“Sosyalist Küba” Emekçi Cehennemine Mi Dönüyor? – Çağın Erdinç
Bilindiği gibi Küba ve ABD arasındaki ilişkilerin “normalleşmeye” başladığı bir süreçten geçiyoruz. Aslında bu yeni bir süreç değil. Normalleşme adı verilen süreç uzun yıllara yayıldı. İlk ciddi adım ise 2008’de atıldı ve Küba’daki tarım arazilerinin çiftçilere kiralanması kararı alındı. Aynı yıl ülkedeki cep telefonu, ev aletleri ve bilgisayarların satışını sınırlandıran da yasaklar kalktı. Böylece özel mülkiyetin teşviki konusunda ülkede o ana kadarki en büyük adım atılmış oldu. 2008’den sonra da dönüşüm hızla devam etti. İşçiler için tavan ücret uygulaması kaldırıldı ve parça başı sisteminin öncülü olan bir uygulamaya geçildi. Böylelikle, ülkedeki işçilerin dizginsizce sömürülmesinin önü açıldı. Aynı dönem içerisinde kamu görevlilerinin konut mülkiyeti elde etmelerini ve konutlarını miras bırakabilmelerini sağlayacak yasalar da kabul edildi. Hatta bir adım daha ileri gidildi ve kendi evini yapmak isteyenlere inşaat serbestisi tanınarak bireysel konut mülkiyetinin yolu açıldı.
Atılan bu adımların Obama’nın 2008’de Florida’da yaptığı konuşma sırasında “siyasi tutukluların salıverilmesinden başlayarak demokrasiye doğru anlamlı adımlar atılırsa biz de Küba’yla ilişkilerde normalleşme sürecine girebileceğimiz adımlar atarız” açıklamasından sonra gelmesi tesadüf olarak değerlendirilmemeli. Zira Küba yönetimi bu açıklamadan sonra 52 siyasi tutukluyu serbest bıraktı. Ardından da Obama’nın “demokrasiye geçiş” şartına cevaben sözünü ettiğimiz adımları attı.
Küba ve ABD’nin yaklaşık on yıldır devam ettirdiği “paslaşma” süreci geçen hafta deyim yerindeyse golle sonuçlandı. Bu golün emekçilerin kalesine atıldığını hemen belirtelim (nedenlerini yazının devamında ele alacağız) Bilindiği gibi geçtiğimiz hafta, 16 Aralık’ta, Raul Casto ve Obama telefonda görüştü. Böylece ABD ve Küba arasında muktedirlerin “tarihi” olarak nitelendirdiği en büyük adım atılmış oldu. Söz konusu adıma en çok sevinenlerden biri, kendi ülkesinde emekçilere kan kusturan, Dünya Kupası sürecinde milyon dolarlarca parayı zenginlerin kucağına döküp bu durumu protesto eden insanları biber gazıyla, plastik mermilerle susturmaya çalışan Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rouseff oldu. Dilma Rouseff süreci “uygarlıkta bir değişim” olarak niteledi. Muhakkak ki Dilma Rouseff dışında, ABD’li yatırımcılar da bu gelişmelere çok seviniyordur. Çünkü atılan adımlardan sonra Küba, ABD’li muktedirler için yeni ve “el değmemiş” bir pazar olurken Kübalı emekçiler için kendi ülkeleri cehenneme dönecek.
Kübalı emekçiler için Küba’nın neden cehenneme döneceği sorusuna cevaben Cumhuriyet Gazetesi yazarı Ergin Yıldızoğlu’nun uzun süredir devam eden “reformlar zincirinin” pratikteki yansımalarını maddelendirdiği yazısının önemli bir kısmına değinmekte var. Yıldızoğlu’na göre reformların öngördüğü ve emekçileri cendereye alacak olan altı önemli madde var. Bu maddeleri şöyle sıralayabiliriz:
1) 500 bin kamu çalışanının işten çıkartılarak devlet desteğiyle küçük üreticiye, hizmet sektörü girişimcisine dönüştürülmesi.
2) Küçük işletmelerde başlamış olan kapitalistleşmenin, tarım sektörünü de kapsayacak biçimde desteklenmesi.
3) Yabancı sermayenin gelebilmesine uygun altyapının, kurumsallaşmanın başlatılması
4) Küba’nın Mariel Limanı’nın 800 milyon dolarlık bir yatırımla “serbest ticaret bölgesine” ve uluslararası konteynır limanına dönüştürülmesi.
5) Amerika’nın internet, telekomünikasyon şirketlerinin, bankalarının Küba’da iş yapmaya başlamalarının önünün açılması
6) ABD’de çalışan Kübalıların üç ayda bir ailelerine göndermelerine izin verilen para transferi haklarının dört kat arttırılarak 2000 dolara çıkarılması.
Peki ABD ve Küba yönetimlerinin atmayı planladığı sonraki adım ne? Bunca “reformdan” sonra atılacak adım ABD ve Küba’da karşılıklı elçiliklerin açılması ve diğer siyasi tutukların tamanının serbest bırakılması olacaktır. Cumhuriyetçiler şimdilik Obama’nın bu konuda elini kolunu bağlıyor; ancak bilindiği gibi Cumhuriyetçiler Obama’nın İran’la ilişkileri konusuna da büyük tepki göstermişti fakat atılan adımlara engel olamamışlardı. Yani söz konusu diğer planların yanında elçiliklerin açılması da en azından kısa ve orta vadede hayata geçmesi mümkün görünen planlar arasında yer alıyor. Taraflar arasında atılan ve muktedirlerin “Küba demokrasiyle kucaklaşıyor” çığırtkanlığıyla karşıladığı bunca adımın sonunda ise , hiç kuşkusuz, dizginlerinden boşalan ABD burjuvazisi Küba’ya rahatça girip bölgenin el değmemiş alanlarını hesapsızca sömürecek ve Küba, Kübalı emekçiler için daha çok cehenneme dönecektir.
Burada sorulması ve cevaplanması gereken çok önemli iki önemli soru var: Birincisi, Küba bu adımları niçin yaklaşık on seneye ve hatta daha uzun bir zamana yayılan süreç içerisinde attı? İkincisi, serbest piyasaya tam entegrasyon olarak nitelenebilecek bu adımlara rağmen neden hala Castro kardeşler “sosyalizmden” vazgeçilmediğini ısrarla vurguluyorlar?
Bu es geçilecek ya ya da tesadüf olarak değerlendirilecek bir konu değil. Küba’nın özgün koşulları göz önüne alındığında bu “reformlar” derece derece yapılmak zorundaydı. Aslında son yılda görünür olan uygulamalar, SSCB çözüldüğünden beri sistematik reformlar dizisi olarak işlemeye devam ediyordu. Ayrıca altını çizerek vurgulamak gerekir ki, Fidel’in yarattığı gelenek de Küba’yı geçmişteki Stalinist diktatörlüklerden ayıran bir görüntü sunuyor. Kastro önderliğindeki bürokrasi diğerlerinin aksine sanki üretimde ve yönetimde bir işçi denetimi söz konusuymuş gibi davranarak Küba’da sınıflar arası bir toplumsal mutabakat olduğu izlenimini vermek için özenle uğraştı. Eşitlikçi söylemler, Fidel’in popülizmi, ABD baskısının doğurduğu anti-Amerikancı histeriyle bütünleşti ve Fidel yönetimi kitle desteğini kendi iktidarı için bir meşruiyet aracı olarak kullandı. Geniş halk kitleleriyle ilişkiyi iyi tutmaya çalışan hükümet “halk yönetimi” söylemi altında devrimci muhalefetin önlemini daha doğmadan aldı. Fidel’in Havana mitingleri ve daha birçok ideolojik destek yönetimdeki bürokrasiyle emekçi sınıflar arasında bir uzlaşma ortamını bürokrasinin eline verdi.
Emekçi sınıfla bürokrasi arasındaki, diğer Stalinist devletlerden görünüşte oldukça farklı olan bu özgün ilişki reformların parça parça yapılmasını zorunlu kılan etmenlerden biri. Fidel’in iktidardan çekilişini de bu perspektiften okumak gerekir. 50 yıl boyunca kitlelerin hafızasında devrim ve sosyalizmle özdeşleşen Fidel’in kapitalizme geçiş buyrukları vermesi derin bir sadakat kaybına yol açıp geniş kitleleri rejim muhalifliğine itebilirdi. Böylece Raul Kastro geçiş programını hayata geçirmek için hamleler yaparken Fidel de perde arkasından yaptığı açıklamalarla devrimci retoriği kullanmaya devam edebiliyor.
Sonuç
Kimilerinin “sosyalizmin son kalesi yıkılıyor mu?” telaşıyla karşıladığı kimilerinin ise Küba’nın doğru bir tercih yaptığını söyleyerek olumlu karşıladığı bir süreçten geçiyoruz. Konuyu başından beri Marksist perspektiften yorumlayamayanlar için Küba konusundaki kafa karışıklığı gayet doğal. Çünkü Küba onlar için “sosyalizmin yıkılmayan son kalesi” ve gurur abidesiydi! Doğal olarak Küba da “dümeni kırınca” tutunacak başka duygusal kaleleri kalmayacaktı.
Evvela, olayları devrimci Marksizm’in penceresinden yorumlarken duygusallığa yer olmadığını vurgulamak lazım. Che Guevera’nın ve diğer devrimcilerin verdiği mücadele hiç kuşkusuz çok önemliydi; ancak sürekli bu mücadelenin duygusallığına odaklanıp gerçeklikten koparsanız, bugünkü gibi hayal kırıklığına kapılmanız son derece doğaldır.
Aslında yazının bütününce cevapladık ancak Küba “sosyalist miydi?” sorusunun üzerinde bir kez daha duralım. Küba’daki devrim bir işçi devrimi değil, ulusal kalkınmacı reformist önderliğin iktidarı ele geçirdiği bir toplumsal olay olarak gerçekleşmişti. Kapitalizmle ve özel mülkiyetle herhangi bir sorunları olmadığını açıklayan Fidel Kastro, ABD’den yüz bulamayınca yüzünü SSCB’ye döndü ve planlı ekonomi, devlet mülkiyeti temelinde yutturulan bir “sosyalizmle” 50 yıl boyunca bürokrasinin sözcülüğünü üstlendi. Küçük burjuva önderlik üretimin başına çöreklenerek bürokratik denetimi hakim kıldı. Ancak düşük ölçekte sanayileşebilen Küba’da üretim tamamen devlet kontrolünde, tepeden bürokratlar tarafından denetlenen bir süreçten ibaretti.
Küba’yı kızıla boyamaya çalışanların evvela şuna cevap verebilmesi gerekir: “Fabrika müdürlerinin planladığı bir üretim sürecinde işçilerin rolü nedir?” İşçilerin edilgen olduğu bir toplumsal yapının kızıllığından nasıl söz edilebilir? Tüm bunlara rağmen Küba’nın “sosyalist” olduğunu iddia edenlere tavsiyemiz, sığınacak başka bir liman aramalıdır. Zira son reformlardan sonra “Sosyalist Küba”nın emekçi cehennemine dönme fermanı arka perdedeki Fidel Castro ve ön plandaki Raul Castro tarafından bizzat imzalanmıştır!
Biz biliyoruz ki, “tek ülkede sosyalizm” tarihin de kanıtladığı üzere imkansızdır. Küba örneği bu gerçeği tüm çıplaklığıyla gösterdi. Bundan 80 yıldan fazla zaman önce, Stalinist bürokrasinin teorik sığınağını oluşturan tek ülkede sosyalizm teranesine verdiği cevapta Troçki kapitalist dünya sisteminin birbirine kopmaz bağlarla bağlı olduğunu teorik olarak açıklamıştı. Bunun pratik sonuçları SSCB örneğinde çok önceden görülmesine rağmen Küba konusundaki illüzyonlar ancak bugün yıkılıyor. Tarihin tersinden kanıtladığı gibi, tek yol kızıl sancağı kapitalizmi ilmek ilmek çözecek şekilde burjuvazinin tüm kalelerine dikmek olacaktır.