Abdülhamit: Kızıl Sultan Mı? Ulu Hakan Mı? Gökçe Şentürk
Marks “Egemen sınıfın düşünceleri, toplumun egemen düşüncelerini oluşturur” der. Tarih, bu anlamda egemenler tarafından yüzyıllar boyunca kendi iktidarlarını meşrulaştırmanın en önemli yollarından biri olmuş, iktidarın değişen çehresiyle kahramanlıklar yıkılmış ya da inşa edilmiştir. Fakat değişmeyen tek şey, ayakta kalmanın önemli bir aracı olarak, tarihin büyük ve ünlü şahsiyetlerin elinde şekillendiği, toplumun geri kalanının, alt sınıfların, tarihte hiçbir rolü olmadığı algısının yaratılmasıdır. İktidarlar kendi resmi tarih anlayışını oturtarak, gelecek nesilleri, toplumsal hafızanın zorunlu seçmeli yollarında budar. Bu süreçlerin en açık yaşandığı ülkelerden birinde yaşıyoruz. Şu sıralar adeta bir tarihsel hesaplaşma yaşanıyor. Bir yanda Lozan tartışmaları diğer yanda padişah 2.Abdülhamid. Yıllar boyunca Kemalizmin resmi tarih anlatısıyla büyüyen nesiller bir yandan da Türkçü-Osmanlıcı bir bombardımana tutulmuşlardı, özellikle de 12 Eylül’den sonra. Osmanlı lehine kendi resmi tarihini yazmak isteyen AKP ise 15 Temmuz sonrası “tarihsel” hamlelerini yoğunlaştırmış durumda. AKP ve Erdoğan, kendi kuşaklarını yaratma derdindeler. Bu bağlamda 2. Abdülhamit en favori isimlerden. Meclis başkanı İsmail Kahraman’ın Atatürk’ün portresinin bulunduğu yere II. Abdülhamit’in portresini astırması ya da “Doğumunun 174. Yılında Sultan II. Abdülhamid Han ve Dönemi” konulu bir sempozyum organize edilmesi gibi hamleler yeni bir anlatı için dizayn ediliyor. Tabi Abdülhamid ve Erdoğan benzerlikleri gündeme getirilirken tarih bir kez daha çarpıtılıyor; olgular, süreçler, gerçekler ve bu arada insan Abdulhamid…
2. Abdülhamit Dönemi:
Siyasilerin kendilerini ve yaptıklarını resmi tarihten aldıkları referansla meşrulaştırmaları bilinen bir gerçek. Bunu yapmanın yegane yolu da gerçeklerin üzerini örtmek, olağanüstü koşulların getirdiği olağanüstü önlemleri, devletin ve milletin bekası için devreye soktuğunu iddia etmektir. Bu sebeple de resmi tarihle nesilden nesile aktarılan ve millete kendi varlığını özel hissettiren olgulara ihtiyaç duyulur; bunlar bazen olaylar, bazen de ünlü kişiliklerdir. Erdoğan medyasının yapmaya çalıştığı da tam olarak bu. Yeri geldiğinde başkomutan, padişah ve hatta peygamberle olan benzerlikleriyle bütün yaptıkları sorgulanmaksızın geniş halk kitlesi tarafından kabul görsün isteniyor.
Abdülhamit’in yüceltilme hikayesi aslında eski bir hikaye. Osmanlı modernleşmesini, otoriter bir siyaset çerçevesinde hayata geçirmiş, daha ziyade “Aydınlanmış Despot” olarak tarif edilen bir son dönem Sultanı olan Abdülhamit; ilk olarak Necip Fazıl tarafından yazılan ‘Ulu Hakan’ kitabıyla kahramanlaştırılmaya çalışılıyor.
2. Abdülhamid 1876- 1909 yılları arasında padişahlık yapmış Osmanlı’nın son dönem sultanlarından biridir. 2. Abdülhamit’in tahtta olduğu dönem boyunca yaşanan gelişmeler aslında O’nu ve tutumunu bugünlere varan tartışmalara eriştirmiştir. Onun zamanında Osmanlı İmparatorluğu, bugünkü Balkanlar’da Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Bulgaristan ve Yunanistan’ın kuzey kısmını, Ege adalarını, Ortadoğu’da bütün Maşrık (Doğu) Arap dünyasını, Mısır ve iki sancak olarak bugünkü Libya’yı kapsıyordu. O dönemde Osmanlı iç ve dış borçların ödenmesi, devlet adamaları arasındaki çatışmalar ve balkanlardaki milliyetçi hareketler bağlamında Sırbistan – Karadağ’ın açtığı savaş gibi sorunlarla karşı karşıyaydı.
2. Abdülhamid tahta çıkmadan önce kendisiyle vekiller heyeti adına görüşen Mithat Paşa’ya verdiği sözü tutarak 1876 Kanun-i Esasi’nin (Anayasa) ilanına ve Meclis-i Mebusan’ın iki dönem boyunca toplanmasına izin verdi. 19.yy 2.Mahmut ile başlayan süreçte Osmanlı’nın batılılaşma, yani Avrupa’da değişen üretim biçimiyle tarih sahnesine yeni çıkan burjuva sınıfların atılımlarına entegrasyon süreci idi. Osmanlı asyatik üretimin getirdiği kamburluktan kurtulamadığı için geri kalmış ve birtakım tavizler vermek zorunda kalmıştı. Avrupa’ya eğitim görmek üzere gönderilen subayların geri döndükleri dönemde, kendi içinde kapalı ve sınıfların netleşmesinin önünde engel teşkil eden merkezi yapının çatırdamasıyla yarattığı basınç, bazı değişimlerin yapılmasını zorunlu kılıyordu. Abdülhamid’in de modernleşme olarak anlatılan hamlelerini bu bağlamda değerlendirmek doğru olacaktır. Fakat bir süre sonra Mithat Paşa sürgüne gönderildi, Meclis-i Mebusan’da feshedildi. Abdülhamid, padişahın mutlak iktidarını bürokrasi, anayasa ya da meşrutiyetin getirdiği meclis sistemi ve politikacılarla paylaşmak istemiyordu. Bu yüzden de giderek yükselen anayasal düzen ve meşrutiyet taleplerine karşı kendisiyle özdeşleşen istibdat -kabaca baskı- düzenini örgütledi. İstibdat döneminde bir yandan eğitim, bürokrasi, ekonomi alanlarında modernleşme süreci izlendi diğer yandan Müslüman halkın kayırıldığı bir çizgi tutturuldu. Abdülhamid’in baskı dönemini meşrulaştırma araçları olarak da yorumlanabilecek bu hamleler sonraları özellikle İslamcılar tarafından özellikle kullanıldı ve kullanılmaya devam ediyor.
Abdülhamid’in dış politikası ise idare-i maslahat yani, zaman kazanma amacına yönelik denge politikası olarak tariflenir. Maceracı ve riskli bir dış politika izlenmeyen bu dönemde çok bahsedilmese de Osmanlı; Kıbrıs, Tunus, Mısır ve Girit topraklarını kaybediyor. Yani, ani ve radikal kararlarıyla kendi takipçilerini bile ters köşeye yatıran, gücünün sınırlarını sürekli test edip genişletmeye çalışan, hatta belki sınır tanımayan bir devlet adamı değil Abdülhamid. Esas olarak Rus Çarlığı’nın güneye doğru iyice genişlemesini engellemeye çalışan dönemin süpergücü İngiltere sayesinde ayakta kalabilen ve sadece çöküşü bir çeyrek asır ertelenen bir Osmanlı ve bunu gayet iyi bilen ve ona göre davranan bir Abdulhamid yönetimi var karşımızda. Yine bu dönemde, değişen üretim biçiminin yarattığı baskı, ekonomik çöküntü ve toprak kayıplarından sonra yabancı şirketlere tanınan imtiyazlar birtakım bağımlılık ilişkilerini doğurdu ve şirketler aracılığıyla elde edilen iktisadi nüfuzun oluşması engellenemedi.
Balkanlardaki Hıristiyan tebanın yükselen milliyetçi hareketi karşısında Müslümanlığa ve halife ünvanına bel bağlayan bir Abdülhamid var karşımızda. Abdülhamid’in İslamcılığını bu şekilde bir konjonktür tercihi olarak okumak mümkün, zira karşımızdaki içki içen, operaya giden, kız çocuklarına eğitim hakkını genişleten, Avrupa’da popüler olan polisiye romanları tutkuyla takip eden, spora meraklı bir sultan var. Diğer taraftan devletin idaresinde tutturulan İslamcı çizginin Müslüman Arnavut ve Arapların da milliyetçilik fikirleriyle Osmanlı’dan koptukları düşünüldüğünde pek işe yaramayacağı gözükecektir. İslamcılıktan geriye kalansa Abdülhamid’in gayrimüslim halka karşı işlediği kıyıcılık ve suçlar olacaktır.
İstibdat Düşüyor
1900’lere gelindiğinde Abdülhamid yönetimi gitgide derinleşen toplumsal çelişkilerle karşı karşıyaydı. İstibdat rejimine karşı muhalefet bu dönemde açılmış modern eğitim kurumlarında okuyan öğrencilerden geldi. Genç uzman-bürokratlar arasında ortaya çıkan muhalefet eşraf tarafından da desteklenince, yaygınlaşan muhalefeti denetim altına almak için polis, hafiye, sansür gibi yöntemler ve uygulamalar giderek katılaştı. Aydın ve memurların devlet eliyle yetiştirilmesini daha da geliştirip yaygınlaştırmak için kurulan sivil meslek okulları da aydın ve memurların resmen geçerli olan ama işletilmeyen 1876 Anayasa’sını sahiplenmesini engelleyemedi. 1908’e gelindiğindeyse Jön Türk etkisiyle kurulan derneklerin en etkilisi olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önderliğinde önce Manastır ve Selanik’te başlayan kıpırdanma bir ayaklanmaya dönüştü ve 23 Temmuz 1908’de Abdülhamid 2. Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kaldı. 31 Mart ayaklanmasıyla tahttan indirilmesi kararlaştırılan II. Abdülhamid, 3 yıl Selanik’teki Alatini Köşkü’nde ev hapsinde tutulmuş, 1912 senesinde Beylerbeyi Sarayı’na getirilmiştir. 1918’de vefat etmiştir.
Abdülhamid Erdoğan Benzerliği
Abdülhamid geçmişten bugüne kişisel özellikleri, ilgi alanları ve sınır tanımayan otoriterliğiyle çok konuşulagelmiştir. Gün içinde saatlerce marangozluk yapmak, Yıldız Sarayı’nda yaptırdığı tiyatroda çeşitli oyun ve operaları özel olarak getirterek ailesiyle izlemek gibi hiç de muhafazakarlığa sığmayan zevkleri olduğu biliniyor. Hatta adına gerçekleştirilen son dönemki sempozyumda klasik batı müziğine olan ilgisinden dem vurulunca salondan “biz onu geleneklerine bağlı muhafazakar bilirdik” şeklinde tepkiler yükselmiştir. Yıldız Sarayı’nda Abdülhamid ve ailesinin yaşadığı saltanat halkın yoksullukla savaştığı bir dönemde göze batmaya başlayınca “yıldız” kelimesinin herhangi bir yazında kullanılması yasaklanıyor. Abdülhamid döneminde neredeyse paranoyakça nitelendirilecek pek çok kelime yasaklı. Bunlardan bir tanesi de “burun” kelimesi. İşin spekülatif yanları bir yana 1877’de sıkıyönetim ilanı ve 78’de meclisin kapatılmasından sonra o dönemin yayın organlarına çok ciddi yasaklar getiriliyor. Resmi gazete olan Takvim-i Vakayi dahi dizgi hatasından dolayı 12 yıl boyunca kapatılıyor. Bir de padişahın başkatibi Kara Tahsin Paşa’ imzasıyla yayımlanan gizli bir yönetmelikle matbaalar tamamen sarayın onayına bağlanıyor. Yönetmeliğin bazı maddeleri şöyle; “1-Sultanın sağlığının iyiliği, hasadın bolluğu, ticaretin ve sanayinin ilerlemesi haberlerine öncelik verin. 2- Ahlak açısından maarif nazırınca onaylanmamış hiçbir dizi romanı yayımlamayın. 3- Bir sayıda bitmeyecek edebi ve ilmi yazılar yayımlamayın. “Devamı var” deyimini kullanmayın. 4- Bir makalede beyaz boşluk ya da birkaç satırlık noktalı yerler bulundurmaktan kaçının. Şüphe uyandırır. 5- Şahsiyetlerden, özellikle yöneticilerin yolsuzlukları, suçları ve hatalarından bahsetmekten kaçının. 6- Kişilerin ve grupların yönetim aleyhindeki şikâyet başvurularını yayımlamayın. 7- Her türlü tarihi ve coğrafi isimleri kullanmak yasaktır. 8- Yabancı hükümdarlara yöneltilen suikastlardan ve dışarıdaki ayaklanmalardan bahsetmek yasaktır. 9- Bu yönetmelikten gazetelerde bahsetmek de yasaktır.”
Bunun yanında Abdülhamid döneminde jurnalciliğin alıp yürüdüğünü duymayan yoktur. Bosna-Hersek ayaklanması, Karadağ yenilgisi, Sırbistan’ın ve Rusya’nın Osmanlı’ya savaş açması ve 1878 yılında Ali Suavi’nin ve Scalieri Aziz Bey komitesinin darbe teşebbüsleriyle zaten evhamlı biri olan padişah “Dış ve iç tehlikelere karşı gereken tedbirleri almak korkaklık alameti değil insanlık icabıdır” dedi ve Yıldız Sarayı’na kapandı. Ardından II. Mahmud döneminden beri gündemde olan jurnalciliğe resmi bir boyut kazandırdı. Hatta bu bağlamda yazılı kanıtları olmasa da ‘Yıldız hafiye Teşkilatı’ kurduğu da söyleniyor. Abdülhamid’in jurnalcileri kamuoyu yoklaması yapmak için değil cezalandırmak için bilgi toplamak amacıyla kullanıyor.
Hakkında bahsedilecek daha pek çok nokta olmasının yanında gelelim Erdoğan ile benzerliğine. Yandaş medyanın Abdülhamid- Erdoğan benzerliği üzerinden Erdoğan’ın neo-osmanlıcı hayallerini de içine alan bir kahramanlaştırma hikayesi yaratmaya çalıştığı aşikar. Fakat gerçekten benzetecek olursak kendine muhalif olan ya da olma potansiyelleri taşıyan kesimlere uyguladığı baskı, sansür ve eziyet anlamında örtüştükleri muhakkak. Çok uzaklara gitmeden son birkaç yıl içinde basın ve yayın kuruluşları, köşe yazarları, mizah dergileri yüzlerce davayla boğuşuyor. Herkesin bildiğini meslekleri gereği icra eden gazeteciler tutuklanıyor vb. Jurnalcilik konusunda ise Erdoğan’ın Abdülhamid’den sonra bir farklılık ve yaratıcılık ortaya koyduğu her halde söylenebilir. Sayısını hatırlamakta güçlük çektiğimizi muhtar toplantılarında muhtarlara ihbarcılık telkinlerinde bulunarak ya da komşuları kızlı erkekli evlerde oturanları ihbar etmeye teşvik ederek, devraldığı geleneğin hakkını verdi. Belki son benzerlik olarak da şatafat ve akıl almaz lüks yaşamın o günden bugüne tutarlı bir devamlılık sağladığı söylenebilir. Diğer taraftan operaya giden, klasik batı müziği dinleyip, polisiye roman hayranı olan ve arada rom içen Abdülhamid’in kişisel zevk ve tercihleri yanında Erdoğan fazlasıyla yavan kalacaktır.
bolsevik.org