Güneş Gümüş: “Yolumuza Sosyalist Emekçiler Partisi Olarak Devam Edeceğiz”
bolsevik.org ve Marksist Bakış yazarı akademisyen Güneş Gümüş, ABC Gazetesi’nden Çağdaş Gökbel’in sorularını yanıtladı.
Sürekli Devrim Hareketi’nin (SDH) Türkiye siyasi yaşamındaki yerinin ne olduğunu kısaca bize anlatır mısınız? Siyasi bir parti olarak yolunuza devam etmeyi düşünüyor musunuz?
Öncelikle fikirlerimizi ifade etme fırsatı veren bu röportaj için SDH adına teşekkür edip geçtiğimiz Ekim ayında yayın hayatına başlayan ABC Gazetesi’ne başarılar dileyerek başlamak isterim.
Sorunuza gelirsem: Türkiye bugün, dünya üzerinde sosyalist mücadelenin en güçlü olduğu ülkelerden biri. Bu durum, on yılı aşkın süredir devam eden baskıcı ve giderek otoriterleşen tek parti iktidarına karşın bir gerçek. Dünyanın en büyük 1 Mayıs’larından biri Türkiye’de kutlanıyor. 10 Ekim gibi, yüzden fazla yoldaşımızın, dostumuzun öldüğü bir katliamın ertesi gününde kitleler kaybettiklerini uğurlamak için kitlesel olarak bir araya gelebiliyor. Dünyada böylesi büyük bir dinamik yok. Tabii ki bu durum, hem Türkiye’de süregelen devrimci mücadele geleneğinin hem de devrimci kanalları sürekli besleyen çelişkilerin bir ürünü. Türkiye, devrimci-sosyalist mücadelenin gelişebileceği verimli topraklar sunuyor. Ancak ne yazık ki bu potansiyelle gerçeklik arasında neredeyse bir uçurum var.
Türkiye’de toplumsal muhalefetin ciddi bir siyasal temsiliyet sorunu var; ki sosyalist sol bu konuda alternatif yaratamıyor. İşte Sürekli Devrim Hareketi, bu siyasal temsiliyet sorununa bir çözüm olmak ya da çözüm yolunda bir katalizör olmak iddiasında. Nasıl mı?
Öncelikle sosyalist solun ahvalini ortaya koyarak başlamak en doğrusu. Türkiye sosyalist solunun ezici çoğunluğu, geçmişiyle 1960’lara, 1970’lere kadar uzanan yapılar. Hem kendi hareketlerinin hem de Türkiye’de devrimci mücadelenin toplumu temellerinden sarsacak kadar güçlü olduğu dönemde tarihsel iddialarına gerçeklik kazandıramamış, 12 Eylül darbesi karşısında toplumsal bir direniş örgütleyememiş gelenekler oluşturuyor Türkiye solunu. Sözün özü, bu gelenekler yapabileceklerinin en iyisini zaten 1960’lar ve 70’lerde ortaya koydu; daha ötesini yapma yetisine sahip olsalardı bugün farklı bir ülkede yaşıyor olurduk. Bu gerçekliğin üstüne bir de Doğu Bloku’nun yıkılmasının yarattığı ideolojik yenilgi eklenince sosyalist hareketlerin çoğunluğu açısından pusula iyice şaştı. 1980’ler ve özellikle 1990’larda postmodernizmin dünya çapındaki yükselen hegemonyasına kapılan sosyalist solun önemli bir kesimi açısından emek-sermaye arasındaki başat çelişkinin yerini ezilen kimlikler aldı; bayraklar buna uygun şekilde renklileşirken geldiğimiz noktada solun çoğunluğu, kimlik siyasetine angaje olmuş durumda.
Türkiye’de ezilen kimlikler üzerinden çok canlı bir dinamik var; solun bu dinamiğe yaslanmasında ne sakınca olabilir?” diye sorulabilir. Türkiye devrimci hareketinin besleyen iki ana damardan bahsedilebilir; bunlardan birisi devletle barışması mümkün olmayan Aleviler, Kürtler gibi ezilen gruplar; diğeri de Türkiye’de yoksulluk, geleceksizlikten başka vaat edebileceği bir şeyi olmayan bozuk burjuva düzenle bitmeyecek bir gerilim taşıyan emekçi kitleler, özellikle de gençlik -yani vahşi sömürünün yarattığı dinamikler-.
Türkiye’de kimlikler sadece bugün değil her zaman önemliydi. 1980 öncesinde ezilen kimlikler sömürüye karşı mücadele şemsiyesi altında birleşerek bu mücadeleyi güçlendiriyordu; şimdi ise farklı nedenlerle olsa da Türkiye’deki burjuva düzenin hiç bir şey sunamadığı geniş kitleler, ortak bir kavgada birleşmek yerine etnik-mezhepsel kimlikler, yaşam tarzları üzerinden kutuplaşmalarla parçalanmış durumda. Türkiye sosyalist solu da kimlik üzerine bölünmeleri aşarak ortak bir mücadeleyi yükseltebilecek durumda değil; keza kendisi de bu kutuplaşmalarda cepheleşmiş durumda. AKP’nin de sürekli beslendiği bu cendereden çıkabilmek için kimlikler, yaşam tarzları üzerinden şekillenen kutuplaşmaları aşabilecek, emekçi kitleleri birleştirebilecek ortak payda olarak işçi sınıfı merkezli bir siyasal çizginin sosyalist solda öne çıkması gerekiyor.
Dünya üzerinde sol, temel olarak yoksul-zengin arasındaki kavganın bir tarafı olarak kavranır; Türkiye siyasal yaşamında da denklemlerin tekrar böyle kurulması gerekiyor. İşte, Sürekli Devrim Hareketi, emeği sömüren patronlara karşı yoksulun – emekçinin kavgasını verecek bir sınıf çizgisini yükselterek- Türkiye’de toplumsal muhalefetin siyasal temsiliyet sorununa bir yanıt oluşturma iddiasında. Yoksa Türkiye sosyalist solunun bir geleceği olmayacağı gibi AKP’yi geriletmek de mümkün değil.
Bu amaçla SDH olarak yolumuza Sosyalist Emekçiler Partisi (SEP) olarak devam edeceğiz. Önümüzdeki ay, Sosyalist Emekçiler Partisi Girişimi’ni ilan ederek gerekli örgütlenme çalışmalarını gerçekleştirdikten sonra partimizin kuruluş işlemlerini tamamlayacağız.
Ankara’da belli aralıklarla yaşanan bombalı saldırıların hedefi sizce nedir?
Ankara ne yazık ki son 5 ayda 3 bombalı saldırıya tanıklık etti. Bütün bu saldırıların failleri ve hedefleri elbette ki bir değil. Ancak hepsinin geri planında AKP’nin kendi çıkarları doğrulusunda Suriye’deki savaşa dahil olması olduğunu söylemek gerekir. Suriye, sekter mezhepsel kavganın merkezi haline getirilirken Türkiye’de bu savaşın taraflarından cihatçı selefi grupların lojistik üssüne dönüştürüldü. Afganistan SSCB tarafından işgal edildiğinde ABD ve Batılı müttefikleri selefi cihatçılar üzerinden Afganistan’a müdahale etmiş; bu cihatçıların lojistik üssü de Pakistan olmuştu. Aynı sürecin Suriye – Türkiye arasında yaşandığını biz de yazdık, başkaları da söyledi. Suruç’ta, 10 Ekim’de Ankara Garı’nda, Sultanahmet’te yaşandığı gibi intihar saldırıları yapmaya hazır hücreler ne yazık ki şimdi Türkiye’nin içinde konumlanmış durumda. Bu gerçeğin yansımalarını ileride çok daha yakıcı şekilde hissedeceğiz.
TAK’ın üstlendiği Ankara’daki son 2 bombalı saldırıya gelirsek;7 Haziran seçimleri ve AKP’nin yaşadığı kısmi hezimet, başkanlık sistemine doğru gidişte bir engel olarak gördüğü Kürt hareketiyle sürdürülen müzakere sürecinin sonu oldu. Geçtiğimiz yazdan beri şiddetlenen bir savaşın içine ülke içinde de çekildik. HDP parti binalarının, mitinglerinin bombalı saldırılara maruz kalması; devletin özyönetim ilan edilen ilçelerde sivil halkı da ayırt etmeyen, topyekûn yıkımı; Kürtlerin yeniden göç etmek zorunda kalması; Kürt halkının siyasal temsilcilerinin meclisten atılmak istenmesi; sadece Kürt olmanın saldırı nedeni haline gelmesi… Çokça acı yaşandı, hala da yaşanıyor. Kürt ulusal hareketi, geçtiğimiz günlerde bu savaşı Türkiye çapına yayacağını ilan etmişti; son bombalı saldırılar da hedef ayrımına gitmeden bunu amaçlıyor. Ancak belirtmek gerekir ki sivil halkı hedef alan bu saldırılar, Kürt ulusal mücadelesine ve sola zarar verdiği gibi AKP’nin baskı kurmasını daha da kolaylaştırıyor.
13 Mart’taki sivilleri hedef alan, kabul edilemez saldırı sonrasında benim de imzâcısı olduğum “Bu Suça Ortak Olmuyoruz” metninden dolayı 3 akademisyen arkadaşımız asılsız ve haksız yere tutuklandı; yıllardır Türkiye’de yaşayan ve çalışan, eşi Türkiye vatandaşı, çocuğu burada öğretim gören Chris Stephenson sınır dışı edilmeye çalışıldı; birçok şehirde Newroz kutlamaları yasaklandı; terör tanımının genişletilmesi için harekete geçildi. AKP bütün muhaliflerinin üzerindeki tutuklama baskısını artırmak için kolları sıvadı. Bu tür saldırılar, ülkede barıştan, özgürlükten, Kürt halkının haklarına kavuşmasından yana olanların mücadelesine darbe vuruyor; Türk-Kürt temelli bir bölünme algısını güçlendiriyor.
AKP’nin bu siyasi anlayışıyla ülkeyi yönetebileceğini düşünüyor musunuz?
AKP, iktidara geldiğinden beri siyasal kutuplaşmalar üzerinden kendi destekçilerini kemikleştirmeyi bildi. Erdoğan’ın sürekli olarak “türbanlı kardeşlerimize şu yapıldı” diye propaganda yürütmesi, ana muhalefet partisinin liderinin Alevi kökenini sürekli hatırlatması boşuna değil. Yaşam tarzları, kimlikler üzerine bölünmeler hakim olacaksa AKP ülkenin çoğunluğuna hitap etmeyi sürdürecek; onların pasif desteğine dayanarak iktidarını koruyacaktır. AKP her ne kadar toplumun önemli bir kesiminin yeminli düşmanlığını kazansa da yönetemez hale gelmesi için bu yeterli değil. AKP’yi alt etmek istiyorsak AKP ile ona destek veren yoksul emekçilerin ayrışması gerekiyor. Bu da AKP’nin emek düşmanı politikalarını hedef alan, asgari ücreti-işsizliği-taşeron çalışmayı-iş cinayetlerini vb. gündeme alan bir siyasal çizgiyle mümkün. Geçtiğimiz bahar aylarında ülkeyi saran metal işçilerinin direnişini hatırlayalım; çoğu AKP’ye oy vermiş Bursalı işçiler, kendi hakları için eyleme geçti; düne kadar keskin sınırlarla ayrıldığı farklı kimliklerden-yaşam biçimlerinden işçi arkadaşlarıyla aynı safta buluştu. İşte AKP’nin yönetemez hale gelmesinin anahtarı burada.
Türkiye’deki mevcut bu ortamı değerlendirdiğinizde askeri bir darbe olasılığının mümkün olduğunu düşünüyor musunuz?
Türkiye’de bütün askeri darbeler ABD’nin onayı ile gerçekleşmiştir. AKP’den daha iyi bir alternatife sahip olmayan bir AB ve ABD, şu an için AKP’den vazgeçecek gibi görünmüyor. Aksine AB, mülteci krizi üzerinden Türkiye ve Erdoğan ile arayı iyi tutma derdinde. ABD ise Türkiye’nin Suriye’deki hamlelerinden çok hoşnut olmasa da AKP’yi tamamen gözden çıkarmış değil. Ki öyle olsa da işler ABD’nin parmak şıkırdatmasıyla yürümüyor; Afganistan, Irak, Suriye’ye bakın. Burada bir parantez açıp Türkiye’de emperyalizmin işleyişine dair yaygın bir yanlış anlamanın; ABD’nin her şeye kâdir olduğu fikrinin yanlış olduğunu da belirteyim.
Ordunun dinamikleri açısından bakarsak da bütün komuta kademesi değişmiş bir ordu var karşımızda ki AKP ve Erdoğan, yeni komuta kademesiyle ilişkileri sıcak tutmaya da özen gösteriyor. Dolayısıyla bir darbe ihtimalinin oldukça zayıf olduğunu düşünüyorum.
Bu noktada önemli bir gerçeğin altını çizmek istiyorum; bir askeri darbe AKP’nin olduğu kadar demokratik hakların, sosyalist mücadelenin ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin de üzerinden geçecektir. Mısır’a bakın. Mursi sonrasında “İslamcı tehdit”e karşı, Sisi önderliğinde gerçekleşen askeri darbe sadece Müslüman Kardeşler’e değil, sokakta mücadele eden toplumsal muhalefete de demir yumruk indirmiştir.
Yüksek sesle söylemek gerekiyor ki kendi gücümüze güvenmekten başka çıkar yol yok!
Son olarak geleceğe ilişkin neler söylemek istersiniz ve ülkenin daha iyi bir noktaya gidebileceğine inanıyor musunuz?
Kürt sorununda devam eden savaş nedeniyle artan bir otoriterlik ve baskıcılık bizleri bekliyor. Ancak karamsar olmamak gerekiyor. AKP, iktidarı elinde toplasa da direnişle karşılaştığında geri çekilmek zorunda kaldığını yaşayarak gördük. Güçlü bir kadın tepkisi karşısında kürtaj yasağı geri çekildi; Gezi Parkı’na dokunulamadı; en son Cerattepe’de de geri adım attılar. Mesele biz mücadele edecek miyiz?“Biz” derken sadece sosyalistleri kastetmiyorum; “artık yeter” diyen daha geniş kitleler açısından bu soruyu soruyorum.
Her şeye rağmen Türkiye’de sosyalistleri, toplumsal muhalefeti beslemeye devam eden görece güçlü bir damar var. AKP’ye karşı alttan alta bir şeyler kaynıyor; ancak politik ifadesini bulamadığı için etkisi zayıf. İşte bu siyasal ifadeyi yaratmak gerekiyor. Toplumsal muhalefetin siyasal ifadesi ancak bütün kimlikleri kapsayabilen ve böylece AKP’ye oy veren yoksul emekçileri saflarına çekebilme potansiyeline sahip emek siyasetiyle olur. Geleceğimiz olmasını istiyorsak ihtiyacımız olan bu.
Eğer enternasyonalist, emekçinin gündemini merkezine alan sosyalist bir alternatif yaratabilirsek AKP öncesi döneme göre daha geniş bir kitleye hitap etme ve onları ortak bir mücadelede birleştirme potansiyelini geliştirilebiliriz. Ancak belirtmek gerekiyor tarihin başka bir şekilde akışı da olasılık dahilinde; AKP’yi geriletecek şekilde toplumsal muhalefetin siyasal ifadesi yaratılamadığı takdirde karanlık bir gelecek bizleri bekliyor. Kısacası, gelecek açısından iki uca doğru gelişme de mümkün.
Geleceğin şekillenişinde mücadelemiz belirleyici olacak. Biz SDH olarak iyimseriz; kendimize güveniyoruz.
Söyleşi: Çağdaş Gökbel