Sansür Yok, Otosansür Var – Dolunay Aker

Sansür Yok, Otosansür Var – Dolunay Aker

Hayatın her köşesinde sansür uygulanıyor. İktidarın uyguladığı sansür yetmezmiş gibi gündelik ilişkilerde de içselleştirilen bir sansürle karşı karşıyayız. Peki bu durumu sadece sansür olarak adlandırmak yeterli mi? Sinik, söylemekten korkan, söyleceği şey hakkında bilgiyi teknik bir hale getiren sayısız korkunun birleşimi sonucunda artık konuşmayı unutan, konuşmaktan, anlatmaktan, doğallıkla paylaşmaktan çekinen bir toplum yarattık. O toplumun bireyleri de kendisine yöneltmediği soruları rahatlıkla başkasına söyleyebiliyor. Kendisinin üzerindeki yükten kurtulmanın bir başka yolu da budur.

Sansürü yaygınlaştırmak konuşmalarda başlar. Karşı tarafın konuşmasına izin vermeden, tahmin yürüterek, küçümseyerek, yok sayarak oluşturulan diyalog daha en baştan kaybetmiştir: Dil sansürü. Sartre, kendinde olan bilgiyi sistemin yararına kullananlara “pratik bilgi teknisyenleri” diyordu. Daha kendinde olan bilginin gücünün, evrenselliğinin farkında olmayan, ama ister istemez bir iç huzusuzluğa da sahip sistemin bilgi dökümanı; sistemin dışına çıkamayan, sistemin işlerliğini sağlayan aydın: konuşmalar da, gündelik ilişkilerde, akademinin yarattığı boğucu panaromada, sürekli bir arayış halinde, iç sorularını dışarıya sızdırmadan kendisine yöneltiyor. Diyalektiğin kargaşası burada mevcut. Payına düşeni söylemeyen, başbaşa konuşuyor her şeyi, yalnızlaşıyor, şehirde gezen küçük bir tanrıya dönüşüyor. Haykırıyor ama duyan yok. Kızıyor ama ciddiyetle karşılanmyor. Muhattabını bulamayan düşünceler bir o yana bir bu yana savrulup duruyor. Bu başlangıçta yaşanan iç çelişki…. Araya ekonomik unsurlar girdiğinde, vaatler sunulduğunda, mevkiler pazarlandığında, reklamın baş unsuru olduğunda “hayır” diyen, hayır dediği halde sarsılmayan aydın; kargaşadan nefesle çıkıp, başkasına da o nefesi paylaşacak olandır.

Gelelim sansürün yeterli bir tanımlama olup olmadığına. Baştan itibaren anlatmaya çalıştığım nokta, aslında sansürden de tehlikeli olan otosansürün ilişkilerde nasıl da saklanarak, üstü örtülerek hayatlarımıza nüfus ettiği, olağan bir duruma dönüştüğü; işte tamda o olağanlığın sonucuyuz. Bunu yaparsam ne derler dediğimiz anda özgür, berrak alanımızı kaybediyoruz. Başkasının dilinde söylenen sözün temsili oluyoruz sadece. Temsil bizi kısıyor, halbuki evrensel bilgi bize koca bir alanı sunmuştu. O alanda üretmek, paylaşmak, reddetmek, savunmak bizi yaşanılır bir ortama yöneltiyordu. Kendimizi değil başkasını da yaşasın diye teşvik ediyorduk. Gereksiz duygulanımın, depresyonun, yıkıcı ilişkilerin yeri olmuyordu dünyamızda. Haliyle bu ferah ortam gündelik yaşamdaki tavırlarımıza, yaklaşımlarımıza da yansıyordu.

Ama dilin sansüre uğradığı yerde kısılan bir dünya mevcuttur. Dile uygulanan sansür bireyin içinde kaynayan otosansürü de harekete geçirir. Söylemez, konuşmaz, duymaz, anlamak istemez, paylaşmaz, yaşamaktan kaçınır, tecrübe etmekten uzak durur. Yeniliği korkuyla karşılar. Her gördüğü muhteşem, her okuduğu eşsiz, her anladığı kendine özel… Bir dünya yaratır ve orada bir tek kendisi yaşar ve bu tekilliğin kendisine de bir faydası yoktur. Kaybolur, kaybolur, kaybolur; onu da anmaz, onu da görmez, onu da duymazlar. Otosansürün bizden aldığı alanı, bizden aldığı sesi, bizden aldığı evrensel gücü ona bırakmayalım. Sesini kaybeden kime ne söyleyebilir ki?

KATEGORİLER