Arthur Miller ve Cadı Avı – B. Defne Erten
“Dünya bir istiridyedir, fakat onu yatağından kalkmadan açamazsın”
Satıcının Ölümü, Arthur Miller
Bu yazı Sosyalist dergisinin 8. sayısında yayınlanmıştır.
Sanatçı, her zaman yaşadığı toplumdan bir şey katmıştır eserine; kâh toplumdan esinlenmiş, kâh toplumu anlatmış ya da toplumsal normlara karşı gelerek yeni bir şey ortaya koyma çabası göstermiştir. Sanata ve sanatçının “objektifliğine” dair tartışmalar günümüzde de yapılsa da, bu durum yalnızca çağımıza özgü olan bir şey değil. Binlerce yıl önce, Antik Yunan’da Aristophanes, Pelopenez Savaşı sırasında savaş çığırtkanlığı yapanlarla alay etmek için Lysistrata, Barış ve Kömürcüler üçlemesini yazmıştı. Shakespeare, Birleşik Krallığın en gerici dönemlerinde, tragedyalarında aristokratları yerin dibine sokarak içinde yaşadığı dünyanın kokuşmuşluğunu anlatmaktan çekinmemişti. Yani aslında tarihe şöyle bir göz ucuyla dahi bakacak olursak, adını hatırladığımız, unutulmamış eserler veren sanatçıların ezici çoğunluğunun, yaşadıkları dönemin toplumsal sorunlarına karşı bir söz söylemiş şahsiyetler olduğunu kolayca söyleyebiliriz. Fakat kimse Shakespeare ile aynı dönemde yaşamış, kraliçeye methiyeler düzmesi için fonlanmış, bütün olanaklara sahip olmasına rağmen Federico Garcia Lorca’nın tabiriyle “saf sanatı” ortaya koyamamış “sanatçıların” adını hatırlamıyor.
20. yy’la geldiğimizde de durum pek değişmiş değildi. En hareketli yüzyıllardan biri olan 20.yy devrimlere, karşı devrimlere, emperyalist paylaşım savaşlarına, iç savaşlara, ulusal kurtuluş mücadelelerine, kapitalizmin görmüş olduğu en büyük krizlerden birine, en büyük öğrenci ve işçi hareketlerine tanıklık etti. İşte tarihin bu doğrusal olmayan, iniş ve çıkışlı karakteri, sanat akımlarını, üslupları ve sanatçıların tavırlarını da etkileyecekti.
Şimdi, 1940’ları şöyle bir aklınızda canlandırın; Bir yanda insanlığın en büyük umudu haline gelmişken, Stalinist bürokrasi elinde can vermiş bir devrim ülkesi olarak SSCB: herhangi bir kapitalist ülkeden farklı olmayarak bütün kirli oyunların içine girmiş, Soğuk Savaş denkleminde emperyalist paylaşımın bir kutbu. Diğer tarafta ise sosyalizm fikrine SSCB’nin kötü itibarını kullanarak her türlü kara propagandayı yapan ABD ve iki tarafın uydu devletleri olarak şekillenen çeşitli ülkeler. Diğer yanda, Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, İspanya’da Franco’nun başını çektiği faşist rejimler ve hem ABD, hem SSCB hem de faşizmin elinde katledilen ya da zindanlarda çürüyen sosyalistler, Yahudiler, siyahiler, yerli halklar, azınlıklar, sendikacılar, işçiler, gençler… Aydın camiasında ise SSCB’nin yozlaşmasının getirdiği umutsuzluk üzerine kurulan Frankfurt Okulu ve güçlenen düşünsel hegemonyası.
Böylesine dehşet dolu yılları takip eden bir dönemde, Amerikalı bir Yahudi olan Arthur Miller, Hepsi Oğlumdu (All My Sons, 1947) adlı tiyatro oyununu yazdı. Orduya bozuk uçak parçalarını satarak kendi oğlu dâhil birçok kişinin ölümüne sebep olan bir iş adamının, toplum tarafından asla affedilmeyeceğini anlatarak hem savaşın vahşetini, hem de savaşı kazanç kapısı olarak gören sermayenin ikiyüzlülüğünü eleştirdiği oyun, büyük yankı uyandırmıştı. Şu satırlarla, hem toplumun, hem de devletin gözlerini üzerine çekiyordu;
“Burası koca köpeklerin ülkesi, burada bir insanı sevmezsiniz, onu parçalarsınız! İlke budur, yaşamanın tek yolu… Birkaç kişi öldürülmüş, ne çıkar! Dünya böyle, o mu başka olacak? Neye yarar? Bir hayvanat bahçesi bu, hayvanat bahçesi!”
İki yıl sonra 1949’da, savaş sonrası dönemde, Amerikan toplumunun yaşadığı bunalımı, işini kaybeden, toplumda kendisine bir yer bulamayan ve en sonunda intihar eden bir “küçük adam” tipolojisi üzerinden anlattığı, Miller’a Pulitzer ödülünü kazandıracak olan Satıcının Ölümü (Death of a Salesman, 1949) geldi. Savaş sonrası çalkantılı geçen ekonomik koşulların da etkisiyle perçinlenen kapitalist sistemin, insana vaat edebileceği tek bir güzel şey kalmadığını aşağıdaki satırlarla ifade ediyordu:
“Okulda altı yedi yıl geçirdim; tek, içimde bir heves uyansın diye. Acentelerde kâtiplik, seyyar satıcılık, nasıl olursa olsun bir iş bence iyi idi. Oysa öyle yaşamak, yaşamak değilmiş. Sıcak yaz sabahları yer altı trenlerine tıkılmak, ömrün olduğu kadar senet kaydetmek, telefona cevap vermek ya da alıp satmak. Açık havaya çıkıp gömleğini atarak oturmak dururken yılın elli haftasını, iki haftalık tatil uğruna, işkence ile geçirmek. Yanındaki arkadaşlarının bir üstüne geçmekten başka bir şey düşünmemek: İşte, geleceğini güvence altına almak böyle yapmakla oluyor. (Heyecanı artmaktadır.) Savaştan önce evden ayrılalı beri yirmi otuz iş değiştirdim. Happy, hepsi de sonunda aynı çıkıyor. Bunun farkına ancak son zamanlarda vardım. Nebraska’da sürücülük ettiğim sırada, ondan önce Arizona’da, son kez de Teksas’da. Bu kez onun için eve geldim; galiba bunun farkına vardım da geldim. Son çalıştığım çiftlik var ya, şimdi orda bahardır. On beş kadar tayları olacaktı. Biliyor musun, anasıyla yavru tay kadar iç açan, göze hoş görünen manzara azdır. Hem şimdi oralar ılıktır da. Teksas şimdi ılıktır, bahar içindedir. Benim bulunduğum yerde de ne zaman bahar olsa içimden doğru bir şey depreşir. “Bir baltaya sap olamıyorum,” derim; “Ben ne halt ediyorum, haftada yirmi sekiz dolarla yetinip atlarla vaktimi öldürüyorum. Otuz dördüne geldim, kişi ev bark edinmeli vakitken.” İşte, öyle zamanlarda koşup eve geliyorum. Ama şimdi buradayım ya, ne yapıp edeceğimi kestiremiyorum. (Biraz durduktan sonra.) Eskiden beri yaşamımı boşa harcamamak baş düşüncemdi. Ama buraya her dönüşte yaşamımı boşa harcamaktan başka bir şey yapmadığımı anlıyorum.
Hükümetin ve sağ unsurların tepkisini zaten yıllardır çekse de, Arthur Miller’ın en maceralı yılları aslında daha yeni başlıyordu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan Soğuk Savaş denklemlerinde, “İkinci Kızıl Korku” olarak adlandırılan bir dönem başlamıştı. İlki (First Red Scare, 1917-1920) Ekim Devrimi’nden hemen sonra başlamış ve 1920’ye kadar sürmüş olan bu dönemler, en kısa özeti ile komünistlere yönelik bir “Cadı Avı” demekti. Fakat FBI’ın peşinize takılması için illa komünist bir partiye üye olmanıza gerek yoktu, sol-liberal görüşlere bile sahip olmanız SSCB ajanı veya vatan haini olarak nitelendirilmeniz için yeterliydi. Bu ikinci Kızıl Korku döneminin perde önündeki kahramanı Wisconsin senatörü Joseph R. McCarthy, perde arkasındaki destekçisi ise, FBI’ın başkanı J. Edgar Hoover olacaktı. Nitekim II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte 1940’ta çıkartılmış olan Alien Registration Act (Yabancıları Kayıt Kanunu) ile yaklaşık beş milyon insan komünist olarak fişlenmiş, hapse atılmış ya da sınır dışı edilmişti. Bu sefer, 1938’de kurulmuş olan Amerika Karşıtı Faaliyetleri Soruşturma Komitesi’nin hedefinde yazarlar, akademisyenler, oyuncular, yönetmenler, şairler ve şarkıcılar olacaktı. 1940’ların sonundan 1950’ler boyunca sürecek olan bu dönem McCarthy Dönemi olarak adlandırıldı. Kara listeye alınanlar arasında Leonard Bernstein, Charlie Chaplin, Orson Welles, Edward G. Robinson, Jules Dassin,gibi Hollywood yıldızları Howard Fast, Arthur Miller, Dashiel Hammett, Lilian Hellmann gibi yazarlar, Pete Seeger ve Paul Robeson, Elia Kazan gibi dünya çapında bilinen isimler vardı. Elia Kazan’ın sonrasında Komite ile anlaşarak arkadaşlarını ihbar ettiğini, yıllar sonra da Oscar Ödül töreninde karşılaştığı protesto sırasında, sahnede yalnızca “Çok Utanıyorum” diyebilecek cesareti gösterdiğini de eklemeyi unutmayalım.
Kimileri kabuğuna çekilip, kimileri de muhbir olurken, Arthur Miller, yaklaşık 200 yıl öncesine giderek, 1692-1693 yıllarında, Massachusetts Bay Colony, Salem’da gerçekleştirilen Cadı Avı Mahkemelerini, McCarthy dönemi Amerika’sını sembolize ederek yazdı. Cadı Kazanı (The Crucible,1953) adlı oyun, frengi salgını, toprak kavgaları ve yerli halklar ile olan çatışmalar sonucunda krize girmiş olan Salem halkını korkutmak ve sindirmek üzere kullanılan “Cadı Korkusunun” aslında bir hurafeden başka bir şey olmadığını, McCarhy’nin de aynı şekilde Amerikan toplumunu sindirmek ve muhalefeti susturmak için komünistlere yönelik bir cadı avını başlattığını anlatıyordu. İnsanların onurunu koruyabilmek adına nasıl ölüme bile gittiğini yazdı. Oyunun tarihsel gerçekliğine dair yaptığı açıklamada Arthur Miller şöyle söylüyor:
“Bu oyun, sözcüğün akademik anlamında, tarihsel değildir. Birçok kişiler burada tiyatro gereği bir tek kişiyle birleştirilmiştir. Çığlık atan kızların sayısı azaltılmıştır. Abigail’in yaşı biraz daha büyüktür. Aslında birçok etkili yargıçlar varken ben hepsini Hathorne ve Danforth’ta özetledim. Bununla birlikte, öyle sanıyorum ki, okuyucu burada insanlık tarihinin en garip, en korkunç sayfalarından birini özüne uygun bir biçimde bulacaktık. Kişilerden her birinin tarihte ve oyundaki rolü birbirinin benzeri ya da tıpa tıp eşidir.”
Cadı Kazanı’ndan önce de sonra da Arthur Miller ve nicelerine yönelik FBI takibi, hapis cezaları ve karalama kampanyaları sürdü. En başta söylediklerimle sona yaklaşmak gerekirse, örneğin Miller, korkup, daktilosunun başından kalkarak yazdıklarını yırtıp atsaydı şimdi ölümünün 14. yılında onun üzerine konuşuyor veya yazıyor olmazdık. Günümüz Türkiye’sinde ve bütün dünyada da emperyalist-kapitalist politikaları en azılı şekilde uygulayan sağ popülist iktidarlar yükselişte. Yaşadığımız bu dönem en kötü, en umutsuz, en içinden çıkılmaz zamanlarmışçasına bir geri çekilme eğilimi hâkim. Fakat kapitalist sistemin çelişkileri sürdükçe, ona karşı ses çıkaranlar, mücadele edenler de var olacak ve elbet bu karanlık dönemlerden çıkılacak. İşte o zamanlara da, şimdiki korku ortamında zulme, baskıya, sömürüye boyun eğmeyip ona karşı direnenlerin oyunları sahnelenecek, toplumsal adaleti talep edenlerin şiirleri okunacak, sisteme başkaldıranların adı hatırlanacak!