Yel Kayadan Toz Alır: Yılmaz Güney Bu Toprakların Yüz Akıdır! – Emre Güntekin
Lenin Devlet ve Devrim eserine çağının ötesine uzanan şu sözlerle giriş yapar: “Bugün Marx’ın öğretisinin başına gelenler, tarih boyunca, devrimci düşünürlerin ve kurtuluş mücadelesini yürüten ezilen sınıfların önderlerinin öğretilerinin başına defalarca gelmişti. Ezen sınıflar, büyük devrimcileri sağlıklarında durmadan oradan oraya sürmüş, öğretilerinin karşısına en vahşi düşmanlık, en kudurgan nefret ve en kaba yalan ve karalama kampanyalarıyla dikilmişti…” Lenin devamında egemen sınıfların yaşamlarında sindiremediği devrimci önderleri, ölümlerinden sonra “zararsız putlara çevirmeye” ya da diğer bir ifadeyle “evliyalaştırmaya” çalıştığını; devrimci öğretilerini “içeriğinden yoksun bırakmaya”, “devrimci uçlarını köreltme”ye ve onları bayağılaştırmaya çalıştıklarını ifade eder.
Bugünlerde yine bu toprakların devrimci sanat veya sinema denildiğinde akla ilk gelen mihenk taşlarından biri olan Yılmaz Güney üzerinden, sadece onun kişiliğine değil sol-sosyalist değerlere dizginsiz bir saldırı ve linç kampanyasının örgütlendiğini görüyoruz. Bugüne kadar kendi kültürel iktidarlarını kuramamaktan şikayet eden iktidar aparatları; popüler kültürden devşirdikleri tiplemeler, kendini “solcu” olarak tanımlayan sefiller, pespaye sosyal medya fenomenleri, satılık kalemler aracılığıyla sanat adına parıltısından en ufak bir kayıp yaşamamış Yılmaz Güney’i hedef seçiyorlar.
Umut, Ağıt, Sürü, Yol, Duvar… Yılmaz Güney sinemasını burada tekrar tekrar anlatmaya lüzum yok. Yılmaz Güney filmleri aracılığıyla bu topraklarda yoksul emekçilerin, topraksız köylülerin, hamalların, ırgatların, içinden geldiği Kürt halkının, darbenin ezdiği hayatların, çocukların sesi oldu.
Yılmaz Güney’in bireysel anlamda çelişkileri var mıydı? Elbette vardı. Marksistler insan doğasında yaşanan değişimleri anlamaya çalışırken, insanın bireysel evrimi ile toplumsal değişimlerin paralelliğine işaret eder. Her insanın şekillenmesini daha doğum anında başlayıp biten bir süreç olarak kabullenen, insanı diyalektik gelişimi ve içinde yaşadığı toplumla kurduğu bağ doğrultusunda anlamaya çalışmayan insanlar için ise salt iyi veya kötü vardır. Yılmaz Güney sinema dünyasına adım attığında, Türk sinemasında her şey iyi-kötü ve siyah-beyaz kadar keskin karşıtlıklarla anlatılıyordu. Can Dündar’ın belgeselinde de çok güzel anlattığı haliyle, Yılmaz Güney o güne kadar “kötü”yü temsil eden çirkinlerin de gerektiğinde dayak atabileceğini göstermişti. Dahası çirkinler artık adalet arayan, ezilmeye tahammül edemeyen karakterler olarak Güney’le birlikte beyaz perdeye zuhur etmişti. Yılmaz Güney kah Anadolulaştırdığı kovboy tiplemeleriyle kah geri adımı olmayan kabadayı tiplemeleriyle toplumsal adaletsizliğin karşısına dikilmiş, zenginden alıp fakire dağıtan bir kahraman tipolojisi yaratmayı başarmıştı. Toplumun varoşlarının, yoksullarının gözünde yavaş yavaş bir rol model olmaya başlamıştı.
Yılmaz Güney de özellikle 60’ların sonu ve 70’lerin başı ile birlikte yükselen devrimci mücadele ile birlikte hem sanatsal hem de bireysel anlamda bir dönüşüm geçirmiştir. İtalyan yeni gerçekçiliğinden öykünerek yaptığı Umut filmiyle birlikte toplumsal mücadele artık iyilerin ve kötülerin kavgasının ötesine taşınmış, sınıfsal ayrımlar sinemasında daha belirgin bir iz bırakmaya başlamıştır.
Yılmaz Güney bir röportajında filmlerinde yer alan tiplemeleri anlatırken bir anlamda kendisini de yansıtmış oluyordu. Birçok filminde hayatı ile sanatı arasındaki sınırlar iyice belirsizleşir. Kendisinin de bir röportajında dile getirdiği üzere “Köylüler, topraksız köylüler ve iş aramak için şehirlere akan göçmenler. Filmlerime özellikle lümpenleşmiş insanlar girdi. Lümpenleşmiş ve çaresiz hale gelen insanlar. Başka bir deyişle, hızla dönüşen toplumumuz tarafından marjinalleştirilen insanlar. Dışlanan insanlar filmlerimde görünür hale geldi. İnsanlar, toplumun ve hukukun sınırlarının dışına itildiler. Sınırlarda kaçakçıya dönüşen köylüler geçimlerini sağlamak için ölümcül tehlikeler altında. Çaresizlikten cinayet işleyen insanlar. Bu insanların gerçekte ne hissettikleri, kişisel olarak nasıl yaşadıkları sinemamızda işlendi.”. Bu yukarıda saydıkları bizzat hayatının belirli evrelerinde kendisinin de dahil olduğu toplumsal katmanlardır. Adana’nın yoksul, topraksız bir köylü ailesinde doğmuş; genç yaşta beş parasız bir şekilde İstanbul’a göç etmiş, dışlanmanın ne demek olduğunu bizzat deneyimlemiştir. Hiçbir zaman içinde yetiştiği toplumun hastalıklarından, özellikle bugün gündeme geldiği haliyle kadına yönelik ataerkil bakış açısından, azade olmamıştır. Ancak onun yaşamını burada başlayıp bitmiş bir hikaye olarak görmek daha öncede değindiğimiz üzere hayatın gerçeklerinden bihaber olmaktır.
Yılmaz Güney de 1982 yılında verdiği bir röportajda özellikle kadın sorununa bakış açısına dair kendi çelişkilerinin de bir özeleştirisini veriyor: “Türkiye’deki kadının kurtuluşu bir devrim sorunu benim için. Ben kendi karımı bile kurtaramıyorum; yani şu anlamda söylüyorum: Biz bu kadar devrimciyiz, ilericiyiz, bazen öyle tavırlarınız oluyor ki teraziye koyduğun zaman gericiliğin ifadesi oluyor, çünkü bu mesele kişisel bir mesele değil. Yani ben şunu söyleyemem kendim için. Ben işte Türkiye’de böyle adamlar var ben ayrıyım. Hayır bu böyle değildir. Bende de bu toplumdan gelmiş olmaktan dolayı bir yığın aksaklık var. Bunun bir de şu yanı var ki ben bunun bilincindeyim, düzeltmeye çalışıyorum, adım adım değiştirmeye çalışıyorum. Bu konuda karım da bana yardım ediyor.”
O, sinemanın ve halkın Çirkin Kral’ı olarak yeri geldiğinde hatalı tercihler de yapmış; yer geldiğinde yetiştiği toplumdan gelen fevriliğinin cezasını da çekmek zorunda kalmıştır. Ancak sonuca baktığımızda Yılmaz Güney eline geçen bütün imkanlara, paraya, şöhrete rağmen halkın safında yer almaktan ve bunun getireceği bedeli de sırtlanmaktan hayatının hiçbir döneminde vazgeçmemiştir. Bu yüzden, yel kayadan ancak toz alır. Bütün bu karalama kampanyasını, onu moda tabirle “cancel culture”a kurban etmeye çabalayanlara kötü haber: Yılmaz Güney filmleriyle, zulme karşı duruşuyla on yıllardır halkın gönlünde yaşıyor, uzun yıllar da yaşayacak.