşüm ilişkileri emekçilerin üzerindeki pranga sayısı artırılarak daha da adaletsiz hale getirilmekte, yoksul daha da yoksullaşırken zenginimiz daha da zenginleşmektedir. TÜİK’in ve iktidarın gerçekleri bizden köşe bucak kaçırmasının sebebini başka yerde aramaya gerek yok.

KATEGORİLER