Zamanın Ruhu: Said Nursi Farklı Bir Bakış-I (Güneş Gümüş)
Said Nursi’nin çizgisinin takipçileri olduklarını ısrarla belirtip “Kapitalist Müslüman olmaz”, “Müslüman sosyalistle arkadaşlık edebilir ama kapitalistle yapamaz” diyen Aczmendiler’in lideri Müslüm Gündüz’ün çizdiği portre bir yandan; Nursi’yi özgürlük düşkünü, çilekeş bir kavga adamı, cumhuriyet yanlısı, devleti değil bireyi önceleyen, zamanının en iyisi anlamına gelen Bediüzzaman olarak sunanlar diğer yandan; gerici, cumhuriyet düşmanı tanımlamaları ise başka bir yandan… Peki, hangisi gerçeğe daha yakın?
Said Nursi söz konusu olduğunda tartışmalı konuların listesi uzatılabilir: siyasetle ilişkisi, Kürt kimliği, moderniteye yaklaşımı, cemaat yerine metne dayalı bir oluşuma imza atması… Bu yazı kapsamında biz de farklı bir perspektiften Said Nursi portresi çizmeye çalışacağız. İki bölümden oluşacak yazımızda Nursi’yi yaşadığı dönemdeki önemli tarihsel olaylar karşısındaki tutumları bağlamında değerlendirirken Nursi’nin bıraktığı mirası ve takipçileri ile devamlılığını sorgulamayı ve Nursi’ye dair tartışmalı konular üzerine eğilmeyi planlamaktayız.
Said Nursi’yi ele alanlar genellikle Nursi’nin kendi yaptığı dönemlemeye sadık kalırlar. Nursi kendi hayatını Eski Said ve Yeni Said olarak iki döneme ayırır. Eski Said’den Yeni’sine geçiş Türkiye modernleşmesinde de farklı bir evreye denk düşer. Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini Türkiye Cumhuriyeti’nin aldığı bu sürecin kendisi, devamlılık-kopuş tartışmalarının konusunu teşkil eder. Biz de benzer şekilde, Nursi için Eski-Yeni Said arasındaki süreklilik ve kopuşları tartışacağız. Yeni Said döneminde tek parti iktidarının sona ermesiyle yeni bir kırılma noktası olan Demokrat Parti döneminin başlaması da Nursi’nin tutumlarında önemli değişiklikleri beraberinde getirmiş; bu süreç, kendisi ve O’nun üzerine çalışanlar tarafından sahiplenilen Üçüncü Said dönemi olarak betimlenmiştir.
Nursi’nin kendi hayatına dair dönemsel ayrımı, siyasetle ilişki kurup kurmama üzerinden şekillenir: siyasetle yoğun olarak ilgilenen Eski Said – siyasetten elini eteğini çekip dine yoğunlaşan Yeni Said. Bu çerçevede dönemlemeyi gerekli kıldığı varsayılan farklılaşmanın ne ölçüde bir kırılma ifade ettiği yazımızın ilerleyen bölümlerinde tartışma konusu yapılacaktır.
Eski Said
1873 Bitlis doğumlu Said Nursi, oldukça dindar, Şafi bir toplumsal dokunun ürünüdür. Öyle ki Bitlis, Kürdistan’ın en muhafazakâr noktalarının başında gelmektedir. Nursi’nin, din adamları yetiştiren kendi ailesinin de tamamladığı bu resim, küçük yaştan itibaren O’nun dini alana yönelmesinin yolunu açar.
Başlarda, bölgede en etkin iki tarikat olan Nakşibendîlik ve Kadirilik’ten ikincisine meyleden Nursi, önce Bitlis ve sonrasında Van valisinin desteğini kazanarak onların himayesi altında, bölgede tanınan bir dini otorite haline gelir.
Nursi’nin Türkiye tarihinde etkin bir figür olarak sahneye çıkmasının ilk adımı, Mısır’daki El-Ezher’den etkilenerek geliştirdiği “Medresetü’z-Zehra”yi Kürdistan’da (Van, Bitlis, Diyarbakır üçgeninde) kurmak istemesi ve bu konuda Osmanlı padişahı II. Abdülhamid’i ikna için 1907 yılında İstanbul’a yollanmasıyla atılmıştır. Bu ilk girişim çok da başarıyla sonuçlanmamış; Nursi, padişahın Zaptiye Nazırı aracılığıyla ilettiği maaş teklifini sus payı olarak nitelediğinden reddedince kendini önce akıl hastanesi sonra hapishanede bulmuştur. [Sözkonusu Nursi olunca bir konuda çok sayıda farklı iddia ile karşılaşmak şaşırtıcı olmuyor. En ilginci Zaman gazetesi yazarı Mustafa Armağan’ın Başbakanlık arşivinde açığa çıkan bir belgeye dayandırarak savunduğu Nursi’nin o dönem bir ruhsal hastalık geçirdiği için, kendisine kefil olan Van valisinin de isteğiyle akıl hastanesine yatırıldığı iddiasıdır. Armağan, sonrasında hapse atılmasının ise Nursi hakkındaki bir ihbar üzerine gerçekleştiğini söyler(1). Ancak Nursi akıl hastanesine gönderilmesini bu şekilde değerlendirmez: “Kırk sene evvel ehl-i siyaset, bana bir cinnet-i muvakkate isnadıyla tımarhaneye sevk ettiler. Ben onlara dedim: Sizin akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum, o çeşit akıldan istifa ediyorum.”(2); “…nihayet rakiplerimin ifsadatıyla, merhum Sultan Hamid’in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim.”(3)]
Nursi’nin hapishaneden nasıl çıktığına dair iki senaryo mevcut. 1908’de Meşruiyet’in ilanı ile gelen af sonucu çıktığı ya da İttihatçılar tarafından kaçırıldığı iddialarından hangisi doğru olursa olsun padişahtan aradığı ilgiyi bulamayan Nursi, İttihatçılarla bu dönemde iyi ilişkiler geliştirmiştir. Selanik’teki kutlamalarda Meşruiyet yanlısı tavrını ateşli söylemlerle ifade eden Nursi’nin Meşruiyet’e desteği Van’a gittiğinde de sürmüştür. Meşruiyet’i “Yaşasın meşrutiyet-i meşrua! Sağ olsun hakikat-ı şerait terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!”(4) diyerek karşılayan Nursi’nin bu tavrının altında büyük oranda Osmanlı’yı, İslam dinine bayraktarlık yapmış bir devleti kurtarabileceğini düşündüğü İttihatçıların çabalarına ve Meşrutiyet’e sahip çıkmak bulunduğu düşünülebilir. Jön Türkleri “İslamın fedaileri” olarak betimleyen Nursi, İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldığında bile Kürdistan’da İttihatçılarla birlikte çalışmıştır.
Said Nursi, 31 Mart Vakası olarak tarihe geçmiş, 1909’da gerçekleşen Meşrutiyet’e karşı isyan nedeniyle, daha doğrusu üyesi olduğu İttihadı Muhammedi Cemiyeti’nin isyanın örgütleyicisi olması ve Nursi’nin de bu isyana iştirak ve liderlik ettiği iddiasıyla yargılanmış ve 1909’da beraat ettikten sonra Van’a geri dönmüştür. II. Abdülhamit’in tahttan indiği olay sonrasında her ne kadar İttihatçılar’ın baskıcılaştığını, pozitivist fikirlerin aralarında tesir kazandığını düşünerek onlardan düşünsel olarak uzaklaşsa da Osmanlı’nın kurtuluşu adına elzem gördüğü faaliyetlerini Kürdistan’da desteklemiş, bölgede Meşruiyet’in İslam’a aykırı olmadığının propagandasını yürütmüştür. [“Sual: İttihad ve Terakki hakkında reyin nedir? Cevap: Kıymetlerini takdirle beraber, siyasiyunlarındaki şiddete muterizim. Lâkin onların iktisadî ve maarifî olan —bâhusus şarkî vilâyetlerdeki— şubelerini bir derece istihsan ve tebrik ederim.” (5)]
Said Nursi’nin “Medresetü’z-Zehra”yı kurmak için İstanbul ziyaretlerinin ilkinin başarısızlığı onu yıldırmamış; 1911’de Sultan Reşad döneminde tekrar İstanbul’a taşınmıştır. Bu İstanbul seferinin çok daha başarılı geçtiği tartışma götürmez. Arnavut isyanına son verip Osmanlı’ya bağlılıklarını tekrar teşkil etmek amacıyla organize edilen Rumeli seferine padişah ile birlikte katılan Nursi, üniversitesi için kaynak elde etmeyi de başararak Van’a geri döner. Van’a bağlı Edremit’te üniversitenin temeli atılır ama araya Birinci Dünya Savaşı’nın girmesiyle proje yarım kalır.
Üniversitesinin temellerini atan ve geri kalan ödeneği bekleyen Nursi, bu dönemde çalışmalarını Van valisinin kendisine tahsis ettiği Horhor medresesinde ders verirken bir yandan da bölgede artan çatışma atmosferine medrese öğrencileriyle birlikte hazırlanır. Ayşe Hür’ün aktardığı, 1913’de Nursi’ye talebe olarak başvuranların şu tanıklıkları dikkat çekicidir: “…Bu esnada medresenin duvarı dikkatimizi çekti. Mavzer tüfekleri, çeşitli silah, kılıç, kama ve fişekler dizilmişti. Bununla beraber rahleler üzerinde kitaplar vardı (…) ikinci olarak da dikkatimizi çeken ve taaccüp ettiğimiz (şaşırdığımız) husus, hocanın tavrı kılık kıyafeti oldu. Çünkü eskiden beri gördüğümüz hoca kıyafetini görmedik. Bu adeta, başında külahıyla, ayağında çizmesi ile belinde kaması ile ve bir de sert adımlarla yürüyüşü ile bize bir hocadan ziyade, bir erkânı harp bir asker intibaı vermişti. Doğrusu çok genç olduğundan ‘Acaba ilmi var mı?’ diye içimizden geçirmiştik.(…) Biz kendisinden ders okumak için geldiğimizi söyledik. O zaman bize ‘Peki ama benim şartlarım var. Onlara riayet etmek şartıyla tamam’ dedi. Ve ilave etti: ‘Benimle başlayanın artık bir daha geri dönmesi diye bir şey yok. Hayatının sonuna kadar benimle beraber olacaktır.’ Ayrıca şunu da söyledi: ‘Bugün söz verip, kabul ederseniz, sonra da sıkılınca veya herhangi bir sebepten dolayı gideriz diye hatırınızdan bir şey geçmesin. Çünkü Van Valisi benim dostum ve ahbabımdır. Onun vasıtasıyla tekrar sizi getiririm.”(6)
Said Nursi’nin medrese eğitimine ek olarak silahlanma ve gelecek çatışmalara hazırlanma çalışmaları, kısa süre sonra kendisini gösterecek; Ermeni isyanından başlamak üzere Birinci Dünya Savaşı’na taşınan süreç boyunca Nursi ve talebeleri sıcak çatışmanın içine dâhil olacaktır. Bu dönemde Nursi’nin İttihatçılara bağlı Teşkilat-ı Mahsusa ile de ilişkilendiğine dair tartışmalar yapılmıştır. Aslen Cemil Kuray’ın ortaya attığı iddia, Şerif Mardin tarafından da sahiplenilmiştir: “1913 yılında, …Bitlis valisi geniş çapta bir ayaklanmayla karşılaştı. Ayaklanmayı yöneten şeyh, 1913 yılında Bitlis’i ele geçirdi. Osmanlı kuvvetleri şehri bir hafta içinde geri aldı. Bediüzzaman’ın, bu olaydan hemen kısa süre sonra Jön Türk gizli servisine katıldığı anlaşılmaktadır. Said Nursi, İttifak devletleri safında savaşa katılınmasına dair Jön Türkler tarafından verdirilen beş cihad fetvasının hazırlık çalışmalarına da katıldı.”(7) Aynı iddia Ayşe Hür tarafından da savunulmuştur. Bu tartışma Nursi’nin 1915 Ermeni soykırımındaki pozisyonunu anlamak açısından önemlidir. Ayşe Hür, Ermenilere yönelik katliamlar sırasında Nursi’nin Ermeni kadın ve çocukları koruduğu tezinin yaygın olarak savunulduğundan bahseder ki bu noktada erkekler mevzu bahis bile değildir. Hür, Said Nursi’nin Ermeni örgütlerinin bölgedeki mücadelesini şiddetle kınarken Ermeni soykırımı konusundaki sessizliğinden de dem vurur: “Benim görüşüme göre ise, Said-i Nursî, İttihatçıların 1915’te Ermenilere yönelik politikalarına eleştiri getirmemiştir. O dönemde siyasi meselelere ilgisi düşünülünce bu sessizliği manidardır. Tersine, Ermeni komitacıların, Doğu Anadolu’da izledikleri politikaları şiddetle kınamıştır. Nitekim yukarıda sözü edilen kurtarma olaylarının hiçbirinde ‘Ermeni erkekleri’ yoktur. Eğer kadın ve çocukların kurtarılması hikâyeleri doğru ise, bu en fazla, merhamet duygusu ile açıklanabilir. Öte yandan Said-i Nursî’nin Ermeni sempatisine kanıt olarak gösterilen ‘Şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir (bağlıdır)’şeklindeki ifade, 1915 Ermeni Tehciri ile ilgili olmayıp, 1910’da, Doğu Anadolu’da, Kürtlere oranla daha ilkel şartlarda yaşayan Ermenilerin, Batı medeniyeti ile ilişkilerinden dolayı, her geçen gün gelişerek Kürtleri geride bırakmaları tehlikesine karşı Kürtlerin de, Ermeniler gibi kendilerini geliştirmeleri amacıyla sarf edilmiştir.”(8) Ermeni örgütlerinin eylemleri konusunda saldırgan bir söyleme karşılık, bütün Ermeni halkının maruz kaldığı bu kıyım karşısında sessizlikle geçiştirme, maksimum kadın ve çocuklara ilişmeme çağrısı yapma; bu kıyıma verilen bir desteğe denk düşer. Hatta Hür, uzun yıllar sonra bile Ermeni örgütlerine yönelik öfkesinin geçmediğini yansıtan örnekler verir: “Dahası 1935’te Eskişehir’de yargılanırken Ermenilerin ve Rumların ‘Avrupa’nın dinsiz komiteleri adına nasıl anlaşmazlık ve kötülük tohumları saçtığını’ anlatmış, 1945’te Afyon Cezaevi’nde yatarken, bu görüşlerini müritlerine tekrarlamış, 1952 yılında beklemiş bir yemekten dolayı zehirlendiğinde, kendisini Ermeni Taşnak Komitesi’nin zehirlediğini düşünecek kadar kuşkucu bir tavır göstermiştir.”(9) Bütün bunlar, gayri Müslim düşmanlığı ve onlarla çatışma kültürünün Nursi’nin faaliyetlerinin merkezinde yer aldığını gösteriyor. Birinci Dünya Savaşı’nda sonra imparatorluklar yıkılmış, yeni devletler kurulmuş, halklar birbirlerine boğazlatılmış, haritalar ve coğrafyalar üzerindeki medeniyetler değiştirmiştir. Nursi’de de böyle bir iklimdeki çatışmacı kişilik belirleyici olmuştur. Nursi gibi oldukça dindar bir kişiliği İttihatçılara yaklaştıran bu çatışma ve gırtlaklaşma sürecinde aynı safta yer almalarıdır.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte hareketlenen bölgede, medrese öğrencileri ve destekçilerinden kurduğu taburla Bitlis, Van, Erzurum çevresinde Rus ve Ermeni güçleriyle çatışan Nursi, Bitlis’in ele geçirilmesiyle 1916 yılında Ruslara esir düşmüştür. 2 yıldan fazla esir kalan Said Nursi’nin, Rusya’daki rejim değişikliğinden yararlanarak esaret altında olduğu kamptan firar ettiği ve Avrupa üzerinden 1918’de İstanbul’a geldiği söylenmektedir. Yabancı bir dil bilmeyi bırakın Avrupa yüzü görmemiş birinin nasıl Rusya’da esaretten kurtulup Avrupa üzerinden İstanbul’a döndüğü soru işaretleri taşır; kimi araştırmacılar bunu Nursi’nin Teşkilat-ı Mahsusa bağlantısının bir kanıtı olarak algılar. İstanbul’a geldikten sonra İttihatçılar tarafından övgüyle karşılanışı ve görevlendirilmesi de bu iddialara bir taban sunar. Kendisini İstanbul’da karşılayan Enver, “Bu hocayı görüyor musunuz, şarktaki savaşlarda Rus kazaklarına karşı koyan bu hocadır.” dediği Nursi’yi bir İslam Akademisi niteliğindeki “Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye”ye üye olarak görevlendirir ve 150 altın maaşla ordu üyesi olarak atar.
Bu noktada Nursi’nin 1908 sürecinde başlayan İttihatçılarla ilişkilerine dair bir parantez açalım. Takipçileri tarafından, özellikle de İttihat ve Terakki geleneğine yönelik resmi İslamcı tezlere halel getirmemek adına Nursi ile İttihatçılar arası ilişki 1908’i takip eden kısa bir döneme indirgenir ve İttihatçılar’ın baskıcı yüzünün açığa çıkmasıyla bu ilişkinin kopuşundan dem vurulur. Oysa ki yazının önceki kısımlarında da tartışıldığı gibi 31 Mart Vakası nedeniyle yargılanması sonrasında İstanbul’u terk edip Van’a dönen Nursi, burada da İttihatçıların çalışmalarını desteklemiş, Meşruiyet rejimi yanlısı tutumunu sürdürmüştür. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte de Ermeni ve Rus güçleriyle çatışmaların sürdüğü bölgede Nursi ve destekçileri İttihatçılarla işbirliği halinde [“Harb-i umumide gönüllü alay kumandanı olarak iki sene çalıştım, çarpıştım. Ordu kumandanı ve Enver Paşa takdiratı altında, kıymettar talebelerimi, dostlarımı feda ettim.” (10)] savaşa dâhil olmuştur. Bu savaş sırasında esir düştüğü Rusya’dan firar edip İstanbul’a ulaştığında onu övgülerle karşılayan ve önemli görevlere onu taşıyan da İttihatçılar (Enver Paşa) olmuştur. “Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.”(11) diyen Nursi’nin, işgal karşıtı direnişte destek verdiği Ankara’ya gidişi de ancak 1921’de Enver’in Pamir Dağları’nda ölümünün ardından olmuştur; “Bu nokta önemliçünkü Said-i Nursî ile Enver Paşa’nın ilişkisi 1918’den sonra da devam etmişti.”(12)
Nursi ile İttihatçılar arasında 1908’den itibaren başlayan ve gelişen ilişki; ne Nursi takipçilerinin savunduğu gibi 1908 döneminde Meşrutiyet’i ve özgürlüğün taşıyıcısı olmuş İttihatçıların daha sonra istibdat ve devletin temsilcisi haline gelmesiyle sonlanan; ne de aksine Nursi’nin basitçe Teşkilat-ı Mahsusa mensubu oluşuna dayanan bir ilişkidir. Nursi’nin İttihatçılarla 1918 sonrasına dahi taşınan ilişkisinin temelinde İttihatçıların, o dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun kurtarılması için çalışan tek dinamik güç olmasının yattığını düşünmek mümkündür. Çeşitli etnik unsurların ayrılma çabalarına karşı Osmanlı İmparatorluğu’nu bir arada tutmak adına İttihat, fikri akımlardan silahlı çatışmalara kadar çok yönlü bir çaba göstermiş; bu süreçte de padişahsız, dinin geri plana itildiği bir toplum fikrine doğru bir billurlaşma yaşanmamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmanın bir aracı olarak İttihat, Nursi için önem ve değer taşırken Batı’ya dönük yüzleri de tam ifadesini bulmadığından (laik bir toplum projesi biçiminde) ilişki kurulması ve desteklenmesi, O’nun adına mümkün olmuştur. Nursi, dine karşı en büyük tehdit olarak gördüğü pozitivizm ve materyalizmin İttihatçılar arasındaki etkisine karşı çıkmaktan ve bu hareketten fikren kopmaktan geri durmamıştır. Ancak imparatorluğun kurtulması adına birlikte hareket etmekten de kaçınmamıştır[“Vehim: Sen Selanik’te İttihat ve Terakkî ile ittifak etmiştin, neden ayrıldın? İrşad: Ben ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim; lakin bazıları bizden ayrıldılar, bataklık yoluna saptılar.”(13)]. Bu noktada belirtmek gerekir ki İttihatçılar da yekpare bir bütün değildir; Nursi’nin kendine yakın hissedebileceği muhafazakâr eğilimli unsurlar, bu hareket içinde vardır: Kazım Karabekir, Refet Bele gibi.[“ İttihat ve Terakki büyük bir şemsiye organizasyondu. İslâmcıları, milliyetçileri, Osmanlıcıları, saltanatçıları, kısaca birçok grubu kapsıyordu…”(14)]
İmparatorluğu kurtarma projesinin İttihatçılarca yürütülemeyeceği açığa çıktığı ve imparatorluk topraklarının önemli bir kısmının kaybedilip kalanında da bir işgal durumu gerçeklik kazandığında Nursi bu sefer yüzünü, eski bir İttihatçının önderliğindeki Ankara’daki harekete dönmüştür. Mustafa Kemal’in İttihatçı kökenleri gibi dolaylı bir bağlantı bir yana Erik Jan Zürcher Anadolu’daki direnişin doğrudan İttihatçıların gizli teşkilatlanması Karakol örgütü tarafından örgütlendiği ve Mustafa Kemal’in direnişin başına İttihatçılar tarafından getirildiği iddiasında bulunmaktadır. Nursi’nin Ankara’daki harekete yönelik desteğinin temelinde de, muhtemelen, İttihatçılarla ilişkide etkili olan faktörler geçerlidir: Yüzyıllarca İslam’a bayraktarlık yapan bir imparatorluğun ve dolayısıyla Hıristiyan istilasına karşı Müslüman yurdunun korunması kaygısı. [“Senin kâtib-i umumî olduğun Halk Fırkasının, millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur: Bin senedenberi Âlem-i İslâmiyet’i kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiye’yi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyetin küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri. Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’ana ve hakaik-ı îmana sahib çıkmazsanız …hakaik-ı Kur’aniye ve îmaniyeyi tervice çalışmazsanız …Âlem-i İslâm’ın muhabbet ve uhuvveti yerine…”(15)]
Said Nursi, 1920’de İstanbul’da işgalci İngilizlerin isteği doğrultusunda Ankara’daki mücadele hareketi aleyhine, dönemin Şeyhülislam’ı Dürrizade Abdullah Efendi tarafından çıkarılan (bu hareketi bir isyan olarak niteleyen ve bu asilerin öldürülmesinin dinen caiz olduğunu bildiren) fetvaya karşı “Milli mücadele bir cihattır ve haklı bir mücadeledir.” biçiminde bir fetva vermiştir.
Kendisine gelen yoğun davetler sonucunda 9 Kasım 1922’de Ankara’ya giden Nursi, burada kaldığı kısa zaman zarfında kendi adına hayal kırıklığına uğrar. İşgale karşı mücadeleden başarıyla çıkılmasını takiben direnişin etrafında birleştiği bir tür koalisyonu oluşturan farklı güçlerin adım adım diskalifiye edilmesiyle Mustafa Kemal, tek otorite olarak haline gelmiştir. Saltanata, halifeliğe hala bağlılığını koruyan unsurları gözeterek yürütülen bir direnişten, başarı kesinleştikçe padişahsız, hilafetsiz bir toplum projesine geçiş netlik kazanmıştır. Nursi’nin en büyük tehdit olarak gördüğü pozitivist fikirlerin şekillendirdiği, Batılı tarzda bu yeni toplum modelini kabullenmesi mümkün olmadığından kısa sürede Mustafa Kemal ile yolları ayrılmıştır. 17 Nisan 1923’te Van’a yine bir dönüş yolculuğuna çıkarken baş edemeyeceği düşman karşısında kendisini ezdirmeden, varlık zeminini koruyarak, alttan alta kendi yolunu örmek niyetinde bir Said Nursi vardır: “Mecburiyetle o çok ehemniyetli vazifeleri bıraktım. Ve ‘Bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez’ diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarf ettim. ”(16)
Onu Ankara’dan Van’a taşıyan bu yolculuk, kendi adına Eski Said’den Yeni Said’e doğru da bir adım olacaktır.