İnsanlığın Yüreğine Umut Eken Bir Yönetmen: Charlie Chaplin – Okan Çakal
Sinema sanatların en güzeli değildir belki. Ama kuşkusuz en kapsayıcısıdır. Müziği de, resmi de, edebiyatı da, tiyatroyu da bünyesinde toplar. Bunları öyle bir sindirir ki, bunların aritmetik toplamından çok daha öte bir sanat dalına dönüşür. Kimi film ozanlara parmak ısırtacak diyaloglarıyla öne çıkar. Beethoven’e senfonilerini yırttırır kiminin müziği. Kimi filmin karakteri ise Hugo’ya bunu ben yazmalıydım dedirtir. Hele en soyut fikirleri en somut halde en geniş kitlelere ulaştırma becerisini de düşünürsek sinemanın, sinema gerçekten de sanat dalları panteonunun Zeus’u konumuna erişir.
Kuşkusuz her sanat dalının ayrı bir estetik avantajı, ayrı bir işlevselliği vardır. Ama sinema hariç hepsi, toplumun ancak sınırlı bir kesimine erişebilmekten muzdariptir. Sinema ise yüz yıldır önce her mahalleye, sonra ise her eve sızarak kendi hegemonyasını kurmuştur. Örneğin ilk sinema ikonu olarak adlandırabileceğimiz Charlie Chaplin için kendi döneminin İsa’dan sonra en tanınmış insanıydı, derler. Mübalağa mıdır bilemeyiz. Yine de Chaplin’in kendinden önceki hiçbir sanatçının başaramadığı kadar emekçi kitleler tarafından tanındığını, sevildiğini, sahiplenildiğini söylersek gerçeği çarpıtmamış oluruz.
Sinema, Chaplin’den sonra da nice kahraman yarattı. Bunların çoğu Chaplin’den defalarca kat fazla tanındı, kimisi Chaplin’den fazla sevilmeyi de başardı. Fakat hepsi kendi on yılının kahramanı oldu. Diğer on yıla geçildiğinde ise kitlelerin gönlündeki yerlerini terk edip sinema koleksiyoncuların arşivlerine çekildiler. Hiçbiri, zamanın acımasız rüzgarına Chaplin’in “Küçük Serseri”sinin melon şapkası kadar dayanamadı. Chaplin ise 41 yıl önce ölmesine, ona asıl ününü kazandıran filmlerini çekeli ise 80 yılı aşmasına rağmen hala bizi anlatıyor bize. Abartıyor muyuz? Kesinlikle hayır. Eğer sinema tarihine özel bir ilginiz yoksa Chaplin’le çağdaş kaç farklı film sayabilirsiniz? Chaplin’in küçük serserisini ise, bir filmini tamamen izlemese bile, en azından görüntüsünden tanımayacak kaç insan gösterebilirsiniz?
Sinema bir aynadır. Bu aynadan yansır hayat izleyicinin zihnine. Bu aynadan yansıyan görüntü gerçekliğe ne kadar yakınsa, o aynayı elinde tutan yönetmenin eseri de o kadar kalıcı olur. Kimi yönetmenlerin aynasından yansıyan görüntü renklidir, parlaktır, göz alıcıdır. Seyrederken mest eder bizleri. Ama biz o sanallıktan çıkıp da gerçeğin gri dünyasına döndüğümüzde bir buhar gibi uçup gider zihnimizden. Gerçeği olduğu gibi yansıtan her film karesi ise, gerçek hayatta benzerine rastladığımız her anda bir kez daha kazınır zihnimize. Filmdeki gerçeklik değişmeden kaldığı sürece, film bize fısıldamaya devam eder geçmişten.
Bir yönetmen olarak Chaplin de tüm kariyeri boyunca insanlık tarihi kadar eski bir gerçeğe ayna tuttu. Kamerasıyla, bir tarafta aksırıncaya tıksırıncaya kadar yeseler de doymayan asalak bir azınlık, diğer tarafta ise bir lokma ekmek için hayatını bu asalakların hizmetine adamış emekçilerin olduğu bir dünyayı resmetti. O dünyayı tasvir ederken de tarafsız kalmadı. Sonuna kadar taraftı. Kendisi de emekçi sınıfların arasından çıkıp gelmişti. İçinden çıktığı sınıfa aşıktı. Filmlerini de sevgilisini resmeden bir aşığın ihtirası ile çekti. Kamera karşısına her çıkışında emekçi ve ezilen sınıflardan bir karaktere can verdi. Kimi zaman işsiz serseri olup “Büyük Buhran”ı lanetledi. Kimi zaman üretim bandının bir parçasına dönüşmüş sanayi işçisi oldu, modern zamanların çarkına çomak soktu. Kimi zaman toplama kampında bir azınlık oldu, faşist diktatörlerle dalga geçti.
Günümüzde proletarya hala her gün canından bir parçayı makine dişlileri arasında bırakıyor. Hala işsizlik insanı yüce yapan tüm değerleri onun elinden alıp onu sokağa terk ediyor. Hala milyonlarca ezilen ulustan insan özgürlük özlemi çekiyor. Chaplin’in yönetmenlik aynasından yansıyan bu acılar devam ettikçe, Chaplin de, bize umut vermek için zamana direniyor.
Bir sanatçı kişisel yaşamında yaptıklarından çok eserleri ile yaşar. Ölümünden sonra bile eserleriyle tutunur hayata. O yüzden bir sanatçının ölüm yıl dönümünde onun ölümsüzlüğünü selamlamak için yazılmış olan bu yazı, Chaplin’in eserlerinden hiç değilse bir kaçını selamlamadan sona ererse sanatçıya haksızlık olur.
Chaplin’in o kadar çok anlatılmaya değer eseri var ki bu görevin altından layıkıyla kalkmak bu yazının sınırlarını çok çok aşar. O yüzden biz, ancak onun günümüze de en çok dokunduğunu düşündüğümüz iki eserine değinmekle yetineceğiz: Modern Zamanlar ve Büyük Diktatör.
Anlatılan Senin Hikayendir: Modern Zamanlar
Modern Zamanlar’ın seyirciyle buluştuğu tarih 1936. ABD 1929 ekonomik krizinin etkilerini henüz atlatamamış, sokaklar aşevlerinin önünde ekmek sırası bekleyen işsizler ordusunun işgali altında. Bir işe sahip olacak kadar şanslı olanlar ise aslında o kadar da şanslı değil. Hayatta kalmaları için gereken asgari ihtiyaçları karşılığında onlardan insan olmaktan vazgeçmelerini istiyor sistem. Zaten filmin açılış sahnesinde bir çoban tarafından güdülen koyun sürüsü ile ruhlarını kaybetmiş şekilde işten çıkan emekçi kitlelerin paralel verilmesiyle söyleyeceğini en başta söylüyor film.
Chaplin’in Serserisi (The Tramp) bir fabrikada üretim bandında işçidir. Tüm işi aynı vidayı gün içinde defalarca ve defalarca sıkmaktır. Bu işte kahramanımızın ne hayallerine yer vardır, ne yaratıcılığına, ne de arzularına. Hatta en temel insani ihtiyaçları bile göz ardı edilir. Tuvalette bile patronu tarafından kameradan izlenir. Mahremiyet lüksü bile yoktur işçinin.
Gerçekten de kapitalist iş bölümü işçileri vasıfsızlaştırıp makinenin organik bir parçası haline getirir. Onlara inisiyatif alıp yaratıcılık gösterecekleri hiçbir alan bırakmaz. Onlar artık aynı kolu çekip aynı vidayı gün içinde yüzlerce kez sıkan, makinenin onlarca parçasından birisidir. Onlar için yaratabilecekleri tek fark daha da hızlı çalışıp makineyle daha da bütünleşmektir. Fakat işçiler makine değildir. İnsandır. Ve insanlar uyuklar, hayallere dalar, yorulur, bıkar… O yüzden de makineye asla tam anlamıyla uyum sağlayamazlar. Şarlo da kendi zihnini makineyle öyle bütünleştirir ki, bir noktada akli dengesini kaybeder. Artık onun için dünya sıkılması gereken vidalardan ibarettir. Gördüğü bir kadının ceketindeki düğmeleri dahi vida sanıp sıkmaya kalkacaktır. Artık daha fazla çalışamayacak hale gelir ve işsizler ordusunun yeni bir neferi olması için sokaklara atılır.
Eğer Chaplin yabancılaşma eleştirisini sadece bu seviyede tutsaydı Modern Zamanlar asıl halinden çok eksik bir film olurdu. Suçu makinelere atmış, asıl suçlunun ise kaşla göz arasında sıvışmasına izin vermiş olurdu. Fakat Chaplin asıl suçlunun kim olduğunun farkındadır. Ve onun sıvışıp gitmesine izin vermeye hiç niyeti yoktur.
Filmin bir sahnesinde, bir pazarlamacı Şarlo’nun patronunu ziyaret eder. Ona, serbest piyasanın acımasız rekabet şartlarında rakiplerini geride bırakmasını sağlayacak yeni bir makine önerir. Makine, işçiler üretim bandında çalışmaya devam ederken onlara yemeklerini yedirecektir. Böylece işçi öğle yemeği için kaytaramayacak, patron ise işçiden daha fazla artı değer çekebilecektir. Chaplin, beş dakikalık bu sahneyle birikim yasasından artı değere, kapitalizmin en temel dinamiklerini resmetmeyi başarır. Kötü olan makine değildir, der. Makinenin sahipleridir asıl düşman!
Hitler’den Trump’a, Erdoğan’a: Büyük Diktatör!
Chaplin Great Dictator (Büyük Diktatör) filmini 1930’ların sonunda, ABD henüz Almanya ile savaşmaya karar vermemişken çekmeye başladı. ABD hükümeti, filmin Almanya ile arasını bozmasından endişelendiği için Chaplin’i engellemeye çalışınca; Chaplin, filmi hayali bir ülkenin hayali diktatörünün eleştirisi olarak çekmek zorunda kaldı.
Film, Tomaina (Almanya) diktatörü Adenoid Hynkel (Adolf Hitler) ve bir Yahudi berberin birbirine tıpatıp benzemesinden doğan mizah unsurları üzerinden faşizmi ve ırkçılığı eleştiriyor. Üstelik bunu Stalin’in, Daladier’in, Chamberlain’in barış adına Avrupa’nın küçük devletlerini bir bir Nazizmin pençesine terk ettikleri bir dönemde yapıyor. Avrupa’nın ve Amerika kıtasının emperyalistleri Hitlerle yaptıkları Münih Anlaşması ile “Avrupa barışını on yıl boyunca garantiledik” diye sevinç çığlıkları atarken Chaplin Nazizmin insanlık için nasıl bir tehlike olduğunu haykırıyor. Zaten filmin en çarpıcı sahnelerinden birisi de Nazizmin insanlığı felakete sürüklemesine göz yuman Avrupalı emperyalistlerin eleştirisini içerir. Hynkel kürsüde Avrupa politikası hakkında konuşma yapmaktadır. BBC de bu konuşmayı kendi dinleyicileri için tercüme etmektedir. Hynkel savaş der, kan der, ölüm der, zafer der, üstün ırk der; BBC konuşmayı barış, kardeşlik, yaşam, Yahudiler bizim sevgili komşularımız diye çevirir.
Filmin aynı vuruculuktaki bir başka sahnesinde ise Hynkel balondan yapılma bir dünya haritası ile birlikte dans edip şarkı söylemektedir. Tüm dünyayı nasıl fethedeceğinin hayallerini kurmaktadır. Balon ellerinin arasında aniden patlar, Hynkel ağlamaklı bir suratla kalakalır. Dünyanın tiranlara kalmayacağı daha estetik nasıl ifade edilebilirdi ki?
Filmin final sahnesi ise sinema tarihinin en epik tiratlarından birine eşlik eder. Yahudi berber hepsi birbirinden eğlenceli bir dizi tesadüfün sonunda Hynkel’in yerine geçer. Ondan, kürsüye çıkıp savaşa gidecek ordularına hücum emri vermesi beklenmektedir. Yahudi berber kürsüye çıkar. Tam konuşmaya başlayacağı sırada Yahudi berber ekrandan çekilir. Yerine filmin yönetmeni Charlie Chaplin geçer. Chaplin, savaşın eşiğindeki insanlığa mesajını kurgu bir karakterin ağzından değil, bizzat kendi ağzından vermeyi tercih eder. Ve biz insanlara o ünlü sözlerini söyler:
Üzgünüm ama ben imparator olmak istemiyorum. Bu benim işim değil. Ne kimseyi idare etmek ne de ülkeleri fethetmek istiyorum. Elimden gelse, herkese, ister Yahudi, ister zenci, ister beyaz olsun tüm insanlara yardım etmek isterim.
Hepimiz karşımızdakine yardım etmek isteriz. Bütün insanlar böyledir. Karşımızdakinin mutluluğunu görmek isteriz, üzüntüsünü değil. Birbirimizden nefret etmek ve birbirimizi hor görmek istemeyiz. Bu dünyada herkese yetecek yer var. Ve toprak hepimizin ihtiyacını karşılayacak kadar bereketlidir.
Hayatın bize çizdiği yol özgürlük ve güzelliklerle dolu olabilir, ama biz bu yolu yitirdik. Hırs insanların ruhunu zehirledi, dünyayı bir nefret çemberine aldı, hepimizi kaz adımlarıyla sefaletin ve kanın içine sürükledi. Hızımızı arttırdık ama bunun tutsağı olduk. Bolluk getiren makineleşme bizi yoksul kıldı.
Edindiğimiz bilgiler bizi alaycı yaptı; zekamızı ise katı ve acımasız. Çok düşünüyoruz ama az hissediyoruz.
Makineleşmeden çok insanlığa gereksinimimiz var.
Zekadan çok iyilik ve anlayışa gereksinimimiz var. Bu değerler olmasa hayat korkunç olur, her şeyimizi yitiririz.
Uçaklar ve radyo bizleri birbirimize yaklaştırdı. Bunlar, doğaları gereği, insanın içindeki iyiliği ortaya çıkarmaya, evrensel kardeşliği oluşturmaya ve hepimizin birleşmesini sağlamaya çalışmaktadır. Şu anda bile sesim dünyadaki milyonlarca insana, milyonlarca acı çeken kadın, erkek ve çocuğa, suçsuz insanları hapse atan, işkence eden bir sistemin kurbanlarına ulaşıyor.
Beni işitenlere şunu söylemek istiyorum:
Kendinizi ümitsizliğe kaptırmayın. Üstümüze çöken bela, vahşi bir hırsın, insanlığın gelişmesinden korkanların duyduğu acının bir sonucudur. İnsanlardaki bu nefret duygusu geçecektir, diktatörler ölecek ve halktan zorla aldıkları iktidar yine halkın eline geçecektir.
İnsanlar ölmeyi bildikleri sürece özgürlük asla yok olmayacaktır.