Geçmişten Günümüze Türkiye’de Kültür, Sanat ve Sansür – Murat Çelen
Sanat, her dönemin en güçlü ifade ve etkileşim aracı olarak varlığını sürdürdüğü gibi, kimi dönemlerde de devrin egemen güçlerinin kendi çıkarları doğrultusunda üretilen her esere müdahil oldukları sonucunu doğurmuştur.
Geçtiğimiz günlerde Yönetmen Emin Alper’in “Kurak Günler” adlı sinema filmi de söz konusu müdahaleden nasibini aldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı, “Kurak Günler” filmine verdiği maddi desteğin tamamını filmin çekim aşamasında yaşanan senaryo değişikliği gerekçesiyle faiziyle birlikte geri istedi. Film ekibi kararın hukuksuzluğuna ilişkin açıklama yaparken Kültür Bakanlığı ise kararı uygulamakta ısrarcı davranmayı sürdürüyor. Sinema camiasında yaşanan bu kriz ilk değil. Sanatın ortaya konulduğu dönemden bugünlere dek egemen güçlerin sanat üzerindeki baskısı hissediliyor.
1963 Yılında çekilen ve gösterime giren “Yılanların Öcü”, filmde yer alan “uygunsuz” sahneler nedeniyle yasaklanır. Filmin ilham alındığı aynı adı taşıyan roman ise 1959 yılında yasaklanır. 1952’de Aşık Veysel’in yaşamından kesitler sunan ve Metin Erksan’ın yönettiği “Karanlık Dünya” filmi, filmde yer alan buğdayların cılız olması ve bunun Türkiye’nin itibarını zedeleyeceği düşüncesiyle yasaklanır. Ancak sanat ve kültür ürünlerindeki asıl baskı ve yasaklama süreci 12 Mart 1971 Muhtırası ile hızını arttırır.
12 Mart Muhtırası, tüm siyasal ve sosyal hakları budayıp gerilettiği gibi kültür-sanat ürünleri üzerinde kendi egemen ideolojisi çerçevesinde baskılar ve kontrol altına almaya girişir. Kitaplar, tiyatro oyunları, şarkılar ve dergiler yasaklanır ya da “sakıncalı” görülür. “Sol”, “Yar”, “Bilim ve Sosyalizm”, “Ant”, “Yön”, “Remzi”, “Bilgi Yayınları”na ait pek çok kitap, dergi ve broşür “komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle yasaklanır ve toplatılıp imha edilir. Sevgi Soysal, Doğan Avcıoğlu, Kemal Tahir, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Yaşar Kemal, Kemal Bilbaşar ve Sabahattin Ali gibi isimlerin kitapları “sakıncalılar” listesine girer. Ankara Sanat Tiyatrosu’nda sergilenen “Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti” adlı oyun Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nca sakıncalı olduğu gerekçesiyle 4 Nisan 1972’de yasaklanır ve Ankara Sanat Tiyatrosu kapatılır. THKP-C’ye yardım ettiği iddiasıyla tutuklanan Yılmaz Güney’e ait onlarca film de hem yasaklanır hem de ele geçirilebilen kopyaları imha edilir.
12 Mart’ın ardından 1974’te işbaşına gelen Bülent Ecevit başbakanlığındaki CHP-MSP Koalisyon Hükümeti ile kültür ve sanat ürünleri üzerindeki baskılar görece kalksa da İstanbul’da bulunan “Güzel İstanbul Heykeli”, “erkekleri tahrik ediyor” denilerek MSP’li bakan Oğuzhan Asiltürk’ün emriyle yerinden sökülür ve depoya atılır. Ertesi yıl Süleyman Demirel başbakanlığında kurulan AP-MSP-MHP Koalisyonu (1.Milliyetçi Cephe Hükümeti) ile sanatta ve kültür ürünlerinde sansür, tüm şiddetiyle devam eder. Heykeller, opera-bale gösterileri, sinema filmleri hedeftedir. Magazin gazetelerinde basılan çıplak kadın fotoğrafları dahi, sansürden payını alır. Ancak oluşan baskı ortamı, sinema sanatçıları açısından tepkiyle karşılanır ve 5-7 Kasım 1977 tarihlerinde DİSK Sine-Sen öncülüğünde İstanbul’dan Ankara’ya “Sosyal Haklar ve Sansüre Hayır Yürüyüşü” düzenlenir. 1979 Yılında düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yarışan ve Ömer Kavur’un yönettiği “Yusuf İle Kenan” filmi yarışmadan çıkartılır. Bunun üzerine festivale katılan tüm sinema filmi yönetmenleri, filmlerini festivalden çekme kararı alırlar. Böylece festival yapılmaz. 1980 yılındaki Altın Portakal Yarışması ise askeri darbe nedeniyle gerçekleşemez söz konusu festival ancak 2011 yılında yeniden düzenlenir. Bu dönemde Türkiye bir yandan sanatta sansür ve yasaklamalarla boğuşurken bir yandan da faşist çetelerin saldırıları altında, sokak çatışmalarıyla ve yeni bir askeri darbeye yol açacak siyasal ve ekonomik krizlerle karşı karşıya kalır. Sonunda 12 Eylül 1980’de Kenan Evren’in komutası ile ordu, yönetime el koyar.
Siyasal ve toplumsal alandaki gerileme ve yıkım 12 Mart’takinden hem daha fazla tahribata neden olur hem de sanat ve kültür eserlerine uygulanan sansür ve yasaklar her dönemkinden daha yıkıcıdır. “Sol”, “Yar”, “Bilim ve Sosyalizm”, “Ant”, “Yön”, “Remzi”, “Bilgi Yayınları”, “Köz” yayınevlerine ait tüm kitaplar yakılarak imha edilir. Ayrıca Selda Bağcan, Cem Karaca, Zülfü Livaneli, Melike Demirağ ve Kerem Güney gibi sanatçılara ait kasetler toplatılır. Yazar İlhan Erdost, 7 Kasım 1980’de Mamak Cezaevi’nde işkence ile hayatını kaybeder. Kemal Tahir’in aynı adlı eserinden televizyon dizisine uyarlanan ve Halit Refiğ’in yönettiği “Yorgun Savaşçı” adlı dizi yasaklanır ve tüm kopyaları yakılır. Yılmaz Güney’in o döneme kadar çekilen ve piyasada bulunan tüm filmleri yasaklanır. 1982’de Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü kazanan “Yol”, Türkiye’de yasaklanır ve ancak 1999 yılında gösterime girer. Erden Kıral’ın yönettiği ve Ferit Edgü’nün romanından 1982 yılında sinemaya uyarlanan “Hakkari’de Bir Mevsim” yasaklanır ve 1988’de tekrar gösterime girer.
Darbe yönetimi iktidarıyla birlikte sansür ve baskıyı da sivil yönetime devreder. ANAP iktidarı 1983’te çıkardığı “Muzır Neşriyat Kanunu” ile sanat, kültür ve edebiyat alanlarındaki baskılamayı yasal hale getirir. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda okutulan tüm kitaplar “Muzır Neşriyat Kanunu”na göre düzenlenir. Fakat sadece kitaplar değil, aynı zamanda tiyatro oyunları da hedeftedir. 1986 Yılında Ferhan Şensoy’un yazıp yönettiği ve sanatta sansürü eleştiren “Muzır Neşriyat” adlı oyun Şan Tiyatrosu’nda sahnelenirken, gerici gruplar Şan Tiyatrosu’nu yakarlar. Fakat oyun çeşitli salonlarda sahnelenmeye devam eder. Bu dönemde aynı zamanda televizyon programları ve yayınları da “düzenlemelerden” kurtulamaz. Tek kanallı süreç henüz devam ettiğinden, televizyonda yayınlanan her türlü dizi, film ve program “milli örf ve ananelere uygun” biçimde olmak zorunda kalır. Ancak yine bu dönemde “Penthause”, “Erkekçe” ve “Tan” gibi yabancı ve yerli magazin dergilerinde cinsellik temalı görseller hayli fazlaca yer bulur. Sansür her ne kadar egemen siyasetin bir baskı aracı olmuşsa da bir taraftan toplumun kontrol edilmesi için gerekli olan özgürlük alanlarına pek de karışamaz. 80’li Yılların ortalarından itibaren özellikle müzik alanında ortaya çıkan “özgün gruplar”ın hem en verimli hem de en baskılı süreçlerden birini yaşadıklarını belirtmek gerekir.
90’lı yıllarla birlikte hem sanatın ve kültürün biçimi değişmeye başlamış, hem de sanat ve kültür ürünlerine olan erişim kolay hale gelir. Dolayısıyla egemen ideolojinin baskı ve denetim araçlarını sıklaştırması da kaçınılmazdır. Özel radyo ve televizyon kanallarının kurulması, devlet tekelinde bulunan medyadaki resmi ve boğuculuğun kısmen de olsa değişmesine yol açar. Bununla birlikte 1992’den, Radyo ve Televizyon Kurumu’nun kurulduğu 1994 yılına kadar, özel televizyon kanallarında hemen hemen her türlü yayın ve içerik sansürsüz şekilde yer bulur. Fakat iktidarların gözleri, her zaman bu yayınların üzerinde olur. Örneğin, özgün müzik gruplarına ait müzik kliplerinin yayınlanması, özel televizyon kanallarının ilk yıllarında mümkün olmuşsa da, sonraki süreçlerde sansür ve baskıdan dolayı yayınlanamaz hale gelmiştir. Öte yandan, muhafazakâr siyaseti benimseyen partilerin ellerinde bulundurdukları belediyelerde de, tıpkı 70’li yıllarda olduğu gibi, heykellere yönelik tepkiler sürer. 1994 Yılında Ankara Altındağ’da heykeltıraş Mehmet Aksoy’a ait “Periler Ülkesinde” heykeli, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in talimatıyla kaldırılır. Gökçek, heykele olan tepkisini “Tükürürüm böyle sanatın içine” diyerek gösterir. Heykeltıraş Mehmet Aksoy ise Gökçek’e tazminat davası açar ve kazanır. Bunun üzerine söz konusu heykel, eski yerindeki kaidesine tekrar konur. 1999 Yılında ise rock müzik sevenlerin uğrak mekânı olan İstanbul Kadıköy’deki “Akmar Pasajı”, polis baskınına uğrar. Gerekçe, pasajdaki müzik dükkânlarında satanist ayinlerin yapıldığıdır. Ancak kısa süre içinde böyle bir durumun olmadığı anlaşılsa da rock müzik ve rock müzik sevenler “mimlenmiştir”.
AKP’li yıllarla birlikte, kültür ve sanat hayatında uygulana gelen baskı ve sansür politikalarında çok büyük değişimler yaşanmaz. AKP iktidarı ilk yıllarında uyguladığı popülist özgürlük yaklaşımından ilerleyen zamanlarda vazgeçer. 2007 Yılında İskender Pala tarafından Devlet Tiyatroları’nda sahnelenmesi kararlaştırılan “Leyla ile Mecnun” adlı tiyatro oyununun dönemin iktidarınca göze batar şekilde desteklenmesi tartışmalara neden olurken, aynı dönemde Atatürk Kültür Merkezi’nin iktidar tarafından hedef haline getirilmesi de tartışmalara sebebiyet verir. 2012 Yılında yine İskender Pala’nın yazığı “Muhafazakârın Sanat Manifestosu” adlı 11 maddeli makalesi, Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları’nda sergilenecek oyunların içeriğinin muhafazakâr sanat anlayışına göre düzenlenmesini de beraberinde getirir. Dahası, Emek Sineması’nın kentsel dönüşüm bahanesiyle yıkılmaya çalışılması ve Atatürk Kültür Merkezi’nin Gezi Direnişi sırasında ikonik hale gelmesinden dolayı iktidarın duyduğu nefret de sanat ve kültür alanlarındaki baskının daha da hissedilir şekilde var olmasına yol açar. Heykel de mevcut baskı ve sansür politikalarından nasibini almıştır. Kars’ta heykeltıraş Mehmet Aksoy tarafından yapılan ve Türkiye ile Ermenistan arasındaki gerginliğin azaltılmasına yönelik olarak anıtsal bir sembol olması amaçlanan “İnsanlık Anıtı”, dönemin iktidarının ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tepkisini çekerek kaldırılır. Sonraki süreçte Milli Eğitim Bakanlığı tarafından “Şeker Portakalı” ile “Fareler ve İnsanlar” adlı kitapların “kötü ifadeler ve müstehcen anlatıma yer verdiği” gerekçesiyle yasaklanır.
Sanat ve kültür dünyasına yönelik baskılar ve yasaklamalar halen ve hızını alabildiğince arttırarak sürüyor. Fakat ne baskı ne de yasakların getireceği karanlık, sanat ve kültür alanlarında eserlerini vermiş ya da verecek olanları durduramıyor. Sanat, kültür ve edebiyatın dili mutlaka ama mutlaka, ulaşmak ve ifade etmek istediğini bir şekilde buluyor. Yarının dünyası, sanatın da kültür ve edebiyatın da ilhamı olmaya devam ediyor ve edecektir de.