Türkiye Sosyalist Solundaki ‘Statüko’ya Dair – Tahsin Mert Saygın

Türkiye Sosyalist Solundaki ‘Statüko’ya Dair – Tahsin Mert Saygın

Geçtiğimiz günlerde Türkiye İşçi Partisi’nin haber sitesi ilerihaber.orgda Bizim kuşak II başlığıyla Burak Çetiner imzalı bir yazı yayınlandı. Bu vesileyle hem Gezi isyanı ve sonrasına dair son günlerde çıkan yazılara/açıklamalara bir eleştiri, hem de Türkiye solunda işlerliği meçhul bir devrimci tartışma kültürüne katkı olması açısından bu yazıyı kaleme aldık.

Çetiner’in yazısına ilerde döneceğiz ama bahsettiğimiz yazı ve türevlerine birkaç örnek vermek faydalı olabilir. BirGün gazetesinde çıkan Sol Parti lideri Alper Taş’ın yazısı, bunlardan biri. Ana vurgusunu kamuculuk, bağımsızlık, laiklik ve halkçılık gibi sosyalizmden çok sosyal demokrasinin ideolojik kökenlerinden alan yazıda Gezi’nin neden yenildiğine dair bir teorik/pratik eleştiri bulamıyoruz. Aynı şekilde Halkevleri’nin açıklaması da yapıcı bir tutum almaktan çok uzak bir güzelleme şeklinde kaleme alınmış.

Çetiner’in söz konusu yazısı, Türkiye soluna dair bazı doğru tespitler içermesinin yanında, mevcut “Gezi” güzellemelerinin bir adım ötesine geçmesi bakımından yapıcı olabilecek argümanlar sunuyor. Nesnel koşulların oldukça verimli olmasına karşın devrimci öznelerin bu süreçte giderek hantallaşarak güçsüzleşmesi tespiti bunlardan biri. Gerçekten de “artık kapitalizmin hegemonyası sarsılmaz şekilde yerleşti” şeklindeki söylemleri, söylenen ağza geri tıkarcasına dünyanın dört bir yanında irili ufaklı birçok eyleme, direnişe şahit olduk. Bunların bir kısmı, görünüşte kimlik ve demokratik haklar temelli olsa da aslında daha derinde var olan sınıfsal eşitsizliklere işaret eden önemli deneyimlerdi. En basitinden, Amerika’da George Floyd’un katledilmesiyle başlayan kitlesel protestolarda öne çıkan sloganlardan biri eat the rich (zenginleri yiyin) idi. Bunun yanında eylemlerin önemli bir kısmı da —Şili, Fransa, Irak, Lübnan gibi— bariz olarak sınıf temelli bir yerden hareketle gerçekleşmişti. Yazarın milenyum kuşağı olarak işaret ettiği kuşak da 1950’lerden beri toplumsal zenginlikten en az payı alan kuşak. Yani iktidarların ırkçılık, muhafazakarlık gibi ideolojilerinin, bu ideolojileri mümkün kılabilecek yegâne üretim biçimi (kapitalizm) olmadan var olamayacağının bilincine, en azından sezgisel olarak varma durumundan söz ediyoruz. Buna karşın ne Türkiye’de ne de diğer ülkelerde sosyalist sol, bu toplumsal öfkeye öncülük edebilecek bir özne olmaya kadir.

Fakat ne yazık ki söz konusu yazı, bu tespitleri ortaya koymasına rağmen herhangi bir çözüm önerisi sunmaktan uzak kalıyor. Aslında yazının temel argümanını içindeki iki cümlede yakalamak mümkün. Bunlardan biri “…Türkiye Sosyalist Hareketi’nin bu dönemdeki sadece pratik değil teorik yanlışlarını da ortaya koyamazsak bu açıklamaların tamamı eksik kalır”. Diğeri ise son paragrafta kalın harflerle yazılmış olan Sosyalist hareketteki statüko kırılmalıdır! ifadesi. Türkiye sosyalist solu için oldukça radikal olan (!) bu söylemler, mantıksal sonuçlarına vardırılmadıkça okuyucu için bir anlam ifade etmeyen, salt iyi niyetli denebilecek bir girişim olarak sınıfta kalıyor. Tabii söylenenlere bakmak kadar nelerin söylenmediğine bakmak da bize birtakım ipuçları verebilir. Bizce “bu yazıda ‘statüko’ kavramını derinleştirmek pek[âlâ] mümkün”dü.

“Eğer kısır tartışmalara girmek istiyorsak o ya da bu örgütün hatalarını geçmişe takılı kalarak tartışmaya devam edebiliriz” denmiş fakat Türkiye sosyalist solu soyut bir varlık değil, sahada mücadele eden (hatta çoğu zaman etmeyen), geleneğe damga vurmuş kanlı canlı örgütlerden oluşuyor. Bu örgütleri TKP (ve bölünmesi sonrasında ortaya çıkan partiler), Sol Parti, EMEP ve Halkevleri olarak sıralayabiliriz. Hatta bir kısmı bu güçlerin yönetimi altında bulunan DİSK, KESK, TMMOB gibi bir dizi sendika ve meslek odasını da saymak mümkün. Çetiner’in altı boş olarak da olsa belirtmekten geri durmadığı ‘teorik yanlışlar’ın adının konmaması, bu omurgayı oluşturan belirleyici genel eğilimin eleştirisini yapmamak bizce daha iki yüzlü bir tutum olur —tabii ki devrimci bir üslup ve niyetle olmak kaidesiyle. Bu yazının çıkış noktası da burasıdır.

Hemen adını koyalım: Türkiye sosyalist solundaki ‘statüko’ bürokratizm, dar grupçuluk ve AKP karşıtı hatla uzun erimli bir sosyalist politikayı şekillendirebilmekten yoksun teorik açmazlar olarak sıralanabilir.

Bürokratizm, sendikalar ve meslek odalarının harekete geçmesini engelleyen düzen içi ilişkileri perçinlediği gibi örneğin Birleşik Haziran Hareketi (BHH) deneyimi ve TKP’nin bölünmesi sürecinde önemli sıçramalara yol açabilecek bir dizi fırsatı dizginleyen bir etmendi. Söz konusu bölünme sonucunda ortaya çıkan örgütler ya eskisiyle aynı yolu tuttu, ya da hem devrimci hem de cumhuriyetçi söylemleri aynı potada eriten merkezci bir siyaset biçimini seçti.

Dar grupçuluk, birçok farklı eğilimden insanın birlikte mücadele ettiği Gezi’den sonraki dönemde bile kabuğunu kırmaktan uzaktı. Ortak iş yapma iddialarının başında değerlendirilebilecek BHH ise sahada birlikte mücadele etmeyi ön plana almaktan çok sınırlayıcı bir ideolojik programla malul şekilde unutuldu, sönümlendi. Sahada varlık göstermekten de uzaktı. Halbuki yapılması gereken, farklı politik eğilimlerden emekçileri ve gençliği ortak bir cephede örgütleyebilecek, AKP karşıtı hattı fersah fersah ileriye taşıyabilecek bir somut iş birliğini hayata geçirmekti. Bu durum hala geçerliliğini koruyor, nitekim amacımız eleştirirken aynı zamanda bugüne dair söz söylemek.

Tabii burası doğrudan teorinin kısırlığıyla ilgili olan ‘statüko’ tanımımıza bağlanıyor. En nihayetinde pratikteki yetersizlik, kaynaklarını içinde yaşadığı toplumu doğru analiz etmekten uzak teorik açmazlarda bulur. 1990’lardan itibaren giderek artan biçimde kimlik siyaseti ve sol popülizm, Türkiye sosyalist solunun bel kemiğini oluşturan geleneklerin birçoğunun ana damarı haline geldi. Bunun tek değilse de en somut göstergesi, İslamcı muhafazakarlaştırmaya karşı laiklik, yaşam tarzları ve cumhuriyet üzerinden yapılan muhalefet. Sol liberal bir muhtevayla hareket eden bir diğer kanat da AKP iktidarını ‘önemsizleştirici’ politikalarla, (örneğin Ergenekon gibi gündemlerde) AKP’nin değirmenine su taşımaktan geri kalmadı. Mevzubahis örgütler, birbirinden farklı politikalar izlese de son kertede tümünün az ya da çok bu eğilimlerden beslendiğini söylemek mümkün. Sosyal demokrasinin bile rahatlıkla sahiplenebildiği bu tarz politikalar, neoliberal düzenin iflasının billurlaşmaya başladığı bu dönemlerde topluma heyecan vermekten çok uzaktır. En önemli düşünsel kaynaklarından birini merkez-çevre teorisinde bulduğu şekliyle, hâkim söylem tarafından kültürel yarılmalar üzerinden tanımlanagelen Türkiye toplumunun sosyalistler tarafından örgütlenmesi, ancak bir emek radikalizmiyle başarılabilir. Sosyalistleri diğer siyasetlerden ayırt edebilecek en önemli politika budur. Fakat Türkiye sosyalist solunun önemli bir bölümü için bu politika, uzun zamandır ikinci plana atılmış durumdadır. Unutulmamalıdır ki AKP ve türevleri, ‘kindar ve dindar’ bir nesli onu ancak yoksullukla terbiye ederek yaratabilir.

Bu sözlerden salt ekonomik indirgemeci bir politikayı savunduğumuz anlaşılmamalıdır. Sınıf perspektifli bir yaklaşım, günün gerektirdiği şekilde farklı kimlikleri ve bununla ilintili olabilecek demokratik hak savunularını kapsayabilecek kapasiteye sahiptir. Şimdiye kadar bu perspektif, gerçek anlamıyla kapsamlı olarak hayata geçirilememiştir ki asıl sorun buradadır. Bu vurguyu öne çıkaran politikaların kısa zamanda toplumda karşılığını bulduğu, muhtelif örneklerle çeşitlendirilebilir.

Son olarak, [çoğunlukla doğrudan teoriye bağlı olan] pratikteki hantallık, Türkiye sosyalist solunun aşması gereken bir eşik olarak önümüzde duruyor. Sosyalist sol iktidara bir alternatif olmaya aday olacaksa, takvim günleriyle sınırlı kalmayan (ki takvim günlerinde bile gereken enerjinin gösterildiğini söylemek oldukça zor), var olabildiği her mecranın ve alanın sınırlarını zorlayan olmak durumunda. Kadir-i mutlak bir AKP imajına rağmen sosyalistlerin kitle çalışması yapmasının koşulları, yapmak isteyen için mevcut.

KATEGORİLER
ETİKETLER