Göçmen Emeği, Daha Ucuz İşgücü ve Daha Fazla Kutuplaşma – Emre Güntekin
Geçtiğimiz günlerde TUSİD (Endüstriyel Mutfak, Çamaşırhane, Servis ve İkram Ekipmanları Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği) Başkanı Bekir Topuz’un yaptığı açıklamalar dikkat çekiciydi. Topuz kısaca şunları dile getirdi:
- “Her fabrika en az 100 işçi eksiğiyle çalışıyor. Yeni fabrika ya da kapasite yatırımları işçi eksikliği yüzünden yapılamıyor… Artık işçi ithalatı yapmamız gerekiyor. Ancak dışarıdan getirdiğimiz işçiler bir takvim ve programa bağlı olmalı. Dikkatli davranırsak işçi ithalatı olumlu katkı yapar. Özellikle turizm gibi sektörlerin büyümesi, artan ihracat ortamı bu sorunu daha da büyütüyor. Ancak Türkiye’de yaşayan insanlar işçi ihtiyacını artık maalesef karşılayamıyor.”
- “Bize mühendis değil, vasıfsız işçi lazım. Fabrikalarımızda mühendise 25 bin lira, işçiye ise 35 bin lira veriyoruz. Ama mühendise “Gel sen bu makinenin başına geç, ustanın yaptığı işi sana öğretelim, sadece burada dur, 40 bin lira verelim” diyoruz. Mühendis bunu kabul etmiyor ve bize, “Benim işim masada oturmak” diyor. Yani günün sonunda ihtiyacımızı kimse karşılamıyor. Bu sıkıntı büyüyor.”
Topuz’un söyledikleri arasında öne çıkan bu başlıklarr Türkiye kapitalizminin evrimini anlamak açısından önemli ipuçları içeriyor.
Türkiye’de özellikle başkanlık rejimine geçildiği yıllardan itibaren ekonomi politikalarının merkezine ihracat öncelikli bir faaliyet olarak oturtulurken; iktidar hem TL’nin değersizleştirilmesi hem de enflasyonun ipinin serbest bırakılmasıyla ihracatçıların istediği ucuz işgücü ihtiyacının karşılanması yönünde adımlar atmıştı. Birçokları için mevcut enflasyon iktidarın beceriksizliğinin bir sonucu olarak yorumlanırken; bunun asıl olarak Türkiye’de egemen sınıfların bir bölümünün bir tercihi olduğunun altını çizmekte fayda var. Bu yolla hem ücretli emekçilerin ücretleri reel olarak baskılandı hem de özellikle servet sahiplerine çeşitli şekillerde kolay yollardan zenginleşmenin kapıları aralandı.
Seçimlerin ardından Şimşek eliyle yürürlüğe sokulan “rasyonel” ekonomi politikalarına ve üst üste gelen faiz artışlarına rağmen bu sürecin sona erdiğini söylemek zor. En önemli sebep enflasyona neden olan olgunun sermayenin aşırı karlılığı olmasına rağmen, asıl olarak seçim süreçlerinde ücret artışlarına yapılan zamların ve iç talebin yüksek enflasyondan sorumlu tutulmasıdır. Yerel seçimlerin ardından özellikle ücret artışlarının kamudan başlayarak gerçekleşen enflasyona göre değil, hedeflenen enflasyona göre yapılmaya başlanacağı şimdiden dile getirilmektedir. Bu yolla Şimşek yönetimi iç talebi baskılayarak sözde enflasyonla mücadele edecektir.
Öte yandan TÜSİD başkanının dile getirdiği sözlere geri dönecek olursak emek yoğun, ucuz işgücüne bağımlı tekstil, inşaat, turizm gibi sektörlerde sermayedarların işgücünün daha da ucuzlatılması yönünde yaptığı basınç göze çarpmaktadır.
Geçtiğimiz ay Ege İhracatçılar Birliği Başkanı Jak Eskinazi yaptığı açıklamada işgücünün rakiplerine göre pahalı kalmasından yakınırken şunları dile getirmişti: “Tekstil ve hazır giyim sektöründe rakiplerimizin işçilikleri çok ucuz olan ülkeler. Uzak Doğu ve Orta Amerika ülkelerinin işçilik ücretleri, 200 doları geçmiyor. Biz de bu ücretler 800 dolara çıktığı zaman rekabet kalmıyor. Aradaki fark çok açıldı.”
Evet patronlar daha ucuz bir işgücü istiyor. Türkiye’de sermaye mevcut yapısıyla ancak işgücü maliyetlerinin daha da baskılanması durumunda Mısır, Bangladeş, Vietnam gibi rakipleriyle yarışabilir.
Sermaye için böyle bir yol daha kolay geliyor. Örneğin 2021 yılında Türkiye’nin en yüksek katma değerli ihracatını gerçekleştiren şirketi olan Ermaksan Genel Müdürü şunu dile getiriyor: “Değer artışı, ancak, ancak teknoloji ve inovasyonla geliyor. Biz de bunun için satışlarımızın yüzde 7’sini Ar-Ge merkezimize ayırıyoruz. 800 çalışanımızın 100’ü mühendis. İhracattaki lokomotifimiz olan makine grubundaki ihracat değerlerini yükseltmek için sürekli yeni ürünler ve teknolojiler üzerinde çalışıyoruz.”
AR-GE yapmak, kalifiye işgücü istihdam etmek ve bunun karlılığının gerçekleşmesini uzun vadede bekleyebilmek sermaye açısından çetrefilli ve maliyetli bir yol. Örneğin ABD, Çin, Japonya gibi büyük emperyalist ekonomiler şimdilerde geleceğin petrolü olarak nitelendirilen yarı iletken ve çip endüstrilerini geliştirmek adına yüzlerce milyar dolarlık teşvikler uyguluyorlar, ARGE harcamaları gerçekleştiriyorlar. Bunun yerine sermaye hızlı ve zahmetsiz bir şekilde büyüyebileceği inşaat, turizm gibi işkolları veya iktidarın açtığı spekülatif kanallardan yol almak varken bunu neden tercih etsin? Bu tarz emek yoğun sektörlerde teknolojik atılımla karlılığı artırmanın yollarının kısıtlı olması sermayeyi en önemli maliyet kalemi olarak görülen işgücü maliyetini daha da baskılamaya zorunlu kılıyor.
Böyle bir ekonomide kol gücüne beyin gücünden her zaman daha fazla ihtiyaç olacaktır. Özellikle hemen her ile açılan fakültelerle, artırılan kontenjanlarla mühendis gibi nitelikli işgücü için iki seçenek bırakılıyor: Ya proleterleşmek ya da şansını beyin göçü ile başka ülkelerde denemek… Elbette her yurtdışına giden de kendi niteliğine uygun bir iş bulamıyor. Çok küçük bir bölüm iyi bir iş bulma şansına sahip olurken, genel olarak yine başka ülkelerde UBER şoförlüğü, kuryelik gibi seçeneklere mahkum kalınıyor.
Bu kısmı bağlayacak olursak ucuz işgücü sermaye açısından her zamankinden büyük bir ihtiyaç. İktidar seçimlerin ardından bu ihtiyacı karşılamaya yönelik adımları hızla hayata geçirmeye çalışacaktır. Özellikle emeklilik yaşının yükseltilmesi, kıdem tazminatı hakkının gasp edilmesi gibi saldırıların denenmesi olası görünüyor.
Bir diğer dahiyane “çözüm” ise göçmen emeğinin yaygınlaştırılması. Türkiye’de de dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi göçmenler hem sermayenin ucuz emek deposu işlevi görüyor hem de mevcut ekonomik sorunların günah keçisi ilan ediliyor. Özellikle herhangi bir hukuki statü tanımlanmayan göçmenler, patronların istediği güvencesiz ve esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması için oldukça elverişli konumda bulunuyorlar. Bu sayede göçmenler genel olarak kayıtdışı bir şekilde, en güvencesiz işlerde çalışmaya mecbur tutuluyor. Bu durum doğal olarak yerli işgücünün de daha düşük ücretlerle çalışma yönünde baskı altına alıyor.
TÜSİD Başkanı’nın önerdiği seçenek patronların karlarını artırmasına yararken; Türkiye’de yoksullaşmanın daha da derinleşmesinden, toplumsal fay hatlarının daha da gerilmesinden başka bir sonuç doğurmayacaktır. Dahası göçmen işgücü ve onlarla rekabet etmek zorunda kalan yerli işgücü arasında sınıf içi bir yarılma yaratılarak bir anlamda işçi sınıfı da kötürüm hale getirilmektedir.
Halihazırda tüm dünyada göçmen hareketliliğinin arttığı ve buna paralel olarak aşırı sağın bu mesele üzerinden rüzgarı arkasına aldığı bir dönemden geçiyoruz. Türkiye’de de Zafer Partisi başta olmak üzere bilumum aşırı sağ unsur bu meseleyi kaşıyor ve özellikle genç nüfus üzerinde sosyal medya aracılığıyla önemli bir etki yaratıyor.
Aşırı sağa bir bariyer çekilmek isteniyorsa Türkiye’de sınıf hareketinin öncüleri göçmen emekçileri de sınıf mücadelesinin bir parçası haline getirebilecek şekilde örgütlenme arayışı içerisine girmeliler. Aksi takdirde göçmenler üzerinden yaratılacak kimlik kutuplaşmaları Türkiye’de aşırı sağın ana besin kaynağı olmaya devam edecektir.