İki Kutup Yıldızı: Rosa ve Karl – Derya Koca
15 Ocak 1919’da Alman devriminin önderlerini Rosa Luksemburg ve Karl Liebknecht’i kaybettik. Kasım 1918’de başlayan Alman devriminin yenilgisinin sonunda Troçki, sosyal demokrat iktidarın planlı cinayeti ile katledilmelerinin ardından şöyle yazmıştı: “Karşı devrim, hiç kuşku yok ki daha şanlı kurbanlar seçemezdi. Ne şaşmaz bir darbe! Ne kadar şaşırtıcılıktan uzak! Devrim ve karşı-devrim birbirini iyi tanıyordu.” Rosa ve Karl’ın katledilmesi tarihsel bir dönemeç oldu: Alman devrimi yenilmiş ve önderliksiz kalmıştı. Henüz çok genç olan Rus devrimi, en büyük müttefiki ve tek çıkış yolu olan uluslararası devrimci mücadelenin en büyük güçlerinden birini kaybetmişti. Rosa ve Karl sadece Alman işçi sınıfı için değil tüm dünya emekçileri ve ezilenleri için yerine konulmaz bir kayıp olmuştu. Reformizme ve revizyonizme karşı verilen mücadelenin parlak zihni olan Rosa ve devrimci eylemin cesur lideri Karl, tarihin en belirleyici anlarında fırtınanın orta yerinde belirleyici mücadeleler vererek devrimci mücadelenin eşsiz birer sembolüne dönüştü.
SPD’nin Devrimci Aklı Rosa
Rosa Luksemburg, çok genç yaşta Polonya’da işçi hareketine katılmış; baskılar nedeniyle önce İsviçre’ye, ardından da Almanya’ya giderek uluslararası işçi hareketinin içinde yer almış parlak bir devrimciydi. Sosyalist partilerin sosyal demokrat adını aldığı bu dönemde Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD), İkinci Enternasyonal’in ana partisi durumundaydı. Partinin sağ kanadı Eduard Berstein, merkez eğilimi Kautsky ve sol kanadı da Rosa Luksemburg, Franz Mehring, Karl Liebknecht, Clara Zetkin gibi isimlerden oluşuyordu.
1800’lerin son çeyreğinde Almanya’da ulusal birliğin kurulması burjuva gelişime kan pompalamış, endüstriyel gelişim hızlanmıştı. İşçi sınıfının da hızla genişledi ve radikalleşti: 1890’da sendikalı işçi sayısı 300 binden 1914’te 2 buçuk milyona yükseldi. “Kan ve demir” politikası ile burjuva gelişim için ulusal birliği sağlama adımları atan Bismarck “anti-sosyalist yasa” olarak bilinen yasalarla SPD’yi yasaklamak emekçileri bastırmak için elinden geleni yapıyordu. Bismarck, Paris Komünü’nü ortaya çıkartan Paris kuşatmasının ve sonrasında da Fransız burjuvazisi ile birlikte Paris Komünü’nün ezilmesinin baş aktörlerindendi. Üstelik, Avrupa çapında proleter mücadelelerin hızlandığı bir çağa girilmişti. Alman işçileri de mücadelesini yarı yasal koşullarda sürdürdü. 1890’da yasanın kaldırılması sonrasında SPD, seçimlerde %19,7’lik oy alarak en büyük parti durumuna geldi. 1 milyon üyeye, 90 yerel günlük gazeteye sahip; binlerce parti organı ve 35 bin parti profesyonelinden oluşan devasa bir aygıta dönüştü: bürokratik, hantal ve reformist bir aygıta.
SPD’nin Üç Hali
Bütün bu yıllar içinde sendikaları ve sayısız parti organı ile devasa bir aygıta dönüşen SPD’nin işçi sınıfı içindeki bu büyümesi, partinin eski liderlerinden olan Bernstein’ın revizyonizm denen sağ eğiliminin ortaya çıkmasının temeli oldu. Bernstein kısaca: Marks’ın devrimci fikirlerinin artık geçerli olmadığı; Marks’ın krizlerin kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olduğu yönündeki iddiasının yanlış olduğunu öne sürdü. Sınıflar arası kutuplaşmanın değil uyumun ortaya çıktığını iddia ederek “bütün gelişmiş ülkelerde kapitalist burjuvazinin ayrıcalıklarının yerini adım adım demokratik örgütlere” bıraktığını iddia etti. Yani işçiler, burjuva devlet yıkılmadan reformlar yoluyla ve parlamenter sistemle yoluna devam etmeliydi. Bernstein, tarihin küçük bir anındaki geçici bir döneme bakarak kapitalizmin istikrarının kalıcı olduğunu iddia ediyor, sınıf çelişkisinin yerine düzenle uyumu koyarak Marksizm’den koptuğunu ilan ediyordu. Aslında işçi sınıfının değil, devasa bir bürokratik kabuğa dönüşen parti bürokrasisinin konforu ve muhafazakar eğilimlerinin sözcülüğünü yapıyordu. Partinin merkez kanadının ismi Kautsky’e göre bir iktidar mücadelesi ve toplumsal devrim şarttı ancak bunun artık karşılığı “sosyalist oyların kaçınılmaz artışı” idi. Kautsky ve Bernstein’in kapısı aynı yola açılıyordu: düzene bağlılık. Bu büyük otorite haline gelmiş isimlere karşı verilen mücadelenin başını genç kadın devrimci Rosa Luksemburg çekti. Rosa, 1890’lar boyunca süren kapitalist genişlemenin barış, refah ve demokratik haklarla değil emperyalist bir savaşla sonuçlanacağını söyleyerek parti liderliğini topa tutuyordu. İspanya’da durum benzerdi: 1890’lardan itibaren devrimci değil reformcu oldukları; hatta devrimin önünde birer engele dönüştükleri ortaya çıkmaya başlamıştı.
2. Enternasyonal’in ana gövdesi olan SPD ve diğer sosyal demokrat partiler 1914’te dünya savaşı patlak verdiğinde kendi ülkelerinin burjuvalarının savaşını destekleyip devrimin boğazlanmasına destek çıktılar. Devrim sağanağı, sosyal demokrasinin üzerindeki kırmızı boyayı akıtmıştı. İşçilerin uluslararası birliği için kurulmuş partiler, işçilerin birbirlerini boğazlamasına onay veriyordu. 2. Enternasyonal çökmüştü. Karl Liebknect, bu karanlık günlerde savaş karşıtı sesin yükseltilmesi için mecliste tek başına en öne atılarak savaş bütçesini reddetti: “Asıl düşman içeride!”
Rosa, Mehring, Zetkin, Liebknecht hepsi savaş karşıtı devrimci propaganda için var gücü ile mücadele ediyordu. Tutuklamalar ve baskılarla başa çıkıyorlardı. Spartaküs Birliği’ni ilan eden devrimci liderler, devrimci bir kopuş için gerekli siyasi itirazları ortaya koysa da “kitlelerden izole olmamak” adına hala bağımsız bir devrimci parti inşa etmek konusunda adım atmıyordu. Komünist Parti, devrim başladıktan iki ay sonra, çok geç bir tarihte kurulmuştu.
Polemikler
Rosa Luksemburg, Bolşeviklerle bazı taktiksel konularda polemikler yürütmüştü.
Rosa’nın 1905 devriminden sonra, SPD bürokrasisinin hantallığı karşısında kitlelerin kendiliğinden hareketinin bürokrasiyi aşan gücüne yaptığı vurgu ve kitle grevi formülasyonu, işçi sınıfının bağımsız eylem kapasitesine duyduğu güvenle devrimci bir bakış açısını ifade ediyordu. Öte yandan da kitlelerin ihtiyacı olan devrimci partinin Bolşevik bir modelle mümkün olduğunu çok geç bir tarihte anlayacaktı. Almanya’daki bürokratik SPD deneyimi, onu uzun yıllar boyunca Lenin’in demokratik merkeziyetçi devrimciler partisi formülasyonu anlamasını engelledi.
Rosa, Çarlık yönetimi altındaki anavatanı Polonya’nın ulusal bağımsızlığına karşı çıkmakla kalmadı aynı zamanda Bolşeviklerin, ezilen ulus olarak Polonya’nın kendi kaderini tayin hakkına verdiği desteği de reddetti. Rus ve Alman işgaline karşı gelişen ve öteden beri güçlü olan Polonya milliyetçiliği gerici bir nitelik kazanmıştı. Fakat Çarlık rejimini yıkmak için mücadele eden Bolşevik için ise sorun bu şekilde ele alınamazdı: Ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımaksızın işçi sınıfını bölen milliyetçilik aşılamazdı; işçi sınıfı devrimci bir bilinç kazanamazdı. Polonyalı devrimcilerin bu atılımı kendilerinin yapması gerekiyordu.
Kasım 1918: Dev Uyanıyor
1918 Kasım’ında Almanya’da işçi ve asker konseyleri ortaya çıkmıştı; monarşi yıkılmış ve cumhuriyet ilan edilmişti. 10 Ocak 1919’da SPD 11 buçuk milyon oy (%37.8) ile iktidarı almıştı. Bu, 1917 Şubat’ında Rusya’da Çarlık’ın devrildiği, geçici hükümetin kurulduğu ancak fiili iktidarının Sovyetlerde olduğu ikili iktidar döneminin muadili olan bir gelişmeydi. Konseyler, iktidarı almak için her yerdeydi fakat burjuva devlet aygıtını parçalayacak programdan yoksundu. SPD, devrime öldürücü darbeler indirmeye hazırlanıyordu.
Ekim devrimi dümdüz bir yolla başarılmadı:1917 Temmuz’unda Rusya’da kitleleri erken bir kışkırtma ile kontrolsüz ayaklanmaya kışkırtan olayları Bolşevikler kontrol altına almıştı. Bu süreci kitlelerin birliğini sağlama ve önderliğini kazanmak için muazzam bir avantaja dönüştürmüştü. Ekim ayındaki planlı ayaklanmanın yolu böyle açıldı. Ocak 1919’da benzeri bir provokasyon Almanya’da ne yazık ki amacına ulaştı: KPD çok gençti ve kitlelerin liderliğini kazanmış değildi; olaylara yön verme kapasitesi yoktu. Kitleler SPD’nin etkisi altındaydı. Luksemburg ve liderliğin geri kalanı, üyelerini ikna edemiyor; erken ve kontrolsüzce ortaya çıkan ayaklanma konusunda Rosa ve Karl bile fikir birliğine varamıyorlardı. Kitlelerle ortak kaderi paylaşmayı tercih eden Rosa ve Karl kanlı biçimde bastırılan ayaklanmada katledildiler.
Devrimci enerji o kadar güçlüydü ki ilk devrim 1920 yazına kadar sona ermedi hatta 1923’te ikinci dalga geldi. Egemenler faşist diktatörlük kurmadan devrimi tam anlamıyla yenemeyeceğini anlamıştı.
Enternasyonalist Miras
Rosa ve Karl, Bolşeviklerin yoldaşıydı: İşçi sınıfının özgürleşmesine olan inancı, devrime bağlılığı, sosyalistleri ezilenlerin kürsüsü olarak gören bir anlayışı ve emperyalizme ve savaşa karşı ilkeli duruşu paylaştılar. Birlikte 3. Enternasyonalin temellerini attılar.
Rosa, Ekim Devrimini selamlamak için 1918’de şöyle yazıyordu: “ Bir parti, tarihî bir anda cesaretten, devrimci ileri görüşlülükten ve tutarlılıktan yana ortaya ne koyabilirse, Lenin, Troçki ve diğer tüm yoldaşlar da onu koymuştur. Batı sosyal demokrasisinde eksik olan tüm devrimci onur ve kabiliyet de Bolşeviklerde vücut bulmuştur. Ekim ayaklanmaları yalnızca Rus Devrimi’nin kurtarıcısı değil, aynı zamanda uluslararası sosyalizmin onurunun da kurtarıcısıdır.”
Rosa ve Karl da aynı şekilde Alman devriminin onurunu kurtarmıştır. İsimleri, Lenin ve Troçki’nin yanında daima yerini alacaktır.