Bonapartizm mi? – Güneş Gümüş
Her ne kadar OHAL, 20 Temmuz 2016’da başlamış olsa da Türkiye uzunca bir süredir olağanüstü süreçlerden geçiyor. Yargı ve polis içerisindeki FETÖ ekibinin (AKP ve RTE desteğiyle) başlattığı Ergenekon, Balyoz diye devam eden, sapla samanın birbirine kasten karıştırıldığı siyasi operasyonlardan beri Türkiye olağan burjuva yönetimlerden giderek uzaklaştı. Gezi İsyanı ve bastırılması, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları ile devam eden şiddetli sarsıntılar, en neticesinde 7 Haziran 2015 seçimlerinden itibaren çok kanlı bir sürece evrildi. Bu olağanüstü gelişmeler zirve noktasına 15 Temmuz’da ulaştı ve OHAL süreci başladı.
Ferman tipi KHK’lerle RTE filen diktatöryel yetkilerle güç kullanıyor, muhalefeti sindiriyor, yüz binlerce insanın hayatı karartılıyor… Önümüzdeki günlerde ise filen yaşama geçirilen İslami tonlu bir tek adam rejiminin resmi inşası için referanduma gidilecek. Tarihe sopalı referandum diye geçecek 16 Nisan’dan EVET çıksa da Türkiye’deki burjuva düzenin istikrar kazanması anlamında yol alınmış olmayacak; yeni olağanüstü gelişmelere gebe bir süreç başlamış olacak.
2002’de iktidara gelen AKP, henüz düşmanları güçlüyken AB’ye tam üyelik yolunda ilerlemek için askeri-sivil vesayet kaldırılması (siz şöyle okuyun: Kemalist sivil-askeri bürokrasinin iktidar mekanizmaları üzerindeki gücünün kırılması), AB’ye uyum paketlerinin meclisten geçirilmesi ve “ileri” demokrasi yolunda adımların atılması gibi konuların propagandasını yapıyordu. Ama düşmanlarını zayıflattıkça demokrasi
şampiyonluğundan “tek parti-tek adam rejimini” inşa etmeye geçildi. Mesele otoriterlikle sınırlı bir mesele değil. Türkiye Cumhuriyeti de bu değişimden payını almak üzere. Rejimin kuruluşundan beri, hatta daha
da geriye gidelim Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan Batılılaşma/modernleşme süreci (parantez olan bu durumda 2.Abdülhamid dönemi oluyor) boyunca, Batı’nın ekonomik, siyasal ve sosyal modelini kendine
rehber edinmiş Türkiye’deki siyasal rejimin dokusu, referansları değiştiriliyor hatta daha da keskin bir şekilde
değiştirilmek isteniyor.
BU NASIL MÜMKÜN OLDU?
Türkiye’de 15 Temmuz öncesi ve sonrasındaki gelişmeleri okurken Troçki’nin sürekli devrim tezinde az gelişmiş kapitalist ülkelere yönelik analizlerinden yola çıkmak gerekiyor. Troçki, bu ülkelerde burjuvazinin kendi sınıf siyasetini izleme kapasitesine bile sahip olmayacak ölçüde güdük aktörler olduğunu ifade eder.
Geç kapitalistleşen ülkelerin kaypaklıkla malül burjuvazisi toplumsal hegemonyasını kurmayı bile beceremezken devlet yüksek bürokrasisinin, otokratların, feodallerin ve yabancı büyük güçlerin ağzının içine bakar. Bu gerçeği, Türkiye’de TÜSİAD örneğinden bütün açıklığıyla görmek mümkün. TÜSİAD, kendi sorunlarını (en öncelikli olarak sivil-askeri bürokrasiyle mücadelesini kendi lehine başarıyla sonlandırmayı) bile çözemeyecek adar çapsız oluşu nedeniyle el verdiği siyasal İslamcıları (AKP) kontrol etmeyi ve sınırlandırmayı başaramamıştır. 2002 yılında ulusal ve uluslararası sermayenin (TÜSİAD, AB ve ABD) desteğiyle iktidara gelen AKP’nin dağıttığı avantalardan faydalanırken ve tarihsel rakibi Kemalist sivil-askeri bürokrasiyi AKP sayesinde alt ederken burjuvazi adına her şey iyi gidiyordu. Ancak AKP, egemen sınıflar içerisindeki çatışmalardan elde ettiği ittifak ilişkileri sayesinde adım adım devlet aygıtını kendi aygıtına dönüştürdü ve burjuvazinin en ileri yönetim biçimi olan AB tipi liberal parlamenter sistem hedefini terk etti. 2008’deki büyük kriz nedeniyle AB’nin zayıfladığı, küresel çapta milliyetçilik ve korumacılığın yükseldiği bir ortamda AB’nin Türkiye üzerindeki etkisi kırıldığı için TÜSİAD’ın bu gidişata müdahale edecek bir gücü hiç kalmadı.
Büyük patronlar kulübünün büyük bölümü (en göze çarpan örnekler olarak Doğuş grubunu, Alarko holdingi, Zorlu grubunu gösterebiliriz) AKP’nin göstere göstere tek adam rejimini inşa etmesine rağmen, gündelik avantaların peşinde AKP’ye destek olmaya ve esaslı meseleleri görmezden gelmeye devam etti. Burjuva sistemin daha uzun erimli çıkarlarının farkında olan Koç, Boyner gibi kapitalistlerse ne kadar aciz ve zayıf olduklarını bu süreçte bir kez daha hissettiler. Yürütmenin başı Erdoğan, yürütmenin özerkleşmiş gücünü
kullanırken TÜSİAD’ın önemli bir bölümü ile giderek gelişmekte olan MÜSİAD ve diğer yandaş sermaye gruplarına büyük avantaların kapısını açtı ve karşılığında onların desteğini aldı. Devlet mekanizması içerisinde ve ayrı bir sermaye grubu olarak iyice güçlenerek egemen sınıfın bir parçası haline gelen siyasal
İslamın bir diğer fraksiyonu FETO da 2013 sonuna kadar AKP’nin yanında belirleyici roller oynadı. Kemalist yüksek bürokrasinin tasfyesi sırasında FETO tarafından kullanılan yöntemler (yaygın tutuklamalar, sahte
deliller, operasyonların muhaliflere kadar genişletilmesi), daha sonrasında AKP’nin otoriterleşmesinin yol haritası haline geldi. FETO’nun tasfyesi sonrası burjuva devlet, büyük ölçüde AKP’nin devletine dönüştü. Bu
yüzden darbe girişimleri iç savaş tehlikesini gündeme getirir oldu.
15 TEMMUZ DARBESİ SONRASI TOPLUMSAL MUTABAKAT HAYALİ
15 Temmuz sonrasında Erdoğan’ın şahsında aşırı özerkleşmiş yürütmenin inşaasını nasıl açıklamak gerekir? Ortada geçmişin çatışan tarafları arasında bir mutabakat mı vardır? Bütünlüğü tehlikeye giren devletin ve kurumlarının korunması adına Erdoğan’ın Bonapart olarak ortaya çıkışına göz mü yumuldu?
Kalıcı şekilde devlet içine kök saldığı için Erdoğan’dan daha tehlikeli olarak görülen FETO karşısında AKP ile eski düşmanlar Kemalistler arasında ilk planda bir mutabakat görüntüsü oluşmuş olabilir; hatta Perinçek ve
Metin Feyzioğlu gibi ulusalcı isimler hoplaya zıplaya RTE’nin yeni stratejik ortağı olmaya razıydılar. Ama RTE’nin başka planları vardı. Örneğin Erdoğan, toplumsal mutabakat görüntüsünü güçlendirmek için 15 Temmuz darbesine sert şekilde karşı çıkan Genelkurmay eski başkanı İlker Başbuğ ile görüşmeler yapsa da TSK yapısındaki değişikliklerden geri adım atmaya asla yanaşmadı ve ittifak başlamadan bitti. Başbuğ, en son referandumda HAYIR diyeceğini Sözcü Gazetesi için Uğur Dündar ile yaptığı röportajında belli etti.
Yargıda ise Baro Başkanı Metin Feyzioğlu’nun Erdoğan’la yakın ilişki geliştirme yolundaki kendi inisiyatif dışında Kemalistlerle AKP arasında böyle bir yakınlaşma görüntüsü bile olmadı. AKP, OHAL sürecini hızla Fetoculardan muhaliflere doğru kaydırırken yargı da bundan nasibini aldı. Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV), OHAL kararnamesiyle kapatıldı; OHAL’e Karşı Hukuk Örgütleri Birliği’nin “yaşamı boyunca haksızlıkların karşısında, ilericilerin ve ezilenlerin yanında duran onurlu bir hakimdir” dediği YARSAV başkanı Murat Arslan önce açığa alındı; sonra tutuklandı. İktidarı rahatsız eden kararlar veren YargıçlarSendikası üyeleri fırsat bu fırsat denilerek tasfye edildi. Balyoz davasının sanıklarının akrabası olan hakimler ihraç edildi, tutuklandı. Kısacası RTE’nin bambaşka bir gündemi olduğunu zaman kısa süre sonra gösterdi. “Allah’ın lütfunu” toplumsal muhalefeti ezmek ve tek adam rejimini örgütlemek için sonuç alıcı şekilde kullanmaya kararlıydı. Kendisine destek olanlarla birlikte yürüyecek, önüne çıkanı ezecekti…
BONAPARTİZM NEDİR, NE DEĞİLDİR?
Türkiye’de son dönemde başkanlık rejimiyle Erdoğan’ın Bonapartist bir rejim kurmaya çalıştığı argümanını değerlendirebilmek için öncelikle Bonapartizmin Marksist literatürdeki kavranışını ele almak gerekir. Bonapartizm kavramının Marks-Engels ve Troçki tarafından kullanımı, kendi içindeki çatışma nedeniyle
zayıflamış egemen sınıfın proletarya ile savaşımında ortaya çıkan pat/yenişememe durumu nedeniyle devlet bürokrasisinin ve başındaki popüler bir fgürün bir dönem için belirli bir bağımsız konum kazanmasını;
yürütmenin aşırı özerkleşmesini ifade eder. Troçki’nin ifadesiyle “Bonapartizm derken, ekonomik açıdan egemen olan sınıfın demokratik yönetim usulleri için gerekli özelliklere sahip olmakla birlikte, mülkiyetini muhafaza etmek adına tepesinde bir asker ve polis aygıtının, taç giymiş bir “kurtarıcı”nın dizginsiz egemenliğine müsamaha göstermek zorunda kaldığı rejimi kastediyoruz. Bu tür durumlar sınıf çelişkilerinin özellikle keskinleştiği dönemlerde ortaya çıkar; Bonapartizmin amacı patlamaları engellemektir.” Engels, “modern Bonapartçılığın temel koşulunu”, “burjuvazi ve proletarya arasında bir denge”de olduğunu
belirtir. Bonapart olarak beliren, Troçki’nin deyimiyle “taç giymiş kurtarıcı”nın siyasi iktidarı gasp ederken sınıflar üstü bir kurtarıcı rolü oynadığı, böylece sınıflar arası dengenin sağlandığı ama burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden bir olağanüstü rejim kurulmuş olur. Yani sınıf mücadelesinde görünürde tarafsız olan, ama son kertede burjuva düzeni koruyan ve onun tarihsel çıkarlarına hizmet eden bir diktatör ülke tarihine damgasını vurur.
Engels’in dediği şekliyle modern Bonapartçılığın temel koşulu olan iki temel düşman sınıf arasındaki savaşımdaki pat durumundan kaynaklı devlet bürokrasisinin iktidarının kurulması hali, Türkiye’nin şu anki
durumunu tariflememekte. Bonapartçılığın tanımındaki çıkış noktası olan “işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki yenişememe durumu” bugünün Türkiye’si için iddia edilebilecek bir sav değil şüphesiz. Ne yazık ki işçi sınıfı
muhalefeti, henüz burjuvazi için herhangi bir engel veya tehdit oluşturacak bir durumda değil.
Türkiye’nin bugünü için Bonapartizm değerlendirmesi yapanlar da bu durumun farkında olsalar gerek ki analizlerini burjuvazi ile proletarya arasındaki dengeye değil de egemen sınıf içi çatışma nedeniyle kırılganlaşan devletin korunması için başkanlık sistemine yol verilmesine bağlamaktalar. Bu çerçevede de Gramsci’nin Sezarizm zerine değerlendirmelerine başvuruyorlar: “Sezarizmdeki o bütünüyle yeni tarihsel
görüngünün ‘temel’ güçler arasındaki dengeden kaynaklandığına inanmak bir metot hatası (sosyolojik mekanikçiliğin bir veçhesi) olurdu. Temel sınıfların (değişik sosyo-ekonomik ve teknik-ekonomik türden) başat grupları ile bu gruplar tarafından yönetilen ya da bu grupların hegemonik etkisine tabi tali güçler
arasındaki ilişki biçimlerini de anlamak şarttır.” Gramsci’nin bu sözlerinden yola çıkılarak egemen sınıf fraksiyonları arasındaki kavga, egemen sınıfın toplumsal hegemonyasını sekteye uğratma noktasına gelirse bu fraksiyonlar arası yok edici mücadeleden de
Sezarizm gelişebilir denmektedir. Marks ve Troçki de Bonapartizm tanımlamasında egemen sınıf içindeki kavganın, onun işçi sınıfı ile mücadelesinde yenişememe durumunun ortaya çıkmasına yol açtığını anlatır. Dolayısıyla Gramsci’de Sezarizmin/Bonapartizmin gelişmesi anlamında egemen sınıf ile işçi sınıfı arasındaki ilişki açısından farklı bir bakış açısı yoktur.
Gramsci’yi Bonapartizm tespitlerinin referans noktası yapanlar, onun Bonapartizmin olmazsa olmaz özelliği olarak temel sınıflar ya da bu temel sınıflar içi bloklar arasındaki yıkıcı mücadelenin yokoluşa yol açmaması için üçüncü bir figürün yürütmenin başı olarak yükselişine boyun eğmeleriyle kurulan bir denge rejimi tespitine nedense itibar etmemektedirler: “Sezarizmin çatışma halindeki güçlerin feci sonuçlar doğuracak tarzda birbirini dengeledikleri bir durumu ifade ettiği söylenebilir; yani, bu güçler birbirlerini öyle bir dengelerler ki, aralarındaki çatışmanın sürgit devam etmesi onların karşılıklı yıkımından başka bir sonuç vermez. İlerlemeci güç A’nın B’yi ya da B’nin A’yı yenilgiye uğratması değil, ne A’nın ne de B’nin galip gelmesi söz konusudur: Bu güçler birbirlerinin kanını dökerken üçüncü bir güç (C) dışarıdan müdahale ederek A’dan ve B’den geriye ne kalmışsa onları kendisine boyun eğdirir.”
Bonapartizm tezinin savunucularından Foti Benlisoy, alıntılayacağımız aşağıdaki ifadeleriyle Bonapartizmin vazgeçilmez bir özelliğinin – çatışan tarafların dışından bir gücün müdahalesiyle kurulan bir denge hali olmadığını kendisi de söylemektedir. Aksine, egemen sınıf arası çatışmanın taraflarından biri olan Erdoğan diğer kanatlar üzerinde kendi hakimiyetini başkanlık rejimiyle kurmak peşindedir.
Erdoğan kitlelerin desteğini alarak tarafsız bir sınıf uzlaştırıcısı olarak beliren bir şahsiyet değil, doğrudan egemen sınıf içindeki çatışmanın bir tarafıdır: “Erdoğan, darbe girişiminin ardından devletteki kırılganlaşmayı farklı devlet hizipleri ile kurulacak yeni bir uzlaşma temelinde telafiye yöneldi. Ancak mesele sadece “uzlaşma” düzeyinde kalsaydı bu, farklı hizipler arasında bir eşdeğerlik ilişkisini gündeme getirecek, Gülencilerle olduğu gibi iktidarın paylaşılması anlamını taşıyacaktı.
Referandum, yani liderin oylatılması, tam da bu paylaşım riskini önlemek, hizipler arası yeni ittifak ilişkilerini Erdoğan’ın mutlak hâkimiyetinde tanzim etmenin yolu olarak gündeme gelmiştir.” (Foti Benlisoy, “Referanduma doğru: ‘İyimser olmayan bir umut’”, Evrensel Pazar, 19.02.2017) Başkanlık rejiminin inşası sürecini Bonapartizm kavramıyla açıklamaya çalışanlar, aşırı özerkleşmiş yürütmenin devletin kırılganlığının artması nedeniyle zorunlu hale geldiğini savunmaktalar. Ancak gerçeklik böyle midir? Kırılganlık arttığı için devletin bekası adına başkanlık mı gelmektedir; yoksa uzunca bir süredir devletin ve burjuva düzenin kırılganlığı artıran Erdoğan ve AKP midir? Osmanlıcı hayallerle yurtdışında girişilen maceralar, Kürt sorununda savaş konseptine tekrar dönülmesi, -özellikle 15 Temmuz sonrasında yoğunlaşan sermayeyi tedirgin eden ekonomik-siyasal önlemler (Erdoğan her zaman sermayeye hizmet etmiş olsa da), hukuksal zeminin altının boşalması, İslamcı toplum mühendisliği…
2015’te bin tane Türkiyeli milyoner ülkeyi terk etmişken bu rakamın 2016’da 6 bine çıkması tesadüf değil elbette! Bonapartizm analizinde 15 Temmuz bir milat olarak alınmaktadır. Ancak tek adam rejiminin hukuksal bir zemin kazanması demek olan başkanlık meselesi, 15 Temmuz sonrası başlamış bir süreç değildir. Örneğin Gezi İsyanı’nın en büyük çıkış nedeni de adım adım örgütlenen muhafazakar tek adam rejimiydi. Yani otoriter tek adam rejimi uzunca bir süredir kırılmaları da kapsayan ama esas olarak adım adım ilerleyen bir süreç şeklinde bir realite haline dönüşmüştür.
Son olarak Bonapartizm analizinde siyasal İslamın oynadığı rolün hesaba katılmadığını belirterek yazının gelecek bölümüne bir pencere açarak bitirelim. Ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkiyi tek yanlı mekanik bir
ilişki olarak anlamak gerçekliğin kavranışını sekteye uğratacaktır. Küçük burjuva radikali programlarıyla geniş bir kitle tabanı kazanıp güçlü bir siyasal aktör haline gelebilen siyasal İslamcılar, zaman içerisinde giderek program ve sermaye büyüklüğü açısından büyük burjuvazinin saflarına yaklaşırlar ama bir yandan da kendi İslamcı toplum mühendisliği çabalarından da vazgeçmezler. Dolayısıyla özerk aktörler olarak özgün roller oynayabilirler. Tıpkı AKP örneğinde olduğu gibi.