Yürü Ya Kulum Denilenlerden: Fethullah Gülen – Güneş Gümüş
İlkokulu 3. sınıfta terk ettikten sonra dışardan sınavlarla bitiren, alelalade bir cami imamından 150 ülkeye okulları aracığıyla yayılmış bir cemaatin “tek adam”ı haline gelen; Türkiye’de başarısız da olsa bir darbe girişimine kalkışabilecek kadar ordu ve emniyette örgütlenmiş; yargıda önemli güçlere ulaşmış; Ohal sonrası kapatılan kurumlardan anlaşıldığı üzere kendi cemaatine bağlı 35 sağlık kuruluşu, 934 okul, 109 öğrenci yurdu, 104 vakıf, 1125 dernek, 15 üniversite ve 19 sendika kurmuş; Türkiye’nin en büyük 500 firması arasında yer alan onlarca işadamını cemaatine katmış; 2010’da Time dergisi tarafından dünyada en etkili 100 “entelektüel”den biri seçilen bir adama nasıl dönüştü Fethullah Gülen? Kendisi bu soru karşısında, “Bazıları diyorlar ki ‘Bu büyük bir proje. Bir cami hocasının kafasından çıkmış olamaz.’ Ben hayatımın hiçbir döneminde bu faaliyetlerin benim projem olduğunu, benim kafamdan çıktığını iddia etmedim ki… Bunların hepsi Allahın lütfudur.” şeklinde cevap veriyor. Yani ilahi bir güç bu projenin yürümesini sağlıyor. E tabi bir işin arkasında Allah varsa Müslüman’a da bu işe katılmak düşer. Gülen kendi başarısını Allah’ın lütfu olarak gösterirken RTE de 15 Temmuz’daki başarısızlığı ya da bir anlamda kendi başarısını “Allahın lütfu” olarak göstermedi mi?
40 yıla yakın Fethullah Gülen’in cemaatinin önemli isimlerinden biri olan ve rüzgar tersten esmeye başlayınca gemiyi terk eden Latif Erdoğan, Gülen cemaati için “Bu konuda kesin bir ifade kullanmak istiyorum. MİT, bir dönem Gülen cemaatini destekledi. Cemaati MİT aracılığıyla ABD kurdurmuştur.” demekte. Nur cemaati içinden Gülen’in rakibi, başka bir grubun önde gelen ismi (Yeni Asya gazetesinin sahibi) Mehmet Kutlular, Ruşen Çakır’a cemaatin derin devletle ilişkisine dair benzer ifadeleri kullanıyordu: “Derin Devlet denen şeye dayanıyor bunun ucu. 1980’den sonra devletin politikası değişti. Görevlendirilen insanlar cemaatlerin ileri gelenleriyle temas kurdular. Cemaate (Gülencilere) daha ziyade istihbarattan olanlar gitti. Bana da geldiler; ‘Yurtdışında Milli Görüş ve Süleymancılar’a karşı birlikte çalışalım’ dediler, ama ben reddettim…Devlet, ‘Atatürk’e saygılı olun biz de size yardımcı olalım’ demiştir. Bakın bazı İslami gruplara, 12 Eylül’den sonra birden palazlandılar. Acaba kendi güçleriyle mi… Hayır” (Milliyet, 26 Haziran 1999).
Kendi cemaatini örgütlemeye başladığı 1970’li yıllarda ve özellikle 12 Eylül sonrasında devlet ve ABD’nin Gülen’e destek çıktığına dair onlarca ifadeye yer vermek mümkün. Ancak bu gerçeğin yanına Gülen’in, Said Nursi’nin dershane modelinden esinlenen Işık evleri, dershaneler, yurtlar ve 1980 sonrasının serbest piyasacı koşullarında özel okullar merkezli başarılı örgütlenme taktiğini eklemeden bu yükseliş öyküsü eksik kalacaktır. Cumhuriyet gazetesinden Kemal Göktaş’ın (2016) darbe sonrasında Gülen cemaatini masaya yatırdığı yazı dizisinde belirttiği gibi “1970’li yıllar Gülen’in etrafında biriken insanların arttığı ve cemaatin giderek büyüdüğü yıllar oldu. Bunda, devletin güçlenen sol karşısında siyasal İslamcılarla organik ilişki kurması ve onu kendi stratejik yedeğine almaya çalışmasının da büyük etkisi olmuştu.” Ancak devlet 1970’lerden başlayarak ve özellikle de 12 Eylül sonrasında İslamcıların gelişebilmesi için uygun toprakları sunsa da bu koşullar bütün cemaatlere sunulurken Gülen’in alıp yürümesi, devlet ve ABD desteği ile kendi örgütlenme başarısının kesişiminden çıkmıştı.
Gülen, Kendi Cemaatini Oluşturuyor
Fethullah Gülen’in Nur cemaatinden koparak kendi cemaatini oluşturma yolundaki serüveninin başlangıç noktası 1966’da atandığı İzmir, Kestanepazarı Kuran kursu müdürlüğü ve vaizlik görevi olmuştu. Bu kuran kursunda kendisi de gönüllü öğreticilik yapan, açtığı yaz kurslarıyla cemaatini toplama konusunda ilerlemeler kaydeden Gülen, 1960’ların sonları ve 1970 başlarında İzmir merkezli, Nurculuk menşeili yeni bir İslami cemaatin temellerini atmıştı.
1970’lerde İslamcılar arasında güçlü komünizm düşmanı dokunun bir evladı olarak Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği‘nin kurulmasında görev almıştı. Türk-İslamcı bir çizgi tutturan Gülen, 12 Mart darbesi sonrasında 7 ay tutuklu kalsa da darbeye yönelik olumlu tutum geliştirecekti: “27 Mayıs sol güdümlü bir harekettir. 12 Mart da öyle olsun isteniyordu. Fakat ihtilale beş kala hadiseye el koyan Memduh Tağmaç ve arkadaşları muhtıranın macerasını birilerinin güdümünden kurtardı. 12 Mart, bir ihtilal ve darbe değildir. Hükümeti belli konularda uyaran bir ikazdır” (Erdoğan, 2006: 132-3).
Gülen, gelişmesinin kapılarının hızla açılacağı 1980 sonrasına kadar, 1970’ler boyunca devletin İslamcılara olumlu yaklaştığı koşullarda cemaatinin çekirdek kadro ve yapılanmasını da oluşturmuştu. Gülen cemaatinin ilk öğrenci yurdu 1976’da İzmir’de açılacak; 200 yatak kapasiteli Yamanlar yurdu 1978’de dershaneye, 1982’de de koleje dönüşecekti. 1979 yılında İzmir’de üniversite hazırlık kursu başlayacak; onu takip eden 10 yıl içinde bu kurs ve yurtlar ülke çapına yayılacaktı. Yurt-dershane-okul-üniversite serüvenin başlangıcı olan 1976’daki 200 yataklık Yamanlar yurdu ücretsizdi. Babası köy imamı olan yaklaşık 35 yaşındaki bir vaizin kısa bir zamanda böyle büyük bir yurdu açması ve ücretsiz işletmesi Gülen’in parayla çarpıcı ilişkisinin ilk örneğini sergiliyordu. Bu değirmenin suyu nereden gelmekteydi?
1976’da merkezi İzmir’de yer alan Türkiye Öğretmenler Vakfı da kurulacak; bu vakıf cemaatin uzun yıllar boyunca en önemli yayını olacak (800 bin abone sayısına kadar ulaşacak) Sızıntı dergisini 1978 yılında yayınlamaya başlayacaktı.
Gülen cemaati, şimdilerde Türkiye’nin en büyükleri arasındaki cemaat üyesi işadamlarına uzanan ekonomik gelişimi de 1970’lerin sonunda başlatmış; 1979’da cemaat üyeleri tarafından bilgi teknolojilerinden perakendeye kadar muhtelif alanlarda faaliyet gösteren 23 şirketin bünyesinde yer aldığı Kaynak Holding kurulmuştu.
Fethullahçılar açısından gelişmenin kapılarını ardına kadar açan süreç ise 12 Eylül darbesiyle başlayacaktı. Gülen, 12 Eylül darbesini olumlamakla kalmamış; onun lehine yaygın bir propaganda faaliyetine girişmişti. M. Abdülfettah Şahin mahlaslı yazılarında Gülen, 12 Eylül darbesini şöyle selamlıyordu: “Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hzırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka şansımız kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam..!” “Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arzediyoruz” (Çakır, 1994: 100).
Her ne kadar 12 Eylül sonrasında İzmir’de Gülen hakkında arama kararı çıkarılsa da darbeden kısa süre önce (5 Eylül’de) rapor alarak işten ayrılacak kadar bilgi sahibi olması; aldığı raporlarla iznini uzatması ve darbeden 2 ay sonra aranırken Çanakkale’ye tayininin yapılması, ancak 20 Mart 1981’de istifa etmesi 12 Eylülcülerin göstermelik arama kararlarının ötesinde Gülen’e dair gerçek tavırlarını ortaya koymaktadır. Ancak 1986’da kendisinin anlaşmalı şekilde teslim olmasıyla bulunabilen Gülen, okul temelleri atıyor, evinde olduğu halde eve gelen subay tarafından “evde bulunamadı” raporları tutuluyor; aranma kararına rağmen resmi araçlarla taşınarak polislere ve belli gruplara “anayasaya evet” başlıklı sohbetler yapması için destekleniyordu. Cuntacılarla sevgi-saygı karşılıklıydı elbet. Hem kendisine dokunmayan hem toplumun muhafazakarlaştıracak adımlar atan Evren’e yönelik Gülen’in sevgisi de boşuna değildi hani: “Evren, 12 Eylül sonrası seçmeli din derslerini zorunlu hale getirmekle çok yararlı bir iş yaptı. Bu iş, öyle büyüktür ki doğrusunu Allah bilir – hiç sevabı olmasa da bu icraatı ona yeter, Evren cennete gidebilir” (Milliyet, 31 Ocak 2005).
Tarihçi Kadir Mısırlıoğlu’nun aktardığı, 12 Eylül öncesinde Adalet Bakanı olan İsmail Müftüoğlu’nun Gülen’in aranması durumuna dair İzmir DGM başsavcısı ile görüşmesi sırasında Kerim Günday isimli bir albayla arasında geçen diyaloğu verelim bir de: “Boşuna zahmet etmişsiniz. Bu yalandan alınmış bir karardır. Fethullah Efendiyi kimsenin aradığı yoktur. Yakalama kararının da ona bir zararı dokunacak değildir” (Mısırlıoğlu, 2012: 329).
Gerçekten albayın dediği gibi olmuştu; 1986’da Gülen, Turgut Özal’ın araya girmesiyle teslim olup sadece ifadesi alındıktan sonra bırakılmıştır: “Gülen, 1986’da ANAP’lı Mehmet Keçeciler ve dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın yönlendirmesiyle Burdur’da teslim oldu ve bir gün sonra İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nca serbest bırakıldı” (Göktaş, 2016).
12 Eylül darbecileri, sosyalist hareketin tekrar gelişmesinin önlenmesinde ve uygulamaya konulan vahşi serbest piyasa uygulamaları karşısında yıkıma uğrayan emekçilerin kanaatkar ve itaakar hale getirilmesinde dini, dini cemaatleri yardıma çağırmışlar; özellikle Özal iktidarı eliyle İslami cemaatlerle yakın ilişkiler geliştirilmişti. “Diğer birçok İslami gruptan farklı olarak Türk milliyetçiliği, serbest piyasa ve modern eğitim temalarına vurgu” (Yavuz, 2004: 296) yapan Gülen cemaati “1980lerde… merhum Özal’ın başbakan ve cumhutbaşkanı olarak görevde bulunduğu dönemlerde resmi himaye” görmüştü (Yavuz, 2005: 268). Gülen’e dair tutuklama kararının boşa düşürülmesinden, darbe sonrasında Gülen’e konan halka açık vaaz yasağının kalkmasına kadar Özal elinden gelinden yardımı Gülen’den esirgememişti.
Özal’a verdiği destekle Gülen de bu tavırların karşılığını veriyordu. 1988’de yılında Zaman gazetesini satın alıp günlük gazete yayıncılığına başlayan cemaat, Türkiye siyasetine müdahale açısından önemli bir araç da elde etmişti (Bu araç özellikle AKP’li yıllarda bayi satışından olmasa da yaygın dağıtımı ve abonelik uygulaması ile 1 milyon 300 binlik rakama ulaşarak açık ara Türkiye’nin en yüksek tirajlı gazetesi olacaktı). Gazete ilk yıllarında Özal ile karşılıklı muhabbetlerinin bir ifadesi olarak ANAP iktidarı ve Turgut Özal savunuculuğu yaparken Gülen’in daha sonra gerçekleştireceği yurtdışındaki okullaşma faaliyetinin önde gelen teşvikçi ve destekçilerinden biri de Özal olacaktı. Cemaatin 1990’ı yıllarda toplumsal etkisini artıracak diğer bir hamlesi de 1993 yılında kurulan Samanyolu kanalı olacaktır; cemaate bağlı kanalların sayısı 2000’lerde artacak ve kamuoyu yaratılması konusunda dizileriyle, haber yayınlarıyla kapatılana kadar oldukça etkili olacaklardı.
Gülen cemaati açısında 1980’ler ve 90’lar cemaatin güçlenmesi, Anadolu’nun her yanına yayılmakla kalmayıp yurtdışına açılması açısından çığır açıcı yıllar olmuştur. Özal’ın serbest piyasacı politikaları Gülen cemaatinin Işık evleri, öğrenci yurtları üzerinden ilerleyen örgütlenme stratejisine merkezi önem kazanacak dersaneleri, özel okulları da eklemesini sağlamıştı. 1979’da başlayan Gülenci holding modeli Özallı yıllarda daha da genişlemiş; 1993 yılında 420’den fazla üyesi bulunan İş Hayatı Dayanışma Derneği (İŞHAD) ve yine aynı yıl daha çok uluslararası ölçeğe yönelmiş, 350 üyeli, Hür Sanayici ve İşadamları Derneği (HÜRSİAD) kurulmuştu. Bu işadamları örgütlenmeleri, 9 binden fazla üyeli Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu’nun (TUSKON) 2005’te kuruluşuna giden yolu hazırlamıştı: “İslamcı-muhafazakâr bir sermaye fraksiyonunun yaratılmasında çeşitli kaldıraçlar da rol oynadı. Birincisi 1980’lerden itibaren Arap finans kurumları, bu kesimlerin finans sorunlarını çözmede etkili oldu. İkincisi ve daha da önemlisi, 1990’larda önce büyük metropollerde yerel yönetimlerin, 2002’den sonra ise merkezi iktidarın kazanılması ile yerel ve kamusal harcamalar, İslamcı- muhafazakâr sermayenin palazlanmasında etkili kaldıraçlar haline geldi. Cemaatlere bağlı şirketlerin iç dayanışması, yerel ve merkezi iktidarın kamusal harcamalarının rüzgârıyla elde edilen hızlı bir birikim sürecini de ortaya çıkardı. Cemaatlere bağlı şirketleşmenin önemli bir ayağı iç dayanışma ve işbölümü iken üretilen mal ve hizmetin yine cemaatin büyüklüğüne bağlı olarak belli bir tüketici kitlesini garanti etmesi de bu durumun tamamlayıcısı oldu” (Sönmez, 2010: 98). Gülen cemaati için bu tabloya yurtdışında açılan okullar vasıtasıyla geliştirilen uluslararası iş imkanlarını da ekleyelim: “Yurtdışındaki faaliyetler… sadece eğitimle sınırlı kalmamış, hareketin faaliyetlerini destekleyecek işadamları için yurtdışında iş yapmayı kolaylaştıracak gerekli bağlantı ve güven ortamı oluşturulmuştur. Ayrıca gidilen ülkelerde dışişleri mensuplarıyla ortak hareket edilmiş ve Türkiye için lobi faaliyetleri niteliğinde birçok girişimde bulunulmuştur. Türkiye için gönüllü kültür ve ekonomik elçilik fonksiyonu gören bu faaliyetler siyasiler ve devlet erkanı tarafından da yakından destek görmüştür” (Yavuz, 2004: 304).
Cemaatin en önemli sivil toplum örgütlerinden olan ve 28 Şubat süreciyle AKP’nin iktidarı döneminde cemaatin propaganda faaliyetlerinin en önemli araçlarından olacak Abant Platformu‘nu örgütleyen Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı ise 1994 yılında kurulmuştu: “Vakıf 28 Şubat sonrası düzenlediği Abant toplantılarıyla siyasi hayatın önemli bir mecrası oldu. Toplantıların amacı Türkiye’deki siyasi elitleri çeşitli meselelerde asgari müşterekte buluşturmaktı. Aslına bakarsanız, AKP bu asgari müştereklerden mütevellit bir siyasi proje olarak şekillendi. Gülen Cemaati’nin bürokratik desteğine, Tayyip Erdoğan ve ekibinin siyasi popülaritesi eklenecekti. Liberal aydınlar bu ittifaka demokrasi referansıyla ürettikleri bir meşruiyet söylemiyle destek verdiler” (Çavdar, 2015: 9-10).
Cemaat Ülke Sınırlarını Aşıyor
Cemaatin yurtdışı örgütlenmesi, ilk olarak Doğu Bloku’nun dağılması sonrasında eski SSCB bölgesinde okullaşma faaliyetleri ile başladı. Bu çerçevede ilk okul, 1991’de Azerbaycan’da açılırken bu çabayı başından beri kendi uluslararası politikalarının bir parçası olarak hem Türkiye devleti hem de ABD teşvik etti, destekledi. ANAP’ın kurucu üyelerinden, eski devlet bakanı Mehmet Keçeciler bu desteği şöyle ifade ediyordu: “Sovyetler Birliği’nin canlanmaması için ABD okulların açılmasını teşvik ediyordu” (Bilgincan, 2016).
Fethullah Gülen’in kendisi de bir röportajında yurtdışı okullarının kuruluşunda devlet desteğini dile getirmişti: “Erbil’de (Kürtlerin egemenliğindeki bir Irak şehri), Türkmenler için bir okul açtık. Başkana bölgedeki Türkleri, Kürtler tarafından asimile edilmekten korumak içn bu bölgede bir okul açmaları gerektiğini söyledim… Okulu Milli İstihbarat Teşkilatı’nın yardımıyla açmaya karar verdik.” (Yavuz, 2005: 270) Türkiye devletinin cemaat okullarına yönelik politikası AKP ile aranın düzelmeyecek kadar bozulduğu 2013 sonuna kadar da değişmemişti. Wikileaks belgelerine göre Azerbaycan’da genişleyen anti-Sünni cephesinin karşı ataklarına karşısında Erdoğan, Aliyev’le görüşmesinde Gülen cemaatinin okulları adına aracılık da yapmıştı. Cemaatin bu okullarda eğitim gören öğrencilerle gerçekleştirdiği Türkçe olimpiyatları da AKP’nin övgülerine uzun süre boyunca mazhar olmuştu.
Gülen okulları Meksika, Japonya, Afrika’nın birçok ülkesinde de açılsa da aslen Orta Asya’da yoğunlaşmış bir çaba göze çarpıyor. 100’den fazla ülkede Gülen cemaatine bağlı okullar birer ikişer yer alırken Orta Asya’da sayılar dikkat çekici ölçüde fazladır (Kazakistan: 29 okul, Tacikistan: 13 okul, Kırgızistan: 12 okul, Türkmenistan: 20 okul).
Eski SSCB coğrafyasındaki bu okulların CIA’in arka bahçesi gibi faaliyet gösterdiğine, CIA ajanlarının okullarda öğretmen gibi istihdam edildiğine dair çokça iddia bulunsa da aslen 1999’da Özbekistan devlet başkanı İslam Kerimov’a yönelik suikast girişiminden sonra tartşmalar kızışmış ve Özbekistan’daki Gülen okulları kapatılmıştı. 2002 yılında Rusya Federal Güvenlik Servisi (FSB) Başkanı Nikolay Patruşev, Gülen okullarını kuran vakıf ve derneklerin ABD gizli servisiyle bağlantılı olduğunu ifade etmesinin ardından SahaYakut, Buryatya, Başkurdistan, Dağıstan, Karaçay Çerkez, Tuva ve Hakasya gibi büyük bölümünü Türk asıllı ya da Müslümanların oluşturduğu Rusya’ya bağlı özerk cumhuriyetlerdeki Gülen okulları kapatılmış, yöneticileri sınır dışı edilmişti. Rusya Yüksek Mahkemesi, Gülen cemaatinin bütün faaliyetlerini yasaklayarak okullarının kapatılmasına karar vermişti.
Yeri gelmişken Gülen cemaati ile ABD arasındaki içiçe geçmiş ilişkiye de değinelim. Soğuk Savaş dönemi boyunca Türkiye’de İslamcılar, SSCB karşısında ehli kitap diye meşrulaştırmalarla ABD yanlısı (en azından hayırhah) bir tutum sergilediler. Kendini yeni bir siyasal özne olarak inşa etme çabasındaki İslamcılar açısından bu dönemde en büyük rakip ve düşmanların başında ülke çapında kitlesel desteğe sahip, etkili bir aktör olarak sosyalistler geliyordu. Solun 6. filo karşıtı eylemlerine cevap olarak örgütlenen Kanlı Pazar’a bakmak yeter. Gülen de bu dönem boyunca iflah olmaz bir anti-komünist olduğu gibi ABD ve NATO işbirliğini savunan bir tutuma sahipti. Ancak ana akım İslamcılar (Milli Görüş), 1980 sonrasında gerek 12 Eylül darbesinin sosyalistleri ezmesi sonucu artık etkili bir tehdit olmamaları, gerek Doğu Bloku’nun yıkılması ve dolayısıyla Soğuk Savaş koşullarının ortadan kalkması, gerekse de Ortadoğu coğrafyasında yükselen İslamcı dalganın, yakıtını İran’daki molla devriminden alan anti Amerikancı havasının etkisi altında ABD karşıtı bir söylemi sahiplenmeye başlamışlardı. Ancak Gülen açısından Amerikan destekçiliğinde bir değişim yaşanmadığı gibi yurtdışı okulları aracılığıyla ABD ile iş kotarma konusunda ileri doğru adım da atılmıştı. “İnanmış bir insanın Batı’yla ve Amerika’yla entegrasyonun karşısında olması düşünülemez” diyen Gülen, “dünyamızın şimdiki kaptanı” olarak tanımladığı ABD ile içiçe ilişkilerinin karşılığını zaten cemaatini büyütürken almıştı, sonrasında da alacaktı. 1999’da Türkiye’den kaçmak zorunda kaldığında ABD’de kalması için Gülen’e referans olanlar CIA’nın Türkiye Masası eski şeflerinden Graham Fuller; CIA’nın Balkanlar uzmanı George Fidas ile ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi ve CIA’nın darbeler uzmanı olarak tanınan Morton Abramowitz olacaktı (Press Medya, 2016). Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti isimli son kitabında Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında sürekli şişirilen “ılımlı İslamcılar”a örnek olarak verdiği iki önemli güçten birisi Fethullah Gülen hareketi ve diğeri de AKP idi. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın gayri resmi yayın organı olan Foreign Policy dergisinin 2013’te dünyanın yaşayan 100 “entelektüel”i arasında Gülen’i birinci seçmesini de belirtmeden geçmeyelim.
Her Zaman Devlet Yanlısı
İslamcı geleneğin büyük çoğunluğu açısından 1980’lerde devletçi söylem geri plana çekilip muhalif bir tonla siyaset yapılarak kent yoksullarına hitap etme çabası öne çıkarken Gülen cemaati açısından devletçi çizgi de hiç bir kayma yaşanmamıştı. 1986 tarihinde Sızıntı dergisinde çıkan bir yazı Gülen cemaatinin nasıl devletine ve onun kolluk güçlerine bağlı olduğunu ısrarla dile getirmekteydi: “Yayınladığımız ilmi, edebi ve ahlaki bir dergi olan Sızıntı’da hiçbir zaman siyasi ve ideolojik, milli birlik ve bütünlüğü bozucu, milli ve ahlaki değerlere ters, suç teşkil eden herhangi bir yazı yayınlanmamıştır. Bilakis çeşitli zamanlardaki sayıları incelendiğinde daima Ordumuzun ve emniyet güçlerinin yanında olarak, hitap ettiği okuyucularına asayiş ve huzurun telkinini yaptığı görülecektir” (Çakır, 1994: 100).
Fethullahçılar sadece sol karşısında sıkı devletçi değildi; 1977’de Yüksek İslam Enstitüleri boykota karşı “İslam’da boykot yoktur” diyerek propaganda yürütmüş, İran’da molla devrimine karşı çıkmış; Refah partisinin iktidarda olduğu yıllarda yapılan türban eylemlerine yönelik karalama çalışmaları yürütmüş; kısacası İslamcılara karşı da her daim devletten, otoriteden yana tavır almıştı. Gülen cemaati bu tavırları nedeniyle İslamcılar tarafından ABD ve/veya devlet ajanı olmakla suçlanmış; bugün Fethullahçılara yönelik operasyon çerçevesinde tutuklanan Ali Bulaç, o günlerde üç soru temelinde bu kuşkuyu dile getirmişti: “Mustafa Kemal ve devrimleri konusunda duruşunuz nedir? Neden RP’nin iktidara gelmesini önlemeye çalışıyorsunuz? Ve neden Ortadoğu’ya değil de, Orta Asya’ya yatırım yapıyorsunuz?” (Yavuz, 2005: 269)
İslamcılara yönelik devletçi tutumu, İslamcıların olmazsa olmaz diye düşündüğü başörtüsü, İslam’ın kamusal alandaki temsilleri konusunda görünürde ılımlı, modern yaklaşımı Gülen cemaatinin Refah Partisi karşısında bir alternatif olarak görülüp desteklenmesinin de önünü açmıştı. Gülen, siyaset camiasından Özal’ın, Demirel’in, Ecevit’in, Türkeş’in destekleri alarak cemaat çalışmalarını ilerletmişti.
Askerin her atağında desteğini esirgemeyerek kendini hem kollayan hem de rakiplerinin bertaraf edilmesini kenardan izleyen Gülen, bu tutumunu 28 Şubat darbesi sırasında da değiştirmemişti. Askerin muhtırası sonra istifa etmeyen Refahyol hükümetinin başarısız olduğu ve çekilmesi gerektiği yönünde gazetelere demeçler veren Gülen, Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’e gönderdiği mektupta, yapılan müdahalenin çok doğru olduğunu, örgüte ait tüm okulları hemen devredebileceğini de söylemişti. 17 Nisan 1997’de Kanal D’de katıldığı programda Gülen, 28 Şubat darbecilerini haklı çıkarmak için her türlü propagandayı kullanmıştı: “8 yıllık kesintisiz eğitim zannedildiği gibi bir tehlike değildir. İsteyen ortaokuldan sonra da İmam Hatip’e gidebilir. Şu anda İmam Hatip’lerde ihtiyacın çok üzerinde bir yığılma görülmektedir. Bu ihtiyaç fazlası farklı merkezlere yönelerek rejim için tehlike arz edebilir. Rejimi korumakla görevli kurumların haklı hassasiyeti de bu yüzdendir. Cumhuriyet ve laiklik şimdiye kadar hiçbir dönemde bu denli tehlikeye girmediği için, onu korumakla görevli kesimler, haklı olarak sesini yükseltmektedir. Millî Güvenlik Kurulu bir anayasal kurumdur ve kendi içtihatları gereği ülke ve rejim için tehdit ve tehlike gördükleri hususlarda tedbir ve teklif getirmeleri elbette sorumlulukları gereğidir ve bu içtihatları yanlış bile olsa kendilerine sevap getirir.”
Gülen, 28 Şubat konusunda bütün destek ve dikkatli tavırlarına, modern-ılımlı görüntüsüne rağmen geçmişte yaptığı konuşmaların video kayıtları üzerinden 21 Haziran 1999’da medya ve DGM savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından hedef tahtasına konulmuş; bu kampanya sonucunda soluğu 1999’da ABD’de alarak ancak kendini güvene almıştı.
Gülen cemaati her daim devletle geliştirdiği yakın ilişkiye rağmen kendini gizleyerek çalışmaya özen göstermişken; 28 Şubat sonrasında bu çabasını daha da artırmıştı: “Cemaatin dini sohbet, himmet gibi faaliyetleri dahi dikkat çekmeyecek tarzda devam ettirilmeye çalışıldı, hareketin geniş dairesindeki kurumların birbirleriyle olan bağlantıları minimize edildi” (Yavuz, 2004: 305).
Asıl Sıçrama AKP Döneminde
Gülen cemaati açısından “yürü ya kulum” denilen dönem esasen AKP iktidarı boyunca oldu. Bu iktidar boyunca devlet kadrolarındaki konumunu çarpıcı şekilde artıran cemaat edindiği imkanlarla çağ atladı desek abartı olmaz. AKP iktidarı, gücünü artırdığı ölçüde Kemalist sivil-askeri bürokrasinin gücünü kırıp etkinlik alanını azaltırken onlardan boşalan kadroları uzun yıllar boyunca okulları, dersaneleri, Işık evleri aracılığıyla devletin önemli kurumlarında etkili olmak üzere çalışma yürüten, dolayısıyla da bu konumlara uygun niteliklere büyük ölçüde sahip Fethullahçılarla dolduruldu. Üst düzey pozisyonları ve kritik noktaları ele geçiren Gülen cemaati, elde ettikleri konumları, devletin üst düzeyinde etki ve sayılarını artırmak üzere daha da etkili şekilde kullandılar.
Gülen cemaati faaliyete geçişinin başından beri devlet içinde örgütlenme konusunda bir perspektife sahipti. Daha 1986 yılında askeri lise sınav sorularının çalınması nedeniyle 66 Fethullahçı öğrenci askeri liselerden atılmış; 100’üne de ihtar çekilmişti. Devlete sızma konusundaki çabanın gerekirse her türlü araçla nasıl yaşama geçtiği böylece ilk defa kamuoyuna yansımıştı. Darbe girişimi sonrası tutuklanan askerlerin, hakim-savcıların polisteki ifadelerinden kamuda önemli konumlara gelmek adına Işık evleri merkezli nasıl canhıraç bir çaba olduğu (10-12 saatlik çalışma programları, mümkünse soruların çalınması, ayarlanan mülakatlar) hep beraber gördük.
AKP’nin Kemalist sivil-askeri bürokrasi ile hesaplaşma adımları Gülen cemaatin devletin üst pozisyonlarında güçlenmesi çok kolaylaştırdı. Bugün darbe girişimine katılan üst düzey rütbelilerin önemli bir kısmı Ergenekon-Balyoz operasyonları sırasında Kemalist komutanların ayağının kaydırılmasıyla bu konumlara geldiler ve konumlarının sunduğu imkanlarla askeri okulları -yani orduda yeni yetişecek kuşakları belirleme hakkını- neredeyse ele geçirdiler. Geçmişin Gülencisi, şimdinin itirafçısı Latif Erdoğan’ın açıklamalarından -bilinçli propaganda olabileceği ihtiyat payını koyarak- bu gerçek görülebilir: “TSK’daki yapılanmaları da zannediyorum ki 76 yıllarına dayanan bir süreç ama bireysel bir yapılanma bu. Kurumsal olarak 80’li yıllarda çalışma yaptılar. Yapılanmanın başına bir kişiyi koymaları da 86’dan sonra gerçekleşiyor. 3-4 ay evvel ordu içindeki varlıklarının yüzde 90 dedim. Şu anda ekranda gördüğüm o generallerin, Akın Öztürk hariç hepsini tanıyorum ben. Talebelik dönemlerinden biliyorum ben, Gülen’in yanına gidip geliyorlardı… Gülen’in yanına cumartesi pazar tatil günlerinde İstanbul’da veya İzmir’de gelip kalan insanlardı” (Sözcü, 8 Ağustos 2016).
Aynı şekilde yargıda Kemalist yapılaşmayı tasfiye etmek için canhıraç desteklenen (Gülen’in mezardan çıkıp oy kullanma çağrısı yapacak kadar önemsediği) 2010 referandumu sonrasında HSYK’da yapılan değişikliklerle Gülenciler yarıda kilit konumları ele geçirmiş; etkinliğini artırmıştı.
Sonsöz Niyetine
1990’lardan bu yana sol içinde mağdurluk söylemini elden bırakmayan geleneksel İslamcılarla ortak hareket edenler olmuştu. 28 Şubat’ta İslamcılarla eylem yapanlardan AKP iktidarında “yetmez ama evet”çilere kadar. Ne de olsa İslamcılar da mağdurdu, onlar da diğer mağdurlarla birlikte aynı muhalefet cephesinin farklı renklerini oluşturabilirdi. Kazın ayağının öyle olmadığını son on yılda herkes görmüş oldu. Muhalefette ve güçsüz olduklarında kendilerinden farklı olanlara gösterdikleri hoşgörü ve tahammül kapasitesinin iktidar olanakları ellerine geçtiğinde yerinde yeller esiyordu. Geçmişte Birikim dergisinde yazılar yazan AKP’nin üst düzey kurmayalarına bir de şimdi bakın. Aynı hikaye Gülen cemaati için de geçerli. Milli Görüş karşısında ılımlı, modern, İslam’ın kamusal yansımalarını dayatmayan görüntünün nasıl bir büyük bir hikaye olduğu ortada. Es keza darbe başarılı olsaydı Gülen, Türkiye’nin Sisi olarak ülkeye gelir, başımıza daha nice çoraplar örerdi. Şimdi ki manzara pek parlak olmasa da öbür ihtimal çok daha karanlıktı.
Kaynakça
Bilgincan, Murat (2016, 19 Nisan) “Bir Alimin Yükseliş ve Çöküşü”, http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2016/04/turkey-fethullah-gulen-cleric-opposition-erdogan-akp.html
Çakır, Ruşen (1994) Ayet ve Slogan, İstanbul: Metis.
Çavdar, Ayşe (2014) “Gülen Cemaati: Devlet Niyet, Sermaye Kısmet”, Heinrich Böll Stiftung Perspectives, s:8.
Göktaş, Kemal (2016, 8 Ağustos), “70’li Yıllar Devlete ‘Sızıntı’”, Cumhuriyet.
Erdoğan, Latif (2006) Küçük Dünyam, İstanbul: Doğan.
Kanal D, 17 Nisan 1997.
Mısırlıoğlu, Kadir (2012), Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri – Cilt 3, İstanbul: Sebil.
Milliyet, 26 Haziran 1999.
Milliyet, 31 Ocak 2005.
Press Medya (2016) “CIA Yöneticisi Gülen’i Savundu”, http://www.pressmedya.com/amerika/26651/cia-yoneticisi-guleni-savundu
Sönmez, Mustafa (2010) Türkiye’de İş Dünyasının Örgütleri ve Yönelimleri, İstanbul: Friedrich-Ebert-Stiftung.
Sözcü, 8 Ağustos 2016.
Yavuz, M.Hakan (2004) “Neo-Nurcular: Gülen Hareketi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 6: İslamcılık, İstanbul: İletişim.
Yavuz, M.H. (2005) Modernleşen Müslümanlar: Nurcular, Nakşiler, Milli Görüş ve AK Parti, İstanbul: Kitap.