Bir Kırılma Noktası Olarak 7 Haziran 2015 – Emre Güntekin
7 Haziran 2015’te gerçekleşen genel seçim Türkiye’nin yakın tarihinde önemli bir kırılması noktası oldu. Kürt siyasal hareketi HDP çatısı altında ilk kez parti olarak girdiği seçimlerde aldığı % 13,12 oy oranıyla 12 Eylül’ün koyduğu seçim barajını yıkarak Meclise girerken; AKP 13 yıl sonra ilk kez tek başına çoğunluğu sağlayamadı. 7 Haziran’ın önemi özellikle Gezi Direnişi ile otoriterliğin dozajını artıran AKP iktidarının zayıflığını ortaya koymasında yatıyordu. O güne kadar girdiği her seçimi domine eden iktidarın seçimle iktidardan gidebileceğine dair yıllar içinde oluşan umutsuzluğun dağılmasında 7 Haziran önemli bir rol oynadı.
7 Haziran sonrasında ise Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden birisi yaşandı. 2009-2015 yılları arasında çelişkilerle yürüyen Kürt sorununda çözüm süreci rafa kaldırıldı. Daha iki yıl öncesinde Diyarbakır’da yapılan Newroz kutlamalarında Öcalan’ın mektubunun okunduğu bir süreçten “Beyaz Toros” tehditlerinin sahaya indiği kanlı bir kirli savaş sürecine geçildi. Yıllarca Kürt sorununda atılan adımları toplumun liberal-orta sınıf katmanlarını arkasına takmak için kullanan ve farazi bir demokratikleşme söylemini ön plana çıkaran iktidar açısından yeni bir konsepte geçildi ve çok kısa sürede bunun oldukça kanlı sonuçlarıyla karşılaşıldı: Diyarbakır, Suruç, 10 Ekim… Yüzlerce kişiyi kaybettiğimiz bu kanlı katliamlar 7 Haziran sonrası inşa edilecek olan otoriter-baskıcı rejimin harcı olarak kullanıldı.
7 Haziran sonrasında AKP bir yandan CHP ile koalisyon görüşmeleri gerçekleştirirken, diğer taraftan bunun gerçekleşmeyeceği ve iktidar açısından bir zaman kazanma taktiği olduğu çok açıktı. Nitekim Erdoğan ve dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu başta olmak üzere iktidarın sözcüleri AKP iktidardan giderse Türkiye’nin nasıl bir felaketle yüz yüze kalacağı üzerine kurulu bir söylemi her ortamda dillendiriyorlardı. Erdoğan ise seçimler öncesinde başkanlık sistemine geçiş planlarının bir ürünü olarak halka yönelik verin 400’ü bu iş huzur içinde çözülsün mesajları veriyordu. Ancak Erdoğan’ın başkanlık sistemini getirecek bir çoğunluğa ulaşma hedefi özellikle ekonomik problemlerin toplum üzerindeki etkilerinin ağırlaşmaya başlaması, Türkiye’nin maceracı dış politikasının yarattığı sorunlar ve HDP’nin Türkiyelileşme politikasının toplumun muhalif kesimleri üzerinde yarattığı etkinin sandığa da yansımasıyla amacına ulaşamayacaktı.
Korku iklimi yaratarak hegemonyayı derinleştirmek, Makyavelist bir yöntem olarak kriz anlarında egemen sınıfların sıkça başvurduğu bir yöntemdir. Türkiye bunun en açık örneğini 12 Eylül’de yaşadı. 70’ler boyunca Türkiye’yi sallayan güçlü sınıf mücadelesi dalgasına ve devrimci harekete rağmen derin devlet ve kontrgerillanın organize ettiği katliamlar ve suikastler darbeye giden zeminin döşenmesinde ve toplumun da artık kendisini bu dibi görünmeyen çatışma ortamından çıkaracak bir kurtarıcıya razı edilmesinde önemli rol oynamıştı. 7 Haziran’dan AKP’nin 1 Kasım 2015’te tekrar tek başına iktidara geleceği seçimlere kadar yaşanan süreçte de aynı durum kendisini tekerrür etti.
1 Kasım sonrası şekillenen AKP-MHP koalisyonu o günden bu yana toplumsal muhalefet kanallarını sistematik olarak daraltırken; bu sürecin muhalefet bileşenleri üzerindeki etkisine de değinmek gerekmektedir. Öncelikle 7 Haziran’ın belirleyici güçlerinden birisi olan Kürt ulusal hareketi bu koalisyonun başlıca hedefi haline gelirken, gerek tutuklamalarla siyasal alanda gerekse de içerde ve dışarıda yapılan askeri operasyonlarla ciddi bir zemin kaybı yaşadı. 7 Haziran’a giderken yaptığı “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışıyla HDP’nin toplumun farklı muhalefet kanallarından büyük bir sempati ve oy desteği kazanmasını sağlayan Demirtaş’ın tutuklanmasıyla yeri hala doldurulamayan bir boşluk meydana geldi. Özellikle geçtiğimiz yıl yapılan yerel seçimlerde Kürt kentlerinde yaşanan gerileme bu krizin aşılamadığını göstermişti.
Öte yandan 7 Haziran sonrasında iktidar koalisyonunun basıncı CHP’nin sağa kayışının hız kazanmasına yol açtı. Milletvekillerinin tutuklanmasına giden süreçte anayasa değişikliğine destek vererek iktidarın özellikle HDP’ye yönelik saldırılarına geçit veren ve en ufak bir tepki ortaya koyamayan CHP cephesinde bu süreçte yaşanan tek istisnai durum Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasına karşı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı “Adalet Yürüyüşü” oldu. Hemen her kesimden çok geniş bir toplumsal destek kazanan yürüyüş 15 Temmuz sonrasında ilan edilen OHAL koşullarında toplumsal muhalefetin kendisini göstermesinin bir aracı oldu. Ancak yürüyüşün ardından CHP’de politikalar, sağ partilerle ittifak kurarak iktidarın seçim sandığında geriletilmesi üzerine kurulu aritmetik hesaplar üzerinden şekillenmeye devam etti. Toplumsal muhalefetin en solunda yer alan kesimlerde ise, bu süreçte büyük bir atalet ve geri çekilmenin yaşandığını söylemek gerekiyor. Sosyalist solun geniş kesimleri iktidar saldırılarına karşı kendi korunaklı alanlarına çekilirken; özellikle ihraç dalgalarıyla birlikte KESK büyük bir abluka altına alındı. OHAL koşullarında her türlü grev ve eylemin yasaklanmasıyla birlikte işçi hareketi önüne bariyerler çekildi.
Ancak bu süreçte iktidarın kullandığı kutuplaştırıcı ve yoğun İslamcı-milliyetçi dilin kendi kitlesini kemikleştirdiği gibi toplumun muhalif kesimlerindeki öfkenin de yoğunlaşmasına yol açtığını belirtmek gerekir. Bugünlerde ise başta işsizlik ve geleceksizlikle boğuşan gençlik olmak üzere, yoksullukla boğuşan emekçiler cephesinde iktidar karşıtlığının büyümeye başladığı görülebilir. Yerel seçimlerde muhalefetin büyük işçi kentlerinde gösterdiği başarı iktidarın bütün devlet aygıtını kendisini ayakta tutacak şekilde şekillendirmesine rağmen erimeye yüz tuttuğunun bir göstergesi oldu. Bugün ekonomik krizin de etkisiyle bu erimenin daha da derinleşeceği aşikâr ve Erdoğan’ın bütün yapabileceği 5 yıldır bıkıp usanmadan üzerine oynadığı kültürel kamplaşmayı, etnik ve dini gerilimleri kaşımak olacaktır ki son günlerde bunun için her yol deneniyor.
Mesele bu öfkenin kültürel kamplaşmaların ötesinde akabileceği bir kanalın yaratılmasıdır. Sınıfsal bir söyleme dayanmayan muhalefet biçimi eninde sonunda iktidarın çözülüşüne hizmet etmekten öte farklı kutuplar arasındaki gerilimi büyütmektedir. Laik-muhafazakar, Türk-Kürt, Alevi-Sünni fark etmeksizin en nihayetinde bütün emekçileri tek bir ortak hedefe kilitleyebilecek, aynı duygular etrafında bütünleştirebilecek tek şey ait oldukları sınıfın kavgasını ön plana çıkarmaktır.
Pandeminin etkisiyle birlikte iyice ağırlaşan ekonomik krizin etkisiyle işsizlik oranlarında artış ve toplumun büyük çoğunluğunda hızlı bir yoksullaşma gerçekleşirken Erdoğan’ın ve rejiminin tutunabileceği fazla bir seçenek kalmamış durumda. Toplumsal muhalefet açısından örgütsüzlüğün, umutsuzluğun, yılgınlığın yaygın olduğu yıllar geçirdiğimiz kesin. Ancak bir halk türküsünden alıntı yapacak olursak “hangi gün gördük ki akşam olmamış.”. Akıntıya karşı ilerlemek için yapmamız gereken örgütlü bir şekilde hareket etmektir.