Türkiye’de Büyük Burjuvazinin Oluşumu (I) – Güneş Gümüş
Giriş
Burjuvazi, yalnızca kapitalist toplumun, yani modern toplumların kurucusu değil, bugün de o toplumların en önemli sınıflarından birisidir. Burjuvazi dünya sahnesine bir anda girmemiş, onu oluşturacak nüvelerin on yıllarca süren gelişiminin ardından cisimleşmiştir. Burjuvazinin ortaya çıkışı ve gelişimi dünya çapında aynı şekilde yaşanmamış, bu bağlamda sahip olduğu toplumsal konum ve güç de farklılık göstermiştir. Kimi ülkelerde kendi dinamikleriyle tarih sahnesine çıkan, kimi ülkelerde ortaya çıkışı özel olarak sağlanan bu sınıf, başlangıçtaki konumu ne olursa olsun gelişimi sonucunda toplumda en etkili güç haline gelmiştir.
Kapitalizmin (modern toplumun) yaratıcısının modern sanayi ve onun üzerinden yükselen burjuvazi olduğundan bu rotaya dahil olmak isteyen ülkelerde, burjuvazi, kendi gelişimini sağlayamazsa, tabiri caizse, saksıda büyütülmüş; ancak zamanla gelişerek ayrı bir toplumsal güç niteliği kazanmıştır. Türkiye de modernleşme yolunda burjuvazinin devlet eliyle yaratılmaya çalışıldığı ülkelerden birisidir.
Modern toplumun kurucu unsurunun burjuvazi olduğu düşünüldüğünde, burjuvazinin oluşum sürecini kavramanın, bir ülkedeki modernleşme serüvenini ve ortaya çıkardığı sonuçları anlamayı mümkün kıldığı görülür. Bu oluşum ve gelişim ister doğallığında ister dışarıdan müdahaleyle yaşansın; her ikisinin de anlattığı bir hikaye, ortaya çıkardığı farklı sonuçlar vardır. Bu bağlamda Türkiye’de burjuvazinin (daha doğru bir ifadeyle büyük burjuvazinin) oluşum sürecini incelemek Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve siyasi gelişimini kavramak için birçok ipucu sunabileceğinden önem taşımaktadır.
Bu çalışmaya ilk olarak burjuvazi (ve büyük burjuvazi) tanımlanması ile başlangıç yapılacaktır. Türkiye’de büyük burjuvazinin oluşumunu incelerken ise süreç Osmanlı’dan başlatılacaktır. Her ne kadar iki devlet arasında kopuş yaşandığı söylense de özellikle 1908 devrimi sonrasındaki dönemle birçok noktada bir süreklilik tespit edilebilir. Bu bağlamda yaşanan kırılmayı da göz önüne alarak Osmanlı toplumundan miras kalan fiziksel (sermayenin kendisi) ya da ideolojik (fikriyat) olguları değerlendirerek başlangıç yapmak doğru olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nde büyük burjuvazinin oluşum ve gelişimini ele alırken ise Faruk Ataay’ın (2001) kullandığı dönemleme temel alınacaktır:
“1) 1923-1953: tarım ve ticaret sermayesi birikimine dayalı gelişme,
2) 1954-1980: ithal ikameci sanayi politikaları altında sanayi sermayesi birikimine dayalı gelişme,
3) 1980’den günümüze: dışa açık koşullarda tekelleşme” (s.55)
Yazıda, Türkiye tarihi boyunca büyük burjuvazinin oluşumu takip edildikten sonra 2000’li yıllarda tartışma konusu haline gelen, MÜSİAD’ın “otantik bir yerli burjuva sınıf” (İnsel, 2012, s.16) olarak tanımlanması konusu ve bu örgütle temsil olan sermayenin büyük burjuvazinin içinde değerlendirilmesi üzerine tartışma yürütülecektir.
Büyük Burjuvanın Tanımlanması
TÜSİAD’ın Görüş dergisinin “Burjuva Olmak” konulu sayısında yer alan Türkiye’de Burjuvazinin Serüveni yazısında Ahmet İnsel (2012) burjuvaziyi şöyle tanımlamaktadır: “Burjuva kelimesi Batı Avrupa’da ortaya çıktı. Ortaçağ’da krallık veya papalık yönetiminden özerkleşmeye başlayan kentlerin (bourg, burg) tüccarlarını, tefecilerini, hukukçularını, büyük zanaatkârlarını ifade ediyordu bu sözcük. Ruhban sınıfı ya da aristokrasiye ait olmayan, vergi veren, kentin milis örgütünde ve kent konseyinde gereğinde yer alan bu insanlar, o dönemde filizlenmeye başlayan kapitalizmin kurucu sınıfı oldu.” (s.14)
Burjuvazi tanımı yaparken bakılması gereken ilk kişi, herhalde, Karl Marks’tan başkası değildir. “Ticaret ve manifaktür büyük burjuvaziyi yarattı” (Marx ve Engels, 2008, s.89) diyen Marks, gelişimin bu noktada kalmadığını ve modern sanayiye doğru ilerlediğini ifade eder. “Manifaktürün yerini modern büyük sanayi, sanayici orta sınıfın yerini sanayici milyonerler, tüm sınai orduların önderleri, modern burjuvazi aldı” (Marx ve Engels, 2009, s.118) diye belirten Marks ve Engels, burjuvazinin modern sanayi ile doğuşunu ve tüm toplumu değiştirmesini Komünist Manifesto’da anlatır. Manifesto’da burjuvazi ile proletarya kapitalizmin iki ana sınıfı olarak sunulur: “…bizim çağımızın, burjuvazinin çağının ayırıcı özelliği, sınıf karşıtlıklarını basitleştirmiş olmasıdır. Tüm toplum, giderek daha çok iki büyük düşman kampa, doğrudan birbirlerinin karşısına dikilen iki büyük sınıfa bölünüyor: burjuvazi ve proletarya.”(Marx ve Engels, 2009, s.117) Bu metne yazdığı bir notta Engels, burjuvazinin tanımını da yapar: “Burjuvazi ile, modern kapitalistler sınıfı, toplumsal üretim araçlarının sahipleri ve ücretli emek istihdam edenler kastediliyor.”(Engels’in notunu aktaran Marks ve Engels, 2009, s.116)
Mustafa Şen (1995) de burjuvazinin Marksist bir temelden tanımını yapmaktadır: “Kapitalist üretim ilişkileri içinde, bir sosyal sınıf olarak burjuvazi, birbiri ile ilişkili iki farklı düzlemde tanımlanabilir. Birincisi, burjuvazinin dolaysız üreticilerle karşılaştığı ve artık değere el koyduğu düzlemdir. Burası, aynı zamanda, uzlaşmaz karşıtlık içindeki iki sınıfın, burjuvazi ve işçi sınıfının, birbirleri ile çatışma ve diyalektik ilişki içinde olduğu alandır. Burjuvazi tarafından el konulan artık, ikinci düzlemde, burjuvazinin ana katmanları olan sınai, ticari ve mali sermaye ile rantiyeler arasında yeniden dağıtılır. Dolayısıyla artığın yeniden dağıtıldığı düzlemi burjuvazinin alt-katmanlarının tanımlanması için uygun bir alan olarak kabul edebiliriz.” (s.46-47)
Marks ve Engels tarafından üretim araçlarının sahipliği ve ücretli emek kullanımı bağlamında tanımlanan burjuvazinin sahip oldukları üretim araçlarının büyüklüğü ölçüsünde büyük ve küçük burjuvazi olarak farklılaştırıldığı görülür. Küçük burjuvazi, ya sadece kendi emek-gücünü kullanarak ya da az sayıda işçinin emek gücüne başvurarak üretim yapan, dolayısıyla sınırlı üretim aracına sahip toplumsal grubu ifade eder. Büyük burjuvazi ise kitlesel üretim ve hizmet sunumuna imkan verecek büyüklükte üretim araçlarına sahip ve bu ölçüde emek gücü kullanan toplumun küçük bir grubunu tarifler.
Osmanlı’dan Kalan Miras
19.yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun üst üste aldığı yenilgilerle dağılma yaşadığı süreçte çıkış yolu olarak, ilk önce ordunun Avrupa standartlarında yeniden düzenlenmesine ve bu çerçevede reformlara girişilmiştir. Ordunun modernizasyonunun yeterli olmayacağı anlaşıldığında idari reformlara başlanmış; zamanla da Avrupa’daki askeri ve idari gücün altyapısının sanayileşme yoluyla elde edilen ekonomik güçle sağlandığı kavranarak bu yönde çabalara girişilmiştir.
Osmanlı devletinde modernleşme projesinin en ileri noktasını 1908 devrimi ve sonrasındaki dönemin işaret ettiğini söylemek hatalı olmayacaktır. Sanayileşme konusunda ciddiye alınabilir adımlar bu tarihten sonra kendini göstermiştir. Ancak yine de 1908-1914 arasında ekonominin ağırlıklı olarak tarıma dayalı, sanayisi geri ve ticarette dışa bağımlı olduğunu belirtmek gerekir. 1915 yılında gerçekleştirilen endüstri sayımına göre Osmanlı İmparatorluğu topraklarında 10’dan fazla işçi çalıştıran 264 fabrika, büyük oranda gıda ve dokuma alanında faaliyet göstermektedir (Buğra, 2010, s.67). Toplam üretimin %82’si bu iki sanayi koluna aitken; toplam işçi nüfusunun %75’i bu alanlarda çalışmaktadır. Bu fabrikaların %50’sinden fazlasını İstanbul ve civarı; %20’sinden fazlasını İzmir ve dikkate değer bir miktarını da Bursa barındırmaktadır. Bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan alanda Osmanlı’nın en gelişmiş bölgelerini Batı Anadolu ve Marmara oluşturmakta; Osmanlı’nın dış pazarla bağlantı noktalarını oluşturan İstanbul, İzmir, Selanik gibi metropollerin (ve onların ekonomik geri bölgesi) dışında ülke içinde ekonomik bağlantı çok sınırlı kalmaktadır. Ayşe Buğra (2010), bu endüstri sayımlarına katılan fabrika sahiplerinin isimlerinden yola çıkılarak, tahminen, özel fabrikaların yaklaşık %20’sinin ancak Müslümanlara ait olduğu sonucuna ulaşıldığını belirtir (s.68).
1908 ve sonrası dönemde çağdaş anlamıyla bir Osmanlı sanayiden bahsetmek güçtür. Bir Osmanlı burjuvazisi tanımlanabilse bile bu toplumsal grup sanayiden çok ticaret merkezlidir ve ezici oranda gayrimüslimlerden oluşmaktadır. Dış borçlanmalar, kapitülasyonlar, dış ticaret gibi olgularla Osmanlı’nın Avrupa’ya bağımlılığının artması, bu iki güç arasında aracı rol kazanan ve bu rolü desteklenen gayrimüslimlerin imtiyazlı bir konuma kavuşmasını sağlamıştır. Ticari yaşam gayrimüslimlerin ve Levantenlerin tekeline girmeye başlamıştır. Müslüman Türklerin iş dünyasında önemli bir yoğunluğu yoktur.
Korkut Boratav (2012), Osmanlı’daki burjuvazinin gayrimüslimlere dayanmasının çeşitli nedenlerde dolayı ulusal kapitalist gelişme önünde engel teşkil ettiğini belirtir:
“Ulusal nitelikte bir kapitalizme yönelişin karşısına çıkan belki de en çetin nesnel engel, Türk burjuvazisinin cılızlığından kaynaklanmaktaydı. Bir Osmanlı burjuvazisi şüphesiz ki vardı; ancak bu sınıfın üç belirgin niteliği, sanayide değil ticarette (ve özellikle dış ticarette) gelişmiş olması, buna bağlı olarak komprador bir özellik taşıması ve büyük ölçüde gayrimüslim (Rum, Yahudi, Levanten, Ermeni) unsurlardan oluşmasıydı. Bu özellikleri taşıyan bir sınıfın, ulusal nitelikli bir burjuva devrimini sürüklemesi elbette beklenemezdi. Buna karşılık iç ticarette küçük ve orta sermayeli (dolayısıyla esnaf özellikleri ağır basan) Türk ve Müslüman burjuvazi zayıf, dağınık, örgütsüz ve büyük ölçüde birincilere bağımlı durumdaydı. Bu durumda, eğer gerçekleşecekse, burjuva devriminin burjuvazi dışındaki sosyal gruplarca yapılması zorunlu oluyordu. Türkiye koşullarında bu tarihi misyonu küçük burjuva aydınları üstlenecekti.” (s.24)
Çağlar Keyder (2010) ise gayrimüslimlerin bu rolü üstlenmek istememesi (kendi ulus-devlet projelerine yönelmeleri temelinde) üzerine burjuva devriminin yürütücüsünün Boratav’ın belirttiği (sivil-askeri bürokrasi içinden çıkan) küçük burjuva aydınları olduğu söyler:
“Rum ve Ermeni burjuvazisi siyasi amaçlarını Osmanlı bütünü içinde gerçekleştirmeyi istemiş olsaydı, Jön Türklerin-İttihat ve Terakki’nin- 1908-1918 deneyimi, bürokratik reformculuk yerine genç burjuvazinin hakimiyeti altında kapitalist bir devlet kurulmasıyla sonuçlanabilirdi.” (s.10)
Osmanlı’da burjuvaziyi teşkil eden gayrimüslimlerin gelecek projelerinin kendi ulus-devletlerini oluşturmak olduğu süreçte Türkiye modernleşmesinin yürütücüsü sivil-askeri bürokrasi olacak; İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ile politik olarak cisimleşen bu kesim Türk ve Müslüman kimliğine dayanan bir milli burjuvazi yaratarak kapitalist gelişme yolunda ilerlemeye çalışacaktı. Ahmet Mithat ve Musa Akyiğit’in 19. yüzyıl sonralarında savunmaya başladığı “milli iktisat” tezi; 1908 sonrasında İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerinden Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Tekin Alp gibi isimlerce de sahiplenilmeye başlandı (Boratav, 2012, s.26). İTC’nin politikası haline gelen bu tez, kalkınma için zorunlu bir yol olarak devlet desteğiyle milli burjuva yetiştirmeyi savunuyordu. “Ey Türk, zengin ol!” söylemleriyle gazete manşetlerine taşınan bu politika 1913’te çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu ile somutlaştı. Bu kanunla ulusal sanayinin geliştirilmesi için özel girişimciliğe devlet tarafından teşvikler sunulurken bu imkanlardan devlet bürokrasisine yakın unsurlar en çok yararlananlar oldu:
“Çoğu zaman mahalli İttihat ve Terakki Teşkilatını üyeleri ile bu şirketleri ortakları aynı kişiydiler. Hükümet bu gibi teşebbüsleri desteklerken, parti teşkilatı ile yeni ortaya çıkan milli burjuvazi şebekesinin birbiriyle özdeşleşmesini sağladı. Böylece, Osmanlı bürokrasinin ekonomi üzerinde siyasi kontrol kurma ideali savaş döneminde gerçekleşti. (Keyder, 2010, s.84-85)
Yabancı sermaye karşısındaki gayrimüslimlere göre ikincil konuma itilen Müslüman tüccarların pozisyonu ise İTC’nin himayesi ve Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması sonrasında gerek kapitülasyonların kaldırılması gerekse bazı devletlerle ticaret kesilmesi dolayısıyla güçlendi. İttihat ve Terakki, bilinçli politikalarıyla gayrimüslimlerin ekonomideki etkilerini kırmaya çalışıyor; 1882’den beri faaliyet gösteren gayrimüslimlerin (İstanbul) Dersaadet Ticaret Odası’na karşı Türk-Müslüman iş adamları için İstanbul Esnaf Cemiyeti’nin örgütlüyordu.
İttihat ve Terakki’nin yaratmaya çalıştığı ulusal burjuva sınıfı sanayiden çok ticaret ağırlıklıdır ve 1908 sonrasında sanayileşme anlamında bir dinamik yakalansa da sanayi büyük oranda cılız kalmaya devam etmektedir: “İttihat ve Terakki’nin sermayeyi Müslümanlaştırma girişiminde hedef milli veya yerli burjuvazi yaratmaktı ama bu hedefi burjuvaziden daha fazla tüccar kelimesi ifade ediyordu.” (İnsel, 2012, s.14)
Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiyle çıkılmasıyla birlikte İTC, Osmanlı devletindeki egemen konumunu kaybederek iktidarı Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na bırakmıştı. Bu fırkanın Damat Ferit Paşa hükümeti, İTC’nin bütün politikalarını terk ettiği gibi ekonomide de milli iktisat tezlerine sahip çıkmış ve İTC’yle yakın bağlara sahip işadamlarına düşmanca tavır almıştır.
Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne kalan miras, fiziksel olmaktan öte büyük oranda düşünsel-ideolojiktir. Buğra’nın (2010) “…Cumhuriyet’in ilk yıllarında faaliyet gösteren bir miktar sanayi firmasının kurulmasında bu eski atılımların etkili olduğu söylenebilir” (s.83) sözleri Osmanlı ekonomisinin yeni Cumhuriyet’e katkısının ne ölçüde sınırlı olduğunu ortaya koyar. Asıl mirası oluşturan ise burjuvazinin yetiştirilmesi konusundaki perspektiftir:
“1923-1929 döneminin, iktisat politikaları ve resmi iktisat görüşleri bakımından 1908-1922 dönemiyle şaşılacak bir süreklilik içinde olduğunu gözlüyoruz. Bu sürekliliği, Meşrutiyet sonrasında ‘milli iktisat’ görüşü olarak nitelenen ve savaş yıllarında kısmen uygulanan iktisadi tezlerin… 1923 sonrasına büyük ölçüde egemen olmasında gözlüyoruz.”(Boratav, 2012, s.39-40)
Osmanlı devletinden başlayan Türkiye modernleşmesinin; devletle kurulan ilişkiler bağlamında bir burjuva sınıfın gelişmesi ve bu sınıfın toplumsal gücünün, bağımsız toplumsal konumunun mali bağımlılıkla frenlenmesi anlamında da süreklilik taşıdığı görülür.
Cumhuriyet Döneminde Burjuvazinin Oluşumu
1923-1953: Tarım ve Ticaret Sermayesi Birikimine Dayalı Gelişme
Bu dönemi, uygulanan politikalarda yaşanan farklılaşma temelinde iki alt dönem halinde düşünmek doğru olacaktır: 1923-29 ve 1929-53. 1929 yılı, gerek o tarihlerde dünyayı saran derin bir kriz dolayısıyla gerekse de Lozan anlaşması uyarınca Osmanlı’dan kalan borçların ödenmeye başlanacağı tarihi ifade ettiğinden iki alt dönem arası geçiş noktasına işaret eder.
1923-29 arası dönemde, 1908’den Osmanlı’nın yıkılmasına kadarki sürecin ekonomik ideolojisi olan milli iktisat geleneğine sahip çıkılır. 1929 sonrasında da devlet destekli olarak milli burjuva yetiştirme projesinden vazgeçilmiş değildir; ancak girişimcilerin bu noktaya ulaşabilecekleri bir sermaye birikiminin olmadığı koşullarda devlet sanayileşmeye kendisi girişmiştir.
Bu dönemde burjuvazinin yaratılmasının modern ulus-devletin vazgeçilmez koşulu olarak görüldüğü dönemin önemli isimlerinden Yusuf Akçura’nın şu sözlerinden anlaşılabilir:
“Eğer Türkler Avrupa kapitalizminden yararlanarak kendi içlerinden bir burjuva sınıfı çıkarmayı başaramazlarsa, sadece köylülerden ve memurlardan oluşan bir toplumun yaşama şansı çok zayıf olur. Modern devletin temeli burjuva sınıfıdır. Çağdaş refah devletleri, burjuvazinin, işadamları ve bankerlerin omuzları üzerinde var olur. Türkiye’deki ulusal uyanış Türk burjuvazisinin doğuşunun başlangıcıdır. Ve Türk burjuvazisinin doğal gelişimi, eğer kesintiye uğramaksızın sürerse, Türk Devleti’nin sağlam biçimde kurulmasının garanti edilmiş olduğunu söyleyebiliriz.” (Ahmad, 1995, s.67)
1920 yılında imzalanan, Cumhuriyet’in kuruluş belgesi olan Lozan anlaşması, Osmanlı’nın borçlarının geri ödenmeye başlanacağı 1929’a kadar ithal ve yerli mallar arasında vergi farkı konulmasını engelleyip devletin korumacı tedbirlerini kısıtlamaktaydı. Bu anlaşma uyarınca tek istisna olarak devlet tekelindeki mallar gösterilmişti ki bu durum da kısıtlamadan kurtulmak için mal ve hizmet üretimini devlet tekeline almayı teşvik etmekteydi.
Ancak yine de girişimcilerin serpilip güçlenmesi için devlet her türlü teşviki sağlamaya çabalamıştır. Bu bağlamda gerçekleştirilen 1923 tarihli İzmir İktisat Kongresi’nde İstanbul tüccarının öncülüğünde ticaret burjuvazisi ve toprak unsurları etkin olmuş; onların istekleri doğrultusunda ekonomik politikasına yönelik kararlar alınmıştır; ancak özel sermayenin zayıflığı ölçüsünde birçok karar yaşama geçirilememiştir. Yine bu çerçevede 1924 yılında kurulan İş Bankası, yerli ve yabancı sermaye ile iktidar arasındaki bütünleşmede önemli rol oynadığı gibi sermaye adına devlet üzerinde etkili bir baskı grubu olarak da işlev göstermiştir.
Özel girişimciler eliyle sanayileşmeyi teşvik etmek için 1913’te İTC’nin çıkardığı kanuna benzer Teşvik-i Sanayi Kanunu 1927 yılında çıkarılmıştır. Girişimcilere sağlanan teşviklerle sanayileşmede belli ölçüde ilerlemeler sağlansa da bir atılımdan bahsetmek mümkün değildir. 1927 Sanayi Sayımı’na göre imalat sanayinde çalışan 237 bin işçinin %46’sı 4’ten az işçi çalıştıran işyerinde bulunmaktaydı (Boratav, 2012, s.52). Yabancı sermayenin yerli ortaklarla birlikte çalışmasına destek verilen bu dönemde (1920-30 arası) kurulan 201 şirketin 66’sı yabancı ortaklıdır (Boratav, 2012, s.42).
1923-1929 arası dönem, ithalata dönük ticari kapitalizmin (Korkut Boratav, 2012, s.62) hakim olduğu, ticaret burjuvazisinin palazlandığı (Çağlar Keyder, 2010) bir dönem niteliği taşımaktadır:
“Müslüman-Türk ticaret burjuvazisi ile siyasi kadroların ve yüksek bürokrasinin işbirliğinden, geleneksel (ve gayri Müslim) komprador ticaret burjuvazisinin işlevlerini kısmen de olsa devralabilen, bazı hallerde yabancı sermayeyle işbirliği içinde kurulan imtiyazlı şirketlerin tekelci kazançlarından nemalanan bir yeni zenginler tabakası oluşmuştu.” (Boratav, 2012, s.61)
1929 krizi, bu politikalarda farklılaşma yaratacak, özel sektörün gerçekleştiremediği sanayileşme atılımı devlet eliyle yaşama geçirilecekti. 1930’dan itibaren ekonomi dışa kapanarak devlet eliyle ulusal sanayileşme dönemi başlatılmış oldu. Korumacılık ve devletçilikle özdeşleşen bu dönemde sanayileşme üç beyaz (un, şeker, kumaş) üzerinden başladı.
1930’larda başlayan sanayileşme dönemi hafif sanayiye dayalı bir gelişme taşırken kömür, demir-çelik, kağıt gibi yatırım malı üretimine de ciddi oranda yer vermeye başlamıştı. Sümerbank’ın yürüteceği Birinci Sanayi Planı dokuma, şeker gibi temel tüketim malları üzerine yoğunlaşmış bir sanayi yatırımlarını önüne koyuyordu. Sanayileşme bu dönemde (ve hatta 1980’e kadar) iç pazara dayalı olmuş, büyüme iç pazar kaynaklı şekilde sürmüştür.
1923’ten başlayıp 1953’e kadar devam eden süreç boyunca özel girişimcilerin gelişiminin, hepsi devlet kaynaklı, üç ayağı olmuştur. İlki devlet işletmelerine girdi sağlamak ya da onların ürettiği girdileri kullanıp mamul mal üretmek; ikincisi, devletin yatırım ihalelerinde müteahhitlik yapmak ve üçüncüsü, devlet öncülüğünde sanayileşmenin yarattığı aracı işleri gerçekleştirmektir.
Türkiye’de burjuvazinin oluşumu sürecinde gayrimüslimlerden aktarılan zenginliğin katkısı göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. I. Dünya Savaşı öncesinde, bugünkü Türkiye sınırları içinde yaşayan her beş kişiden biri gayrimüslimken savaştan sonra bu oran kırkta bire düşmüştür. Ticaret, zanaat ve üretim alanında etkin olan gayrimüslimerin gidişi yerli girişimcilere alan açtığı gibi onların bırakmak zorunda kaldığı zenginlikleri ekonomik kaynak da olmuştur:
“Osmanlı döneminden cumhuriyet dönemine uzanan Türkiye’de ulus-devletin kuruluş sürecinde, azınlık unsurların büyük bölümü ülkeyi terk etmeye zorlandılar. Öte yandan, yalnızca ülkeden ayrılanlar değil, Türkiye’de kalan azınlıklar da zamanla (İkinci Dünya Savaşı sırasında yürürlüğe giren Varlık Vergisi gibi uygulamalarla) etkinliklerini önemli ölçüde yitirdiler. Koç, Sabancı, Çukurova gibi sonraki dönemlerde öne çıkacak olan büyük sermaye grupları, gayrimüslimlerin ellerindeki ekonomik olanaklardan dolaylı ya da dolaysız çeşitli şekillerde yararlandılar.” (Öztürk, 2010, s.28)
Bu dönem boyunca gelişip serpilen burjuvazi Anadolu’da ilk birikimlerini sağladıktan sonra 1950’lerde İstanbul’a doğru kaymıştır. Ancak bu sermaye gruplarının Anadolu ile bağları sonralarda da kopmamıştır. Bu gruplara örnek olarak faaliyetlerine Ankara’da başlayan Koç ile Adana’da başlayan Sabancı verilebilir. Türkiye’de bu dönemde ortaya çıkan bazı büyük holdinglerden 1920’lerde ilk olarak faaliyete başlayanlar Koç, Çukurova, Sönmez, Özakat ve Santral Mensucat; 1930’larda başlayanlar Sabancı, Sapmaz ve Vakko; 1940’larda başlayanlar ise Yaşar, Eczacıbaşı, Ercan ve Transtürk’tür (Buğra, 2010, s.89).
REFERANSLAR
Ahmad, Feroz. (1995). Modern Türkiye’nin Oluşumu. İstanbul: Sarmal.
Ataay, Faruk. (2001, Bahar). Türkiye Kapitalizminin Mekansal Dönüşümü. Praksis, 2, s.53-96.
Boratav, Korkut. (2012). Türkiye İktisat Tarihi 1908- 2009, Ankara: İmge.
Buğra, Ayşe. (2010). Devlet ve İşadamları, İstanbul: İletişim.
İnsel, Ahmet. (2012, Aralık). Türkiye’de Burjuvazinin Serüveni. TÜSİAD Görüş, 76, s.14-17.
Keyder, Çağlar. (2010). Türkiye’de Devlet ve Sınıflar. İstanbul: İletişim.
Marx, Karl ve Engels, Friedrich. (2009). Komünist
Manifesto ve Komünizmin İlkeleri. Ankara: Sol.
Marx, K. ve Engels, Friedrich. (2008). Alman İdeolojisi [Feuerbach]. Ankara: Sol.Şen Mustafa. (1995, Bahar).
Türkiye’de Büyük Burjuvazinin Anatomisi. Toplum ve Bilim, 66, s.46-67.Öztürk, Özgür. (2010). Türkiye’de
Büyük Sermaye Grupları, İstanbul: SAV