Ukrayna Krizi: Emperyalist Rekabet Bugüne Nasıl Taşındı? – Emre Güntekin
Uzun süredir beklenen gelişme dün gece gerçekleşti. Putin, tarihsel göndermelerle yüklü ulusa sesleniş konuşmasında “kadim Rus toprakları” olarak nitelediği Ukrayna’nın NATO üyeliği için attığı adımlara ve örgütün eski Sovyet coğrafyasında genişlemesine göz yummayacağını ilan etti. Ukrayna’nın Donbass bölgesinde bulunan Lugans ve Donetsk cumhuriyetlerinin bağımsızlığını tanıdı ve Rus ordusuna bu iki bölgeye “barış gücü” adı altında birlik gönderme talimatı verdi.
Putin’in konuşmasında en çok öne çıkan noktalardan birisi ise sık sık Bolşeviklere ve özellikle Lenin’e yaptığı gönderme oldu. “Modern Ukrayna komünist Rusya tarafından kurulmuştur.” ve “Ukrayna’nın kurucusu Lenin’dir.” ifadeleri bir anlamda Ekim Devrimi’nin ardından Bolşeviklerin benimsediği ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesine yapılan göndermelerdi. “Bolşeviklerin başlıca görevi, ne olursa olsun iktidara tutunmaktı. Lenin’in devlet inşaatı ilkeleri, sıradan bir hata olmaktan çok daha kötüydü.” ifadeleriyle bu tavrı açık bir şekilde hedefe oturttu.
Putin’in bu tavrı yeni değil. Daha önceki konuşmalarında da sıklıkla Lenin’i ve Bolşevikleri hedefe almıştı. 2019 yılında yaptığı bir konuşmada şu sözleri dile getirmişti: “Bir zamanlar Lenin adında bir adam yeni bir Rusya uydurmaya kalktı. İşin sonu toplu mezarlara kadar vardı. Lenin’in uydurduğu devlet yapısı Rus devlet geleneğinin altını oydu. Elimizdekine yaslanmak zorundayız, yani Rus halkına… Düşünce akımını yönetmek doğru bir şey ancak bu düşüncenin Vladimir İlyiç’in (Lenin) yaptığının aksine doğru sonuçlara yol açması gerekir. Çünkü en nihayetinde bu düşünce Sovyetler Birliği’nin çöküşüne sebep oldu, yol açtığı şey bu. O dönemde otonomi ve birçok farklı fikir vardı. Rusya denilen binanın altına bir atom bombası yerleştirdiler ve daha sonra onu patlattılar. Bizim küresel bir devrime ihtiyacımız da yoktu. Ama o dönemde bu düşünce de vardı.”
Bugün mesele elbette Putin’in antikomünist karakterini tartışmayı aşıyor. Ortada pimi çekilmiş bir bomba duruyordu ve Putin yeni bir “Çarlık Rusya”sı inşa etme idealleri doğrultusunda bombanın pimini çekmekten çekinmeyeceğini göstermiş oldu. Bugün Ukrayna için dile getirdiği sözler yarın pekala bir başka eski Doğu Bloğu ülkesi için geçerli olabilir.
1991’den Bugüne Nasıl Gelindi?
1991 yılında SSCB’nin çözülüşünün ardından ABD öncülüğünde Batı dünyası eski Sovyet coğrafyasına doğru hızlı bir yayılmacılığa girişmişti. Elbette bu başlangıçta tankla tüfekle gerçekleşmedi. Küreselleşme sloganları etrafında küresel sermaye hızla bu coğrafyaya nüfuz etmişti. Örneğin, 31 Ocak 1990’da Moskova’da ilk McDonalds şubesi açıldığında neredeyse 30.000 kişi kuyruğa girmişti. Bu Batılı emperyalist-kapitalizm için askeri güçle elde edilemeyecek bir başarıydı. Ancak mesele ilerleyen yıllarda sadece sermaye ihracıyla sınırlı kalmadı. Soğuk Savaş aygıtı NATO bu yeni döneme uygun olarak şekillendirildi ve eski Sovyet coğrafyası ana hedef olarak belirlendi. 1999 yılında Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya; 2004 yılında ise Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya NATO’ya katıldı. Ayrıca bu ülkeler 2004 ve 2007 yıllarında AB’ye de üye oldular. Fakat işler 2008 yılında Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya üye olmasının gündeme alınmasına gelince değişti.
ABD ve NATO, Gürcistan’ın 2003 yılında Gül Devrimi ile iktidara gelen lider Mihail Saakaşvili’yi Osetya ve Abhazya meseleleri konusunda, tıpkı bugün Kiev yönetimine yaptıkları gibi, daha agrasif politikalar izlemesi konusunda kışkırtırken; Saakaşvili’nin bağımsızlığını ilan eden Osetya’ya müdahalesi Gürcistan’ın işgaliyle sonuçlanacaktı. 2008 yılındaki bu savaşta Saakaşvili’nin ne duruma düştüğü herkesin hafızalarında.
Burada Putin’in verdiği esas mesaj NATO’nun periferisine yaklaşmasına müsade etmeyeceğini göstermesiydi. Putin 90’lı yıllar boyunca krizlerle ve iç çatışmayla boğuşan, Batı’nın alay konusu haline gelen Rusya’yı yeniden bir “süper güce” dönüştürme hedefini hiç gizlemedi. Nitekim, 2007 yılında gerçekleşen Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmasında “Günümüz dünyasında, tek kutuplu dünyanın kabul edilemez olmasının yanı sıra, aynı zamanda imkansız olduğu kanaatindeyim.” sözleriyle NATO yayılmacılığına sessiz kalmayacağının işaretini vermiş ve tek kutuplu bir dünya kurma girişimine karşı çıkmıştı. Kırım’ın Rusya tarafından ilhakına ve Ukrayna’nın doğusunun kopuşuna yol açan süreci de bunun bir ispatı olarak görmek gerekir. Putin 90’lı yıllar boyunca krizlerle ve iç çatışmayla boğuşan, Batı’nın alay konusu haline gelen Rusya’yı yeniden bir “süper güce” dönüştürme hedefini hiç gizlemedi.
Putin’in saldırgan dış politikası özellikle ekonomik krizle boğuşan, Batı blokunu bir arada tutmakta zorlanan ABD için uzun zamandır beklenen bir fırsatı yaratmış oldu. Göreve geldiği günden bu yana popülaritesi giderek aşınan Biden’ın Rusya karşısında şahin kesilmesinin izahı açık: İyice dağılmaya yüz tutan Amerikan hegemonyası, işsizlik ve yüksek enflasyonla boğuşan Amerikan ekonomisi için bir soluk borusu açılmış oldu. İşe yarayıp yaramayacağını zaman gösterecek. Fakat akıllara George Friedman’ın Büyük Buhran’a çözüm arayışlarının II. Dünya Savaşı’yla noktalanmasını hatırlatan sözü geliyor: “İkinci Dünya Savaşı tüm zamanların en büyük teşvik paketini sundu. (…) Sonunda çözüm Merkez Bankası değil, silahlı kuvvetler tarafından bulundu.”
Emperyalist kapitalist sistem bütünüyle ikiyüzlülük üzerine kuruludur. Ne Rusya ne de ABD emperyalizmi için mesele halkların demokratik, insani, barışçıl koşullarda yaşaması değil; ulusal çıkarlarıdır. Örneğin, 2008 yılında Kosova sokaklarda ABD bayrakları eşliğinde Sırbistan’dan tek taraflı olarak koparken Batılı ülkeler için “ulusal egemenlik” gibi içi boş kavramlar gündemde değildi. Bugün de mesele bu değil elbet. Lenin’in 1914’ün Eylül ayında savaşın daha ilk aylarında emperyalist savaşların doğasına dair dile getirdiği tezler halen güncelliğini koruyor: “Pazarlar için ve yabancı toprakları yağmalamak için mücadele, tüm ülkelerde proletaryanın devrimci hareketinin önünü kesme ve demokrasiyi ezme gayreti, bütün ülkelerin proleterlerini aldatma, bölme ve ezme dürtüsü, burjuvazinin çıkarları için bir ulusun ücretli kölelerini diğer ulusun ücretli kölelerine karşı kışkırtma isteği; savaşın gerçek içeriği ve anlamı sadece budur.”
Günümüzde kapitalizmin henüz yanıt bulamadığı derin iktisadi ve politik kriz olağanüstülüklerin de kapısını fazlasıyla aralıyor. Savaşlar ve devrimler böylesi olağanüstü dönemlerin olağan sonuçları olarak tarih boyunca karşımıza çıktı. Ukrayna krizi yeni bir dünya savaşını tetikleyebilir mi sorusunun cevabı için bugünlerde papatya falı açılsa da; verilecek cevap emperyalist-kapitalizmin savaş ihtiyacının her geçen gün daha da arttığıdır. Devrimciler olarak hazırlığımızı kapitalizmin aralayacağı bu olağanüstü döneme uygun olarak yapmaktan başka şansımız yok.