Kapitalizmin Umudu Keynesçilik mi? – Güneş Gümüş
Kapitalizmin en büyük 4 krizinden biri olan 2008 krizinin üzerinden 11 yıl geçmiş, 2019’a gelmiştik. Kapitalist sistemin karar vericileri bu 11 yılı daha da büyük bir kriz yaratma pahasına günü ancak kurtaran finansallaşma savuşturmalarıyla geçirdiler. İşte 2019’da bu ötelemenin sonuna gelindiği ayan beyan ortaya çıkmıştı. 2020’de yeniden büyük bir krizin patlak vereceğini hemen herkes söyler hale gelmişti. Beklenmeyen COVID-19 pandemisinin büyük serseri bir meteor gibi kapitalist dünyaya çarpmasıydı. Böylece krizin boyutları sıçramalı biçimde büyüdü. Daha ılımlı analizleriyle tanınan IMF, raporlarında, Büyük Buhran’ı geride bırakacak bir krizden; dünya çapında 300 milyondan fazla insanın corona nedeniyle kalıcı olarak işsiz kalacağından bahsediyor.
Şimdilerde büyük tekellerin sözcüleri, merkez bankaları, kapitalist hükümetler ile burjuva iktisatçılar ve akademisyenler bu kriz durumundan nasıl çıkılacağı konusunda kafa patlatıyorlar. Egemen sınıflar neoliberal uygulamalara devam deseler de bu modelin artık yürümediği kimse için sır değil. Alternatif yeni bir sermaye birikim modeli arayışlarında Keynesyen model yeniden ilgi odağı haline geldi. İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’lere uzanan dönemde kapitalizm altın çağını yaşarken yürürlükte olan Keynesyen model bugün yeniden devreye sokulabilir mi? Özellikle de pandemi etkisiyle patlama yapan işsizlik ve küresel talepte yaşanan büyük düşüş ortamında, “kapitalist ekonominin işleyişini mükemmelleştirmek için talebi nasıl artırırız” sorusuna odaklanan Keynesyen modeli tekrar gündeme taşıyor.
Keynes Nasıl Bir Çözüm Öneriyor?
Keynes’in ekonomik modelini bütünlüklü olarak ortaya koyduğu “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” kitabı 1936 tarihlidir. Bu tarih hiç de tesadüf değil; çünkü tüm dünyadaki olağanüstü şartlar tam da yeni bir sermaye birikim modelinin açığa çıkması için elverişli koşullar yaratıyordu. Dünyayı kasıp kavuran 1929 Buhranı, sanayi kapitalizminin ilk dönemlerinde burjuva iktisat üzerinde hegemonyasını kuran “laissez-faire” anlayışının tartışılmasına imkan verir. Keynes de tam bu konjonktürde “piyasa her şeyin en iyisini kendi başına bulur” demek olan bu anlayışın etkisini uzunca bir dönem silecek, talep yanlı bir model geliştirir. “Laissez-faire”, piyasa kendi işleyişine bırakıldığında dengesini bulur; iktidarların yapabileceği en kötü şey piyasanın işleyişine karışmaktır söylemiyle özetlenebilir. Bir şiarla özdeşlecekse “bırakınız yapsınlar” en uygunu olacaktır (1).
Hayatı boyunca Liberal Parti’nin üyesi ve ekonomi danışmanı olan John Maynard Keynes, sorunu kapitalizmde değil, düzenlemenin olmadığı piyasalar ve yatırımcılara dayanan “laissez-faire” kapitalizminde görür. Bu tespitinin felsefi geri planında bireylerin kendi çıkarları peşinde koşmasının toplumsal olarak mükemmel sonuçlar doğurmayacağı fikri vardır; çünkü “bireyler … ideal sonuçlara ulaşmak için gereken bilinç, bilgi birikimi ve iradeye genellikle sahip değildirler; diğer bir deyişle, önündeki fırsatları kullanma kapasitesine sahip olmayan birey, ya fayda azamileştiren sonuçlara ulaşmak için ya da bu özgürlüğü elde etmek için başka araçlara ve başkalarına muhtaçtır” (Kılınçoğlu ve Özçelik, 2016: 31).
Keynes açısından herkesin toplumun geri kalanını umursamadan kendi çıkarının peşine düşmesi ve bu durumun yarattığı çelişkiler devlet müdahalesiyle düzeltilmezse sistemin tıkanması kaçınılmaz olur. Mesela tek bir firma için ücretleri düşürüp karı artırmak anlamlı görülebilir ama ekonominin geneli ve anın ötesinde bir zaman dilimi dikkate alındığında bu durum işçilerin metaları satın alma kapasitesine sekte vuracağından talepte düşüşü beraberinde getirecektir (2).
Keynes, ekonomik durgunluğun sebebi olarak harcamalardaki yetersizliği görür. Yetersiz harcamalar dendiğinde efektif talebin iki bileşeninden bahseder: Ücretleri düşen işçilerin tüketim harcamaları ile talepte düşüş sonrası gelecek konusunda karamsarlaşan yatırımcıların yeni girişimlerden uzak durması. Böylelikle kısır döngü başlar: Talep düştüğü için, kapitalistler yatırımları azaltır; bu defa işsizlik artar ve alım gücü düştüğünden talep daha da düşer.
Marksist kriz analizi adı altında da eksik tüketimi krizin sorumlusu ilan eden yorumlar bulmak mümkündür. Bu tespitler ilk elde ekonomik görünümle uyum içindedir. Gerçekten de sermaye sürekli emekçiden kısmakta ve harcama kapasitesi sürekli gerileyen işçiler de yeterince tüketememektedir. Sonuçta metalar ancak satıldığında kar elde edildiğinden ekonominin bu durumda krize girmesi kaçınılmaz olmaktadır. Ancak kapitalizmin dinamikleri detaylı şekilde ele alındığında bu tespitlerin krizi açıklamak konusunda yetersiz kalacağı görülür. Eksik tüketimci kriz teorileri, kapitalizmde krizlerin neden sürekli olduğuna açıklık getiremez. Eğer krizin nedeni işçi sınıfının tüketim kapasitesinin zayıflığıysa bu kapitalizmin vazgeçilmez bir gerçeğidir. Marx’ın ortaya koyduğu gibi bütün artı-değerin kaynağı işçinin karşılığı ödenmemiş emeği; yarattığı değerin kendi cebine değil patronların kasasına gitmesidir. Yani kapitalizm var olduğu sürece eksik tüketim var olmaya devam edecektir. Eksik tüketimci analizler neden belirli tarihsel anlarda – hatta kimi zaman tüketimin zirve yaptığı anlarda – krizlerin ortaya çıktığını açıklayamazlar. Mesela 2008 krizi konut alımı için kredi kullanımının zirve yaptığı bir dönemin ürünüdür:
Bunalımlara, fiili tüketim ya da fiili tüketici azlığının neden olduğunu söylemek, boş bir yinelemeden başka bir şey değildir… Bir kimse, eğer, işçi sınıfının kendi ürününden çok küçük bir kısım aldığını, bundan daha büyük bir pay aldığı zaman ve dolayısıyla ücretleri yükselir yükselmez bu kötülüğe bir çare bulunacağını söyleyerek bu boş yinelemeye derin bir gerekçe görüntüsü vermeye kalkışırsa, bunalımların, daima ücretlerin genellikle yükseldiği ve işçi sınıfının, yıllık ürününün tüketime ayrılan kısmından daha büyük bir pay aldığı bir dönemde hazırlandığına işaret etmek yeterli olacaktır (Marx, 2003: 366-367).
Yığınların eksik-tüketimi, sömürüye dayanan bütün toplum biçimlerinin, öyleyse kapitalist toplumun da, zorunlu bir koşuludur; ama yalnızca kapitalist üretim biçimi bunalımlara yol açar. Buna göre, eksik-tüketim de bunalımların bir önkoşuludur ve bu işte uzun zamandan beri bilinen bir rol oynar; ama bunalımların bugünkü varlığının nedenlerini, bize geçmişteki yokluğunun nedenlerini açıkladığından daha çok açıklamaz (Engels, 2003: 409).
Marks, kapitalist krizin arkasında kar oranlarındaki düşme eğiliminin olduğunu savunur. Krizlerin nedeni tüketim eksikliği değil, karlılık krizidir. Rekabet halindeki kapitalistlerin yatırım harcamalarına ayırdıkları devasa pay öyle artar ki sermaye olarak konulan paraya oranla ele geçen kar miktarı (kar oranı) düşme eğilimi gösterir. Sürekli aksi yöndeki çabalarla bu düşüş engellenmeye çalışılsada bu durum artık sürdürülemez hale geldiğinde kapitalistler açısından üretim anlamsız bir faaliyete dönüşür. Kriz dalga dalga bütün sektörleri vurur.
Nasıl Talep Yaratılacak?
Keynes’e göre 1929 Buhranı devlet müdahalesi olmadan içinden kolayca çıkılamayacak bir kısır döngü yaratmaktadır; yüksek işsizlik, efektif talepte azalma, iş hacminde düşüş ve tekrar artan işsizlik. Keynes’in çözüm önerisi; hükümetlerin tam istihdam sağlayıcı politikaları yaşama geçirmesi, kamu işletmeleri kurmak üzere yatırım harcamalarında bulunması, tüketimi artırmak için gelir adaletsizliğini engelleyecek mali politikaları uygulamaya sokmasıdır. Keynes’e göre devlet müdahalesinin gerektirdiği harcamaların kaynağı aslen özel harcamaları azaltacak vergilerden değil kamu borçlanmasından sağlanmalıdır.
Keynesyen modelin temel direklerinden biri gelir dağılımı ve kamu harcamalarını düzenleyecek olan mali politikalardır. Bu politikalar gelir adaleti için zenginin vergilendirilmesi ve elde edilen kaynaklarla refah devletinin inşa edilmesine dayanır. Mesela 1940’larda en yüksek gelir grubundan alınan vergi oranı %91 olmuş ve Avrupa’da da benzer vergi oranları geçerli olmuştur. Sonuçta düşük gelir grubu gelirinin çok daha büyük bir kısmını harcamakta; bu kesimin gelirleri yükseldiğinde toplam talepte artış yaşanmaktadır: “bireylerin gelirleri arttıkça tüketimleri artar ancak tüketim artış oranı gelir artış oranının altında kalır. Yani bireyler, gelirleri arttıkça gelirlerinin giderek daha az bir kısmını tüketime ayırırlar… Gelirin giderek daha düşük bir kısmının tüketime harcanması efektif talebin yetersiz olmasına ve bu nedenle fiyatların ve karlılık düzeyinin düşmesine neden olur” (Kılınçoğlu ve Özçelik, 2016: 129). Keynes, gelirin daha adil dağılmasının tüketim harcamalarını artırarak sermayenin büyümesine hizmet edeceğini savunur.
Keynes açısından yaşadığımız toplumun en büyük iktisadi hatası tam istihdam sağlamada başarısız olması ve servet ile gelir dağılımında keyfilik ve aşırı eşitsizliktir. Tam istihdamın olmaması sermayenin büyümesi önünde de bir engeldir. Keynes, özel teşebbüsün tam istihdam sağlamaktaki başarısızlığının devletin maliye ve para politikalarıyla telafı edilmesini önerir. Keynesyen modelin para politikasının temel hedefi yatırımı teşvik etmektir. Keynes açısından yatırımları teşvik etmenin yolu, faiz oranlarını düşük tutmaktan ve patronların gelecek konusunda karamsarlaşmasına neden olan tüketim harcamalarındaki yetersizliği aşmaktan geçmektedir. Düşük faiz oranları, yatırım için kredi kullanacak sermayeye önemli bir teşvik olacaktır (3).
Kapitalizmden Kopmadan
Keynes, piyasanın kendi haline bırakılmaması gerektiğini savunurken liberal bir ekonomi modelinin dışına çıkmaz; özel teşebbüsü ortadan kaldıracak genel bir müdahale ve düzenlemenin savunuculuğunu yapmaz. Sosyalizme, Ekim Devrimi’ne, Bolşevizme açıkça karşı olan Keynes safını sermayenin yanında görür:
İşçi Partisi’ne katılmalıyım? [çn. Muhafazakar Parti’ye göre] Görünürde bu daha çekici. Ancak yakından bakıldığında büyük zorluklar var. Öncelikle, bu bir sınıf partisi ve bu sınıf benim sınıfım değil. Hizipçi çıkarlar peşinden koşacak olursam eğer, kendi çıkarlarımı takip ederim… Sınıf savaşı beni eğitimli burjuvazinin yanında bulacaktır (Keynes, 1963: 324).
Keynes’te üretken sanayi sermayesi ile spekülasyoncu finansal sermaye konusunda net bir ayrım vardır. Genel Teori kitabında Keynes, paranın spekülatif amaçlarla talep edilmesini ekonomik krizin en önemli nedenlerinden biri olarak görür:
“Krizi”, para talebinin hem ticaret ve hem de spekülâtif amaçlar çerçevesinde arttığı durumda faiz oranlarının artma eğilimine vurguda bulunarak açıklama alışkanlığını elde ettik (Keynes, 2010: 269).
Spekülatörler, girişimin düzenli bir biçimde sürmesi konusunda baloncuklar gibi zararsızdır. Ancak, girişim, spekülâsyon girdabı içinde baloncuk haline geldiğinde iş değişir. Bir ülkenin sermayesinin gelişimi bir gazinonun yan ürünü haline geldiğinde, işlerin hastalıklı bir hale gelmesi mümkündür (Keynes, 2010: 142).
“İşlevsiz bir yatırımcı olarak” gördüğü rantiyerin ortadan kalkması için yüksek vergiler, düşük faizlerle ve finansal sistem üzerinde sıkı bir devlet kontrolüyle finansal rantın önüne geçmek gerektiğini düşünen Keynes, rantiyerin ortadan kalkışının paranın spekülatif kullanımını engelleyeceği için yatırımın artmasına ve tam istihdama ulaşmaya hizmet edeceği iddiasındadır:
Rantiyer girişimciden daha az harcama eğilimindeyse, reel gelirin tedricen rantiyerden çekilmesi, para miktarında meydana gelecek küçük bir artışla ve faiz oranında, bunun tam da zıddı bir hipotez geçerli olduğunda gerçekleşecek olandan daha küçük azalmanın meydana gelmesiyle tam istihdama ulaşılacağı anlamına gelmektedir (Keynes, 2010: 250).
Kapitalizm zora düştüğünde imdadına yetişen birçok ideolog ekonomik ya da toplumsal krizlerin sorumluluğunu sisteme değil onun çeşitli unsurlarına atfetmeye yönelir. Keynes gibi finansal sermayeyi kötülüklerin anası kabul edenler özellikle çoktur. Mesela Kautsky, emperyalizmi, spekülatör finansal sermayenin savaş yanlılığının bir ürünü olarak tanımlamıştır. Sonuçta üretim yapıp iş imkanları yaratacağına yüksek faiz peşinde koşan finansal sermayenin tukaka ilan edilmesi kolaydır. Ama bu tespit olsa olsa kapitalist işleyişin anlaşılmadığını ele verir. Marx, finansal sektörün üretimle bağını kurmuş; sermayenin organik bileşimindeki artışla artan finansallaşma arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur. İyi sanayi sermayesi ile kötü finansal sermaye arasındaki ayrım sunidir. Bu iki unsur çok içiçe girmiş olmasının yanında artan finansallaşma “mükemmel” kapitalist ekonomiden bir sapma değil, kar oranları düşen sermayenin bu düşüşü telafi etmek için daha yüksek kar oranları arayışına denk düşer:
Kar oranı düştüğünde… hepsi [kapitalistlerin] de, genel ortalamadan bağımsız ve bu ortalamayı aşan fazladan bir kar koparma amacına dayalı yeni üretim yöntemleri, yeni sermaye yatırımları, yeni serüvenler ile, gözü dönmüşcesine girişimler yoluyla, bir kapkaççılık ve bu kapkaççılığı yaygın hale getiren ve isteklendiren bir ortam belirir (Marx, 1997: 229).
Finansal sektörün ağırlığının artması kapitalizmin çürümesini işaret eder. Artık yaşlanmış kapitalist sistem eski büyüme oranlarına, karlılık seviyelerine ulaşamamakta ve bu koşullar altında sermayenin önemli bir kısmı üretimin zahmetlerine katlanmaktansa küresel düzenin her bir köşesinde yüksek faiz oranlarıyla tasarruflarını sunabileceği üretken sermayedarlar bulma arayışına girmekte ve onların artı-değerinden pay sızdırmayı tercih etmektedir.
Keynesyen Model Başarılı Oldu mu?
Keynesyen model 1970’lerde görülmemiş bir fenomenle; yüksek enflasyon, artan işsizlik ve düşük büyümenin bileşimini ifade eden stagflasyonla sonuçlanınca egemen sınıflar açısından vadesini doldurdu. 1970’lerdeki ekonomik kriz koşullarında artık yüzler yeni bir sermaye birikim modeline, neoliberalizme dönmüştü. Tabi ki başarısızlığın gerisinde aslen o ya da bu ekonomi modeli değil; kapitalizmin kendi dinamikleri vardı. Kapitalizm kar oranlarındaki düşüş eğilimi nedeniyle yaratmaya yazgılı olduğu krizleri “mucizevi” bir ekonomik modelle aşamaz. Aksine krizde geçen süre uzarken, krizler arası zaman dilimi de giderek kısalır.
Peki Keynes’in talep yanlısı modeli nasıl İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’lere kadar parlak günler yaratabildi? Aslında kapitalizmin “altın çağı”nın doğrudan Keynesyen politikaların bir ürünü olmadığını ifade edelim. Kapitalizmin ekonomik krizden çıkış yakalayabilmesi için kar oranlarının düşüş eğilimini restore etmesi gerekiyordu. Bahsi geçen dönem bu restorasyon için en elverişli dönemlerden biridir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bütün bir Avrupa yıkıma uğramış, savaşın ardından ABD desteğiyle yeni bir inşa süreci başlamıştı. Savaş sonrasında işgücü maliyeti çok ucuzlamış; dolayısıyla sömürü oranı artmıştı. İstihdam oranları neredeyse yüzde yüze ulaşmış, gelir düzeyi savaş sonrasında yükselen emekçilerin tüketimi artmıştı. Aynı dönemde Üçüncü Dünya’nın dekolonizasyonu yaşanmış bu ülkelerde kısmi sanayileşme süreçleri sermaye açısından önemli imkanlar sunmuştur. Batı Avrupa-ABD ile Doğu Bloku arasında süren Soğuk Savaş dönemi askeri harcamaları tetiklemiş; yaratılan silahlanma ekonomisi, ekonomik büyümeye yardım etmişti.
Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren savaş hazırlıkları ve savaşlarla geçen dönem boyunca devletler ekonomik ve toplumsal kaynakları zaten kontrol etmeye başlamıştı. Savaştan sonra yıkıntılar altında kalan Avrupa’nın yeniden ayağa kaldırılmasının maliyetini sermaye üstlenemezdi. Devlet müdahalesi kapitalizmin kurtarıcısı oldu. Ekonomik büyüme yaşanır, kar oranları yükselirken ekonomiye yönelik devletin karlı olmayan sektörleri ayakta tutmasında bir sakınca yoktu. Ama kar oranlarındaki düşüş eğilimi arttığında artık sermayenin kamu kaynaklarını da yağmalayarak karlılığını restore etmesi, her alanı meta üretiminin parçası haline getirmesi bir zorunluluk oldu. Özelleştirme, parasalcılık (monetarizm), kursalsızlaştırma (deregülasyon) kar oranlarındaki düşüşü işçi sınıfı aleyhine sınırlandırma çabalarından başka bir şey değildi.
Keynes’in emekle sermaye arasındaki çatışmanın uzlaşabilir olduğu, sermayenin emekçiden daha çok çalmaktan (ürettiği değerin daha fazla kısmına el koymaktan) vazgeçebileceği yanılsamasının ne kadar kof olduğunu gösteren 40 yıllık neoliberal dönem böylece başlamış oldu. Artık, neoliberalizmin baş ideologlarından Milton Friedman stagflasyona karşı Keynesci tam istihdam hedefini topa tutuyor; hükümetler tarafından işsizliğin “doğal” oranının altına çekilmesinden dolayı enflasyonun açığa çıktığını söylüyordu. Neoliberaller tabii ki kamu kaynaklarının tam istihdam yaratmak için değil kriz içindeki sermayeyi kurtarmak için kullanılmasını istiyor; bir yandan da işyerleri önündeki işsiz ordusunun daha az ücretle, daha kötü koşullarda, daha az hakla çalışmayı kabul edecek bir işçi sınıfı demek olduğunu da iyi biliyorlardı.
Çözüm Keynes’te mi?
Neoliberalizm gerektiği koşullarda Keynesyen modelin çeşitli ekonomi politikalarını kullandı. Mesela büyüme koşullarında FED Başkanı olan Alan Greenspan ya da finansal kriz anlarındaki muadili Ben Bernanke faiz oranlarını düşürme yoluna gitti. ABD Merkez Bankası’nın piyasaya sürdüğü kolay ve ucuz paranın sonucu mortgage piyasasında büyük bir balon yaratılması oldu. Diğer bir Keynesyen uygulama da hükümetlerin son 20 yılda büyük borçlar altına girmesi oldu. Bugün de corona pandemisi sonrası merkez bankaları şirketleri kurtarmak için kesenin ağzını sonuna kadar açmış durumdalar. Hatta corona günlerinde iktidarlar vatandaşlarına doğrudan para (helikopter para) aktarımı bile yaptılar. Tüm dünyada iktidarlar ekonomik kriz bataklığından çıkış için hazineleri soyup soğana çevirmiş; gelecek uzun yıllara devredilecek borçlar yapmış durumda. Borçlanma Keynes dönemindeki gibi devletle sınırlı değil. Özel şirketlerin borçları da hiç olmadığı kadar yüksek ve dev bir dağ gibi yükseliyor. Bu borçların merkezinde olan ve dünya ekonomisinde payı inanılmaz artan finansal sektörün Keynesyenizmin talep ettiği gibi denetime, finansal düzenlemeye tabi tutulması neredeyse imkansız.
Neoliberalizm altında da kitlelerin tüketimine duyulan ihtiyaçta bir değişim olmadı. Ama günümüzde tüketim kapasitesinin kaynağı daha az vergi alınan, refah devlet uygulamalarıyla desteklenen, güçlü sendikaların varlığında daha iyi ücretler kazanan emekçilerin mevcut gelirleri değil daha çok yoksullaşmış emekçilerin kredilere bağlanarak gelecek gelirlerini ipotek altına almaya ikna edilmesi oldu. Sermaye birikim modelinde değişiklik olsa da emekçilerin önemli bir kısmı uzun yıllarını borç ödemekle geçirecek.
Daha da önemlisi Keynesyen model çökmüş bir Avrupa’nın yeniden inşasında devletin müdahalesini işe koşmuştu. Şimdi ortada zaten borca batmış Hazine’ler 2008 krizinden sonra Corona’nın sillesini yiyen Renault gibi şirketlerini kurtarıp kendileri işletmeye başlasalar bile ne sermayenin organik bileşiminde ne de kar oranlarında bir değişim yaratma imkanları var görünüyor. Bugün devlet hangi yatırımlara girişecek? Yatırımlara girişse küreselleşmenin zirve yaptığı koşullarda ülke sermayesinin ürettiklerinin ülkedeki tüketiciler tarafından alınacağını kim, nasıl garantileyecek? Kriz koşulları korumacı eğilimlerin arttığı dönemlerdir. Kriz demek sermayesini ayakta tutmak için ülkeler arasında emperyalist rekabetin kızışması demek. Bugün emperyalizmin tepesindeki ülkeler arasında çatışmacı söylemlerin ve dünya üzerinde çatışmaların artması boşuna değil. Bu durum yeni savaşların da kapısını aralıyor. Yeni bir dünya savaşı küresel yıkım getirmeden sermaye açısından kar oranlarını toparlayacak bir yatırım seferberliğinin koşulları oluşmayacak.
Sözün özü Keynesyen modelin uygulanmasının zemini bugün dünyada yok. Bu model çok ileri ya da emekçiden yana olduğundan değil. Aşırı borçlanmış dünya ekonomisi, dünya ekonomisinde hakimiyeti çok artmış finansal sermaye, zirve yapmış bir küreselleşme, birbirinin gırtlağına sarılmaya hazır emperyalist güçler varken ve kar oranlarının toparlanması konusunda umut ışığı görünmezken Keynesyenizmi oluşturan tam istihdam, gelir adaleti, finansal düzenleme ve refah devleti tam bir hayal.
Kapitalizmin efendileri daha krizden çıkış reçetesine – yeni bir sermaye birikim modeline – sahip de değiller. Onun için de emekçinin sırtına yüklenerek krizi ötelemeye devam diyorlar, diyecekler. Ta ki emekçiler bu gidişe bir dur diyene kadar.
(1) Devlet müdahalesinin piyasanın dengesini bozacağını söyleyen liberal ve onun devamcısı neo-liberal ideologların derin krizler karşısında şirketlerin devlet tarafından kurtarılmasına alkış tuttukları da unutulmasın. Devlet müdahalesine karşı çıkmak kamu kaynaklarından sermayeye para aktarılmasını içermez. Aslen emekçiler lehine çalışma ilişkilerinin düzenlenmesine karşı çıkılmaktadır. Aynı karı maksimize etme güdüsüyle özelleştirmelerle sermayeye büyük kaynak aktarımı ve karlı sektörlerde üretimin özel sermayeye bırakılması propagandası yürütülür.
(2) Keynes, ekonomiyi tamamen bağımsız bırakılan bireysel oyuncular arası bir oyundan farklı şekilde toplumsal bir mesele olarak algılar ve onun mükemmel işleyişi için işsizlik, yatırım ve tüketim boyutlarında devlet eliyle toplumsal müdahaleyi savunur.
(3) Japonya, 20 yılı aşkındır sürdürdüğü düşük kredi oranlarına rağmen imalat sektöründe fazla kapasite kullanımı olduğu için sermayarlarda yatırımı yapma isteği hiç de oluşmamaktadır. Japonya’nın uzun yıllar süren bu para politikasının sonucu bir türlü içinden çıkılamayan durgunluk olmuştur.
Kaynakça
Engels, F. (2003), Anti-Dühring, Ankara: Sol.
Keynes, J. M. (1963) Essays in Persuasion, WW: Norton&Company.
Keynes, J. M. (2010) İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi, İstanbul: Kalkedon.
Kılınçoğlu, D.T. ve Özçelik, E. (2016) John Maynard Keynes… Yine Yeniden, İstanbul: İletişim.
Marx, K. (1997) Kapital III, Ankara: Sol.
Marx, K. (2003), Kapital II, Ankara: Sol.