Türkiye’de Sosyalist Solun Krizine Dair Bazı Düşünceler – V.U. Arslan
Geçtiğimiz günlerde uzunca bir süredir görüşmediğimiz 78 kuşağından bir abimizle sohbet ederken konu döndü dolaştı, Türkiye sosyalist hareketinin bitmeyen krizine geldi. Abimiz gittiği bütün şehirlerde sosyalist solun neredeyse tamamen geri çekildiğini, görünmez olduğunu ve iş yapılmadığını üzülerek anlatıyordu. Gerçekten de durum böyle. Sosyalist grupların, en azından birlikte ortak kampanyalarla somutta iş koyması beklenir; ama hantallık bir yana sekterlik ve kısırlık da başa bela büyük ve köklü sorunlardan.
Genel durum bu, ama evvela bunun bir kader olmadığını anlamak lazım. Yani Türkiye sosyalistlerinin içinde bulunduğu mevcut durum, bu ülke emekçileri ve gençliğinin nesnel durumundan kaynaklanmıyor. Mesele esas olarak sosyalistlerin geçirdiği öznel iç süreçlerle ve neticede saplanılan krizlerle alakalı. Bu kriz Türkiye’nin özgünlüğü ile, kişilerle ya da cesaret unsuru ile açıklanamaz. Meseleyi ancak uluslararası ve tarihsel bir temele oturtursak kavrayabiliriz. Sosyalist solun krizinin aşılması için bu temellere derinden derine yapılan kazılarla ulaşmak gerekiyor. Türkiye sosyalist solu bu zahmetli işe girip soldaki statüko ile ters düşmek gibi riskli bir uğraşa bulaşmak yerine günü kurtarmayı tercih etti. Neticede sosyalist sol, savurgan bir mirasyedi gibi hazırı tüketti. Ama görüyoruz ki hazıra dağ dayanmıyor…
“Memleketin içinde bulunduğu şu durumda bile neden iş yapılmıyor?” “Tembellikten mi, korkudan mı”? Bunlar sonuçlar. Devrimci azim, cesaret ve kararlılık önümüzdeki yolun net olarak kavranmasına bağlıdır. Türkiye’de ve dünyada sosyalist solun aldığı tarihsel yenilgilerin kapsamlı bir açıklaması yapılmadan ne mağlup olmuş eski kuşak liderlerin silkinip yeniden heyecana gelmesi mümkündür, ne de onların liderlik ettiği sosyalist kadroların sistematik gayretkeşlik göstermesi beklenebilir. Liderliği dumura uğramış, kadroları moralsiz ve hareketsiz olan sol tabanın iyice karamsarlaşması, devrimci mücadeleden umudunu kesmesi, gevşeyip sağa sola savrulması gayet doğal bir gelişmedir. Mücadele hattındaki militanlar ve etkileşim halinde oldukları taban, günübirlik karşıtlıklar temelinde ancak bir yere kadar motive olur. Bunun ardından da kadro ve taban kaybı gelir.
Önümüzü görmek için geçmişimizi iyi bilmek zorundayız. Tarih, politika, teori bunları ciddiye almadan sorunlarla yüzleşemediğiniz gibi ciddi devrimciler de olamazsınız. Eleştiri nereye gidiyorsa oraya kadar götürülmelidir. Eleştiriye girişiyor gibi görünüp çetrefilli meselelerde yan çizmek, konuyu geçiştirmek, soldaki statükoya ters düşmek korkusuyla bir yerden sonra yan çizmek, kaypaklıktan başkası değildir. Neden yapamadığımızın cevabı verilmedikçe, özeleştiri olmadıkça sosyalist solun geleceğinin aydınlanması beklenemez.
Sovyetler’de, Çin’de, Vietnam’da, K.Kore, Küba ve diğerlerinde yanlış olan neydi? Stalinizmin yetiştirdiği Türkiye solu bu cevapları vermediği ölçüde ya sağa kayacaktır, yani “işçi sınıfı öldü, yaşasın yeni sosyal hareketler” deyip kimlik mücadeleleri kervanına katılacaktır; ya da yaşayan ölü kıvamında dogmatizm içerisinde katılaşıp kalacaktır. Bu haliyle de Türkiye sosyalist solundaki mevcut statükonun rolü, Türkiye toprağının canlı unsurlarını heba etmek, yeni canlı devrimci odakların gelişimini geciktirmekten başkası olamaz.
Marksizmin hayatı açıklamak, saklı gerçekleri ortaya sermek gibi bir iddiası vardı. Bu arayış ve iddia, muazzam bir devingenlik yaratıyor; heyecanlı ve arzulu Marksistler muazzam bir çekim gücü oluşturuyordu. Yeni bir dünya kurma mücadelesi, bu çekim gücü olmadan düşünülemez.
Eleştirel düşünceyi bir kenara koyduğunuzda, diyalektik yerine dogmatizmi kılavuz edindiğinizde Marksizmden geriye bir şey kalmayacaktır. Sınıf mücadelesinin tarihsel ve güncel seyrine dair sağlam bir kavrayış olmadan örgütsel görevlere dair somut perspektifler ve hedefler ortaya konamaz ve tabii ki canlı bir sosyalist mücadele düşünülemez.