
Bireycilik: Zokayı Yutmak – Güneş Gümüş
Tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Birey, bireycilik her yanımızı işgal etmiş durumda. Sadece bireyin kutsanışı değil bahsettiğim. Kapitalizm ve onun ideolojisi liberalizm, bireyin kutsanması üzerine kurulu zaten. Ama bugün farklı bir şeye tanıklık ediyoruz. Toplumsalı, kolektif olanı yok sayan bir birey kaplamış durumda dünyamızı. Tesadüf değil elbette. Kolektivitenin yerinde yeller eserken, toplumlar kimlikler arası kavganın arenasına dönüşmüşken, yabancılaşma üst bir boyuta taşınmışken bireye toplum içinde var olmak değil; birey olmakla yetinmek kalıyor. Kapitalizm de bu çok faydalı görüngüyü beslemeyi eksik etmiyor. Sosyal medya, tüketim kalıpları, film-dizi endüstrisi, eğitim sistemi, çalışma yaşamındaki rekabet ortamı… ultra bireycilik zamanlarının destekleyicisi. Güzel görünen ben, iyi yaşayan ben, özel fikirleri olan ben, paylaşacak deneyimleri olan ben…; hep ben!
Deneyim bugünün sihirli sözcüğü. Bugün insanın hayattaki mutluluğunun ölçütü biriktirdiği deneyimler. Özel olmanın, özel bir ben yaratmanın gerekleri bunlar. Birey olmak kutsanıyor da bu düzende gerçekten bireyselliğe ulaşma imkanı var mı? Kendini gerçekleştirmenin ölçütlerini biz mi belirliyoruz? Bireyselleşmenin kıstası haline getirilen deneyimler tüketim nesnelerinin ötesi mi? Bu tüketim bize özel mi?
Bütün kentli, eğitimli gruplar hayattaki başarının anahtarı olmuş aynı “yapılacak işler listesi”ni doldurmakla meşgul. İstenilen hayatı yaşamaya imkan veren bir üniversite eğitimi almak, kişisel gelişimi sağlayacak kurslar, kaliteli beslenme, kültürel seviyenin göstergesi sanatsal aktivitelere katılmak, yurtdışında tatiller, rahatlamak için yoga-meditasyon, hep formda olmanın bir parçası olarak spor merkezleri, güzel olmanın kutsallaştırılması ve inşası için bitmez çabalar, yaşlanmamak ya da yaşlanmanın görünmez kılınması hedefi, ihlal edilemez kişisel alanın inşası, yalnızlığın-yabancılaşmanın kutsanması, varsa çocukların kültürel sermaye ile doldurulma çabası… Herkes özel ama liste aynı!
AKP, Ayarları İyice Bozdu
Bireyin dünyanın merkezine yerleşmesi bize has değil, uluslararası bir eğilim. Ancak Türkiye gibi muhafazakar bir otoriterleşme altında yaşayan toplumlarda gençlik içinde baskıcı toplumsal değerlerden kaçış adına bireycilik daha çok güç kazanıyor. Aile, akrabalar, mahallenin yanısıra siyasi iktidar ve devlet de gençliğin yaşamını kısıtlayan bir aktör gibi göründüğünde birey ve öncelikleri vurgusu pekişiyor. İstediğim gibi giyinirim, istediğim gibi yaşarım, istediğimle birlikte olurum, istediğimi yerim içerim bir protesto biçimi halini alıyor. Elbette bu tepkilerde sıkıntı yok, gençlik dediğin kendisinden önceki kuşaklarla çatışma yaşayacak ama tek tepki biçimi bireysel tepkiler olunca şiraze kayıyor. İktidarı bütün mekanizmalarıyla ele geçirmiş bir güçle, onun beslediği boğucu muhafazakar toplumsal dokuyla ancak kolektif olarak mücadele edilir, başa çıkılır. Kolektif bir mücadele olmadığında bireyler bir süre sonra kendini kurtarmanın derdine düşüyor. Kendi yaşamına odaklanmak, bu cendereden mümkün mertebede kurtulmak… Bunun karşılığı kimi zaman başka mahallelerde ayrışmış izole bir yaşam kurmak, kimi zaman da Batı ülkelerine “kapağı atmak” biçiminde oluyor, ama özü aynı.
AKP karşıtı kitleler büyük oranda kentli, eğitimli gruplardan oluşuyor. Bu toplumsal grup, “ben” yaratma ve ona odaklı olmaya daha yatkın. Yoksul emekçi kitlelerden farklı olarak hayatta kendisi adına bir başarı öyküsü yaratmasının belli imkanları var. Beklentiler ona göre. Eğitimli ve kültürlü olmak, güzel görünmek, formda kalmak, seyahatler, nitelikli tüketim, deneyimler, iyi giyinmek, sanatsal aktiviteler hep para ve zaman isteyen şeyler. Orta sınıfların ya da ona öykünen beyaz yakalı emekçilerin küçük bir katmanının harcı olabilecek işler bunlar. Kısacası muhalif kitlelerde bireycileşmenin artışının sınıfsal bir temeli de var. Ayrıca sayıca kalabalık olan üniversite gençliği, her ne kadar çoğu kötü işlerde çalışmak zorunda olsa da, eğitimli bir grup olarak bu orta sınıf bireyselliğine açık durumda.
AKP’li yılların pekiştirdiği kültürel kutuplaşma da bireyciliğin zirve yapmasının zeminini yaratıyor. Toplum; kimlikler, yaşam tarzları ve kültürel kodlar üzerinden bölününce toplumu oluşturan geniş kitleler arasındaki empati, dayanışma hisleri büyük oranda tahribata uğradı. Sadece AKP’yi destekleyen muhafazakarlarla AKP karşıtlarının mahallelerinin ayrışması değil mesele. AKP iktidarının toplumun geniş kesimlerinin yaşamlarında yarattığı acılar var; tutuklananlar, KHK listeleriyle işsiz kalanlar, kamuda mülakatlarda AKP’li olmadığı için elenenler, Alevi-Kürt-eşcinsel olduğu için ezilenler, katledilenler… Muhalefete destek veren kitleler bu acıların tek sorumlusu olarak AKP iktidarını görmüyor; ülkede ekonomik, sosyal ve siyasal olarak çürümeye rağmen bu iktidarı destekleyen yoksul muhafazakar kitleler de büyük oranda hedef tahtasına oturtuluyor. “AKP’ye oy veren sürünsün, müstehak”, “AKP’ye oy veren cahiller, bidon kafalılar” diyen bir anlayış muhalefetin kitlesinde hakim olabiliyor. Örgütlü mücadele zayıf olduğunda geniş halk kesimleri kazanılacak bir kitle değil; kültürel, sosyal ve siyasal olarak sabit fikirli düşman kesim olarak algılanıyor. Bu duygusal kopuşun karşılığı da kendisi ve yakın çevresini merkeze alan bir anlayışın oturması oluyor. Buna pekala grup bencilliği diyebiliriz. Sosyal medya kendisinden farklı olan diğer gruplara nefret ve aşağılama paylaşımlarından geçilmiyor.
AKP’li yılların bireycileşmeye etkisini ele alırken bu iktidar döneminde gerçekleşen ekonomik ve sosyal dönüşümlerin ve bu dönüşümler sonucu artan yabancılaşmanın etkisini unutmak olmaz. AKP iktidarı, tarım ve hayvancılığı zayıflatarak ülke tarihinde yeni bir kentleşme, proleterleşme dalgasına imza attı. Böylece ülkede çok daha geniş kitleler kapitalist ilişkilere daha derinden dahil edildi. Kırsaldan kente akanlar için 1970’lerde, 1980’lerde olduğu gibi eski ilişkilerini bir nebze kente taşıma imkanları azaldı. Gecekondularda kırsalı andıran sosyal ilişkiler yaşanabilirken son 15 yılda kentsel dönüşüm adı altında bu bölgelerin darmadağın edilmesine tanıklık ettik. Sosyal bir çözülme demek bu. Bir de üstüne toplumsal çürüme, şiddet ortamının yarattığı güvensizliği ekleyin. Bu sürecin toplumsal sonucu artan bir yabancılaşma; çekirdek ailenin sığınak gibi giderek daha çok önem ve anlam kazanması, kendini küçük sosyal çevrelere sınırlandırma ve hatta ailenin bile çocukların, kadınların cehennemi haline geldiği koşullarda kendinden başkasını dert etmeme hali oluyor. Dışarısı tekinsiz olduğunda, insana güven azaldığında bireye kalan kendisi oluveriyor. Dayanışmanın iyice sınırlandığı bu ortamda küçük de olsa sevdiklerden oluşan bir çevreyi dahi bulmak zorlaşıyor.
Neoliberal Çağda Toplum Yok, Birey Var
Bireyciliğin zirve yapması gibi toplumsal eğilimler kendiliğinden gelişmez; onların geri planında sosyal, politik ve ekonomik bir zemin vardır hep. Bireyin öne çıkışı da sadece bugünün değil, uzunca bir dönemin ruhunu temsil ediyor. Bu döneme damga vuran en önemli olgu neoliberalizm. 1970’lerde neoliberal politikalar uygulanmaya başlanmadan önce toplumcu eğilim bütün dünyada oldukça güçlüydü. 1968 ve 1970’ler dünyayı değiştirmek iddiasıyla yola çıkan siyasal hareketlerin, işçi sınıfı eylemlerinin ve gençlik mücadelesinin zirve yaptığı bir dönemdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasından 1970’lere uzanan geniş bir zaman boyunca dünyanın önemli bir kısmında bütün vatandaşların iyiliğinden sorumlu olan bir toplum vurgusuyla sosyal devlet uygulamaları hakimdi. Oysa ki 1970’lerin büyük kapitalist buhrandan kurtulmak için yaşama geçirilen neoliberal politikalar çerçevesinde sermayenin karlılığı önünde engel olarak görülen toplumsal harcamalar ve emekçilerin hakları saldırı konusu olmuştu. Yeni dönemin normu vahşi piyasa dinamiklerinin hakim kılınması ve ”iyi olan kazansın, geride kalanın gözünün yaşına bakmasın” anlayışı idi. Neoliberal dönem boyunca bir yandan vahşi bir rekabet ortamında korunmasız, kendi başına bırakılan bireye kendi çıkarından başkasını umursamama telkin edilirken diğer yandan da bu cangılda yeterince uyanıksan zenginleşme için önün açık mesajı veriliyordu. Bireycileşmenin iki yönlü desteklenmesi…
Neoliberalizmin Demir Lady’si Margaret Thatcher, 1987 yılında yaptığı bir röportajda “Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır.” demişti. Siyasal felsefesinin odağında bireyin oluşu liberalizmin ayırt edici özelliğidir. Ancak Aydınlanmanın öz evladı 18. yüzyıl liberalizmi, bireyi merkeze koyarken toplum fikrini yok saymıyordu. Nasıl saysın ki!? Kapitalizmin bir dünya uygarlığı haline gelişini simgeleyen modernitenin yeni bir devlet, yeni bir siyasal yönetim, yeni değerler, yeni aile ve tabii ki yeni bir toplum inşa etmeye ihtiyacı vardı. Bu dönemin siyasal iklimine damga vuracak Locke’undan Rousseau’suna doğru çeşitlenen liberal düşünürler, toplumu ve onun üzerinde yükselen devleti, bireyler arası bir toplumsal sözleşmenin ürünü kabul etmişti. Thatcher’ın damga vurduğu zamanlarda ise muhafazakar bir içerik kazanan yeni liberalizm (neoliberalizm) ideolojisi açısından toplum bir baş belası olarak algılanıyordu. Artık liberalizm kapitalizmin taze bir güç olarak belirmesi ve yükselişini değil; çürümüşlüğünü simgeleyince yeniyi inşa etmek iddiasının yerini yıkmak aldı. Neoliberalizm açısından toplum, 1970’lerdeki derin ekonomik krizi aşmak yolunda sermaye açısından bir yüke dönüşmüştü. Ortada ne sosyal bir devlet ne dezavantajlı gruplar için dayanışma ve empati hissi kalmazsa kazanılmış hakları yıkıp geçerken kamuoyu vicdanını ikna etmek daha kolay olacaktı. Denilen “ne düşünüyorsunuz sizin dışındakileri. İnsan, insanın kurdu işte. Kendi işinize bakın, bir de ailenize” idi. Aile mefhumunun da önemsenecekler çemberine eklenmesi, muhafazakarlığın gereği olduğu kadar, bütün güvencelerinden arındırılmış bir toplumda ekonomik, sosyal, psikolojik bir sığınağa duyulan ihtiyacın ürünüydü.
Neoliberalizm, 1970’lerin derin krizini sermaye adına aşmak üzere yürürlüğe sokuldu. Bahsi geçen dönem 1968 devrimci dalgası sonrası işçi sınıfı örgütlüğünün ve mücadele geleneğinin tüm dünyada çok canlı olduğu bir dönemdi. Krizi sermaye lehine aşmak istediğinizde karşısında dikilecek ilk şey kolektivitenin gücü olacaktır. Bu direniş, sistem tarafından kimi ülkelerde askeri darbelerle kimi ülkelerde şiddetlenen devlet baskısıyla çözüldü. Ancak yetmezdi. Emekçilerin, gençlerin, ezilenlerin kazanımları yerle yeksan edilirken muhalefet cephesinde tekrar bir ayağa kalkma, tekrar toparlanma yaşanabilirdi. İkili bir süreç işledi bu çerçevede. Birinci öncelik emekçi sınıfların örgütlülüğünü dağıtmaktı. Hizmet sektörünün genişlemesi, çalışma süreçlerinin parçalanması, taşeronlaşma, iş yaşamında emekçilerin bölünmesi, iş güvencesinin ortadan kalkışı, özelleştirmeler vb. emekçilerin örgütsüzleşmesine hizmet etti. Dünya çapında neoliberal dönem sendikal örgütlenmenin zayıfladığı, toplumsal mücadelelerin gerilediği ve işçi sınıfının toplumsal etkisinin azaldığı bir dönem oldu.
Neoliberal dönemde sadece örgütlü bir toplumun nesnel zemini yok edilmeye çalışılmadı; kolektivite fikri de ideolojik bir bombardımana tabi tutuldu. Toplumcu bir ideolojinin takipçisi olmak ve örgütlü mücadeleye emek vermek, “kullanılmakla” ya da “müritlikle” eş değer tutuldu. Sosyalizm, komünizm zaten totaliter bir siyaset biçimi olarak tukaka ilan ediliyordu. Aslında neoliberal ideologlar, kendilerine karşı gelişebilecek bir muhalefetin sınırlarını da çizmiş oluyorlardı. Bu ideolojik bombardıman, tek başına başarılı olamayabilirdi, Doğu Bloku’nun çözülmesiyle sınıflar arası güç dengeleri tümden değişti. Bunun ideolojik alandaki yansımaları en keskin biçimlere büründü. Dönüş çok hızlı oldu. Eski Stalinist KP liderleri (Türkiye’de olduğu gibi) nedamet getiriyor, kapitalizmi kutsuyordu. Serbest piyasanın zaferi adeta ispatlanmış oldu. Öyleyse neoliberalizm tüm getirileriyle sahiplenilmeliydi.
Sonuç bireyin, menfaatlerini maksimize etmeye çalışan, apolitik ve pasif canlılara indirgenmesiydi. Küreselleşme çağında ekonomi teknokratların (bağımsız ilan edilen merkez bankalarının, finansal şirketlerin, devasa uluslararası sermayenin) şekillendirdiği bir alana dönüştürülürken siyaset de birbirinden özünde farksız partiler arası bir top çevirmeye dönüşmüştü. Birey, kolektif bir alternatifin parçası olmayınca sistemin bu planları genel olarak işledi. Bütün dünyada farklı tempolarla yaşanan tam da buydu. Büyük resmi değiştiremiyorsan, dahil bile olamıyorsan işine bakmaktan başka ne kalıyor bireyin elinde.
Postmodernizmin Yıkıcı Etkisi
Bireycilik ortamına bir ideolojik katkı dönemin egemen felsefesi haline gelen postmodernizmden gelecekti. Postmodernizme göre yaşamımızı oluşturan inançlar, değerler, kültür, bilgi, tarih… hepsi birer yansılsamaydı. Kendimiz bile özne olma niteliğini kaybetmiş; söylemle, tüketimle ya da beden politikalarıyla inşa edilen kurgu ürünleriydik. Postmodernizm, evrensel doğruya evrensel doğruya ulaşma iddiasını boş bir çaba ilan ediyordu. Bu koşullarda bize bağlanabilecek tek şey kalıyordu kendi deneyimlerimiz, kendi perspektifimiz. Postmodernist düşünürler için dünya ve işleyişine dair büyük fikirlere ve çözümlere sahip olma çabası yeni bir totaliterlik hevesinden öte değildi. Postmodernizmin muhalefete yönelik bir söz olduğunu düşününce alternatif bir dünya yaratma hayali üzerindeki kötürümleştirici etkisi daha çok anlaşılır. Tüketim kalıplarının dışına çıkmaya adanmış ekolojik komünler, arzunun kolonileştirilmesine karşı cinsel özgürlük savunusu, iktidarı bireyler arasındaki ilişkilerde aramanın bir sonucu olarak yatay örgütlenmeler… Muhalefet, sistemi asla tehdit etmeyen işlerin peşinde çıkmaz sokaklara girmişti bile.
Postmodernizmin bireyselciliğe asıl büyük katkısı, postmodern ideolojiden beslenerek gelişen kimlik siyaseti üzerinden oldu. Kimlik siyaseti, 1970’lerde açığa çıkan ayrıcalıklar teorisi üzerine kurulmuştu. Bu teori, özetle, ezilmeyen bir toplumsal grubun ezilme ilişkisinin dışında olmaktan kaynaklı avantajlara sahip olduğunu söylüyor; ezilen ve ezilmeyen kimlikler arasına derin bir çıkar karşıtlığı tarifliyordu. Oysa ki Marksizmin de güçlü etkisiyle ezilme meselesi uzun yıllar boyunca bir kapitalist sistem sorunu olarak algılanmıştı. Şimdi ise kadının ezilmişliği erkeğe avantaj sağlıyor, Kürdün ezilmesi Türk’e yarıyor, eşcinsellerin ezilmişliği heteroseksüellere görünmez kazançlar sağlıyor diye savunuluyordu. Toplumu ezilen ve bu ezilmeden fayda sağlayanlar diye iki gruba böldüğünüzde birlikte mücadelenin zemini de kalmıyordu. Sonuçta bu bakış açısıyla ezilmenizden çıkarı olanları kazanmak, ezilmeyi sonlandırmak için birlikte mücadele etmek gibi bir beklenti anlamsızlaşıyordu. O zaman mücadelenin hedefi de ezilmenin ortadan kalkması değil; ezilenleri güçlendirmek, ezilen kimliklerin toplumsal olarak kabulünü sağlamak ve onların kendilerini var edebilecekleri mikro yaşam adacıkları inşa etmekle sınırlı oluyordu. Kimlikleri birbirinin kurdu haline getiren bu anlayış toplum içi yarılma ve kamplaşmaları destekledi. Kimlik siyaseti, ezilenler açısından da parçalanmışlık demekti; sonuçta birçok ezilmişliğin bir arada yaşandığı kapitalist düzende ezilen kimlikler de kendi aralarındaki farklılaşmalarla bölünmeye ve küçülmeye mahkumdur.
Bireycilikle Derdimiz Ne?
Neoliberalizm çağında dünyanın merkezine birey yerleştiriliyor ama bu bireyin kendini gerçekleştirmesine ne kadar imkan veriliyor diye sorarak başlamıştık. Kapitalizmde bireyselleşmenin tek biçimi olarak bireycilik tariflense de tarihsel gelişmeye baktığınızda birey olmanın türlü şekillerinin olduğunu görmek mümkün. Bu çerçevede bireyselleşmeyi daha geniş bir temelden tariflersek; bireyin yaratıcı/üretici etkinlikleriyle ürünler vererek kendini gerçekleştirmesi ve bu faaliyetler sürecinde toplumsal ilişkiler kurarak topluma katılması olarak nitelenebilir. Kapitalizmde milyarlarca insan için bu tarz bir kendini gerçekleştirmenin imkanı yoktur. İnsanın asli unsuru olan üretici emek, kapitalist toplumda yabancılaşmanın asli unsuru haline gelmiştir. İnsan emeği yoluyla kendini gerçekleştirmekten çıkmış; kendi üretici etkinliğine, bu üretimin ürünlerine, diğer insanlara ve türüyle ilişkisine yabancılaşmıştır: “… yabancı kılınmış, yabancılaşmış emek aracılığıyla işçi, bu emek ile ona yabancı ve onun dışında bulunan bir insanın ilişkisini kurar. İşçinin emek karşısındaki ilişkisi kapitalistin, kendisine verilen ad ne olursa olsun emeğin efendisinin ilişkisini oluşturur. Özel mülkiyet demek ki yabancılaşmış emeğin, işçinin doğa ve kendi kendisi ile dışsal ilişkisinin ürünü, sonucu zorunlu yargısıdır. Öyleyse özel mülkiyet, yabancılaşmış emek, yani yabancılaşmış insan, yabancı kılınmış yaşam, yabancı kılınmış insan kavramının çözümlemesinden çıkar.” (Marks, 1844 El Yazmaları, s.150)
Kapitalizmin ortaya çıkardığı yabancılaşma, sadece üretici emeğin insan için bir özgürleşme aracı olmaktan çıkıp yaşamı sürdürmek için katlanılması gereken bir çile haline dönüşmesini anlatmaz. Suya atılan taşın etkisinin dalga dalga yayılması gibi üretim faaliyetine ve onun ürünlerine yabancılaşmış emeğe dayalı düzen, insanı ilişkileri de insan ürünü olarak algılanmaktan çıkmış metaların hakimiyetine sokar. Marks’ın meta fetişizmi dediği süreçte insanın kendi yarattığı metalar, karşısında yabancı bir güç gibi dikilirken toplumsal ilişkileri bir değer ilişkisine dönüştürür. Paranın nesneler dünyasına hükmedişi toplumsal ilişkiler dünyasına hükmedişinin de yolunu açar.
Kapitalist düzende dünyanın merkezinde birey varmış gibi görünürken aslında bu düzen bireyin kendini gerçekleştirmesine imkan vermez. Bugün liberal ideologların bireyselleşme diye karşımıza koydukları da bireycilikten fazlası değildir. Birey olmak, bireyin özgür seçimleriyle kendi dünyasını şekillendirmesi, kendi özel alanını yaratması olarak sunulur. Bireysel özgürlük neoliberalizm çağında girişim özgürlüğü ve müşteri/tüketici olma özgürlüğü ile sınırlıdır. İnsanı atomize eden, kolektiviteyi insanın özgürlükleri önünde bir engel olarak sunan, para kazanma uğruna her yolun mübah olduğu bir rekabeti teşvik eden ve insana kendini gerçekleştirme olarak tüketici olmayı öğütleyen bir bireycilik. Bireye kendi istek ve çıkarlarının toplumun yararlarından daha üstün ve önemli olduğu telkin edilir. Alttan alta birey ile toplum arasında bir karşıtlık tariflenir. Liberal ideologlara göre bireylerin vahşi bir piyasa düzeninde kendi bencil çıkarlarının peşinde koşmakta özgür irade göstermeleri ve toplumdan soyutlanmış kendi özel alanlarını yaratabilmeleri yeterlidir bireyselleşmeleri için.
Kapitalist düzen “paran kadar varsın” düzenidir ve Türkiye gibi sistemin milyonlarca emekçiye sunabileceği refahın sınırlı olduğu geç kapitalistleşmiş ülkelerde bu durum çok daha açık şekilde kendini göstermektedir. Milyonlarca gencin üniversitede hangi bölümde okuyacağının belirleyicisi bireyin yetenekleri, arzuları değil; o diplomanın serbest piyasadaki karşılığıdır. Kadın ve erkeklerin birlikte ya da karşılıklı olarak kurduğu duygusal ilişkilerde beğeni ölçütlerini bile piyasa şekillendirir. Kiminle hayatınızı nasıl birleştireceğiniz, kaç çocuk sahibi olacağınız, nasıl bir semtte oturacağınız, nasıl bir evinizin olacağı, hobileriniz, sosyal etkinlikleriniz, nasıl bir işte çalışacağınız vb. ne kadar bireyin “özgür” tercihleriyle şekilleniyor? Özel bir ben yaratabildiğini sananlar da toplumsal değerler, sosyal ortam basıncı, dönemin eğilimlerinin belirleyiciliği altında hareket ediyor. Birey; tüketim aracılığıyla kendi özel deneyimlerini şekillendirdiğini zannederken aslında kendisi tüketim kalıplarının, bu kalıpları yaratan rol modellerin etrafında dönüyor.
Günümüzde yükselen bireycilik basit bir yanılsama değil; kapitalizm hizmetinde bir ideolojik araçtır. Bireycilik, bir yandan kolektivite fikrinin altına oyarak bir avuç sermayeye karşı birleşebilecek kitleleri kötürümleştirmekte diğer yandan da bireylerin imrenilecek hayatlar yaşama ihtimalinin kapısını kişisel başarılar yoluyla görünürde açık tutarak kapitalist düzeni çekici kılmaktadır.
Sosyalist Hareket için Tehlike Çanları
Toplumu değiştirme istek ve iradesinin azalıp bireyciliğin artması, kapitalizmin hegemonyasını kurmakta hala başarılı olduğunu ve/veya bu düzene karşı toplumcu bir temelden mücadele eden sosyalist hareketin hegemonyasının zayıf olduğunu gösterir. Bu ortamın olağan sonucu sosyalist hareketin üye ve kadrolar bulmakta zorlanmasıdır. Ancak yine de hakim bireyci eğilimlerden rahatsızlık duyan, kapitalizme karşı bir alternatif arayanlar sosyalist harekete akmaya devam eder. Bugünkü manzara ne yazık ki sosyalist hareketin taban bulmakta zorlanmasıyla sınırlı değil. Daha da kötüsü yaşanıyor; toplumdaki bireyci eğilimler sosyalist harekete de sirayet etmiş durumda. Liberalizmin sosyalist harekete sızıntısının etkisi birçok bağlamda hissediliyor. Birincisi, ideolojik etki. Sosyalist hareket, sadece söz düzeyinde Marksizme bağlılığını sürdürse de politik şirazesini kaybetmiş durumda.
12 Eylül yenilgisi ve Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla gelen örgütsel ve ideolojik yenilgi, 1990’lardan itibaren sosyalist harekette yeni bir politika arayışını beraberinde getirdi. 1990’lar, bir Türkiye özgünlüğü olarak, sınıf mücadelesi açısından aslında oldukça canlı yıllardı. Ama ne yazık ki sınıf hareketinin, öğrenci hareketinin, varoş hareketinin, Kürt ve Alevi dinamizminin kesiştiği 1990’lı yılların bereketi sosyalist hareket tarafından değerlendirilemedi. Tabandan gelen bu dinamiği Kürt ulusal hareketi dışında derleyip toplayacak herhangi bir güç ortalıkta yoktu. Sosyalistler ideolojik kafa karışıklığı içerisinde sağa kayıyor ya da eski gerillacı hareketlerle kitlelerden kopuyordu. Nihayetinde 2000’lere girildiğinde Kürt ulusal dinamiği dışındaki tüm dinamikler enerjisini yitirmişti. Sosyalist örgütlerin zayıflaması ve anlam kaybı yaşamasıyla Kürt ulusal hareketinin sosyalistler üzerindeki etkisi giderek arttı. Yaşanan sadece gücün çekim alanına girmek değildi, ideolojik bir yön değişimi yaşandı. Kürt ulusal hareketinin beslendiği ve yayıcısı olduğu kimlik siyaseti, sosyalist solun da ana çizgisi haline geldi. Kimlik siyaseti aracılığıyla liberalizm sosyalist hareketin ideolojik yönelimine sızmış oldu. Kimlik siyaseti, ezilme meselesini bir sistem sorunu olmaktan çıkarıp ezilmeye maruz kalan ve kalmayan kişiler arası bir çıkar karşıtlığına indirgeyerek emekçileri bölen, halka dair umutları karartan bir etkide bulundu. Bu siyaset biçimi, solu halktan daha da izole etti ve kimlikler hapishanesine mahkum etti. Geçmişte sosyalist hareket gençliği kendi siyasal programına kazanıyordu. Emekçi halkın kurtuluşu için eşit ve özgür bir dünya kurmak heyecanına bugünlerde post-modern anlatı çevresinde şüpheyle yaklaşılıyor. Bugün sosyalist hareketin kendi ideolojik hegemonyası yok. Toplum ve düşünce yaşamı üzerinde devrimcilerin hegemonya kurduğu bir zamanda yaşamıyorsanız üniversite amfilerinde egemen olan teorilerin sosyalist gruplarca da sahiplenilmesi olacak iş değildir. Oysa ki bugün postmodern teoriler, kimlik siyaseti solun ideolojik cephaneliği haline gelmiş durumda. Liberal hegemonyanın sosyalist grupları da içine aldı ne yazık ki. Geçmişin Devrim Yol geleneğinin devamcısı olma iddiasındaki Sol Parti, postmodern külliyatı basıp yayıyor; Dem Parti’nin periferisine toplanan sosyalist gruplar kimlikçiliğin şampiyonu olmuş; manzara bu. Dolayısıyla üniversite kampüslerinde – bu kampüslerde hala siyaset kanalları açıkken – yapılan siyasi çalışma sosyalist hareketi besleyecek kadro biriktirmeden çok, akademiden gelen liberal etkileri örgütlere taşıyan bireylerle buluşma işine dönüşüverdi. Bir de üstüne kent merkezlerinde buluşulan orta sınıfların bireyci eğilimlerini ekleyin. Bireylerin, egolarının örgütlerin önüne geçtiği zamanlara böyle böyle gelindi. Sosyalist sola önce ideolojik, sonra kadro bağlamında sızan liberalizm örgütsel işleyişi kaçınılmaz olarak bozdu. Hangi toplumsal gruplarla örgütleniyorsanız, güçlü bir ideolojik duruşunuz da yoksa; o grupların eğilimleri sizi etkilemeye başlar. Halka inancını kaybetmiş, dolayısıyla devrim beklentisi aslında olmayan, eşit ve özgür dünya kurma iddiasını güzel bir hayal olarak gören bir kitleden besleniyorsanız o kitle için bir tür muhalif kimlikten ötesi olmazsınız. Yeni bir kimlik bulununca da kenara atılmanız çok zor olmaz. Oysa ki onlarca yıldır sosyalist hareket “ya barbarlık ya sosyalizm” şiarının gerçekliğine yürekten inanarak bu düzeni değiştirebileceği iddiası ve bu mücadeleye emekçi halkın katılacağına inançla örgütlendi. Eşit ve özgür bir dünya kurma mücadelesine adanmış kadrolar üzerinden yükselen sosyalist harekette örgüt her şeyden kıymetliydi. Yüzlerce, binlerce insanın emeğiyle inşa edilmiş devrimci örgüt, egemen sınıflara, kapitalistlere, devlete karşı mücadelenin yegane kolektif silahıydı. Bugün ise binlerce insanın emeğiyle, fedakarlıklarıyla, ödediği küçük-büyük bedellerle inşa edilen örgütler, bireylerin yarın dert bile etmeyeceği meseleler üzerinden bozuk para gibi harcanıyor. Varsa yoksa birey. Yeter ki onun kuyruğuna basılmasın, ona en ufak bir haksızlık yapılmasın, ayağına taş değmesin… Sadece Türkiye’de değil, dünya çapında bir bireye yapılan haksızlık, yanlışlık ya da rezillik bütün bir yapının iflasıyla sonuçlanıveriyor. Var mı egemen sınıflara bundan daha büyük hizmet!?
Sonuç Niyetine
Bireycilik salgını adeta bir felaketi andırıyor. Topluma zarar veriyor, toplumsal ilişkilere zarar veriyor ve aslında bireyin kendisine de zarar veriyor. Ancak asıl yıkıcı etkisini sosyalist harekette kendisine yer bulduğunda gösteriyor. Marksizm, emekçi halkın çelişkilerin tetiklemesiyle değişebileceğine ve bütün bir toplumu dönüştürebileceğine inançla yol alır. Sosyalist olmak başta toplumcu olmaktır; kapitalizmin sahte “ben”ini, onun etrafında örülmek istenen bencilliği bir kenara bırakarak “biz” olma mücadelesidir. Bu tavır, ahlaki bir feda değil insanın kendini gerçekleştirmesinin yolunun da kapitalizmin yok edilmesi ve sosyalist bir toplum kuruluşundan geçtiği bilincinin ürünüdür. Kapitalizme karşı emekçi sınıfların devrimci mücadelesinin öncüsü olma iddiası burjuva hegemonyadan tamamen arınmayı; örgütsel, politik ve ideolojik olarak kendi çekim merkezini yaratmayı gerektirir. Yoksa er ya da geç iflas kaçınılmazdır. Bugün sosyalist grupların önemli bir çoğunun yaşadığı gibi.