"Savaş Barıştır" – Emre Güntekin
1 Eylül’e Doğru
1 Eylül Dünya Barış Günü yaklaşırken, bu özel güne dair içinde yaşadığımız dünya ile ilgili anlatacağımız pek çok hikaye bulunabilir. Dünyanın birçok bölgesinde kapitalizm artık savaşsız hüküm süremiyor. Türkiye’de de ülkenin önemli bir bölümünde adı konulmamış bir savaş yürütülüyor ve hem asker hem de gerilla ve sivil ölümleri artmaya devam ediyor. Kentler birer birer Suriye’de yaşanılan iç savaşı aratmayacak görüntülere teslim olurken, insanlarla yaşam alanları arasına silahların tok sesleri girmeye devam ediyor.
“Savaş Barıştır!”
Orwell 1984 romanını yazdıktan sonra geleceğe dair bir öngörüsünü şöyle ifade etmişti: “Kitabımda anlattığım toplumun bir gün var olup olmayacağını bilmiyorum ama muhtemel ki gelecek buna benzer bir şey olacak…” George Orwell’ın 1984 romanında kullandığı “Savaş barıştır!” söylemi ile bugünü ele aldığımızda onun yarattığı distopik evrenle günümüz dünyası arasında paralellikler bulmak mümkün.
Yakın geçmiş bu iki kelimenin siyaset dilinde iç içe geçtiği pek çok örnekle dolu. “Barış”ı tesis edebilmek adına uygulanan politikalar savaşa daha da gaz veriyor ve savaşın meşrulaştırılmasında hep uzak gelecekte bu gizli kapının ardında mutlu ve huzur dolu günlerin geleceği satır aralarına yerleştiriliyor. Başbakan konuşmalarında Türkiye’nin dört bir yandan kuşatıldığını, üç farklı “terör” odağının Türkiye’ye karşı harekete geçtiğini anlatırken topluma savaşın bu ülkede değişmeyecek bir gerçek olduğu algısını vermeye çalışıyor. Sahi ne oldu da dün barış derken, bugün savaşa bu kadar tapılır oldu?
Örneğin… İktidar Filistin, Bosna konusunda konuşurken barış söylemi konusunda oldukça bonkördür. Başbakan geçtiğimiz ay Bosna’ya giderken “Bu savaş çocukları bugün büyüdüler. Bosna Hersek’in kaderine, Balkanların kaderine damga vuracak şekilde de bir barış toplumu oluşturmak için büyük bir gayret sarf ediyorlar.” demişti. Peki, bugün neden aynı şans düne kadar acılarını anladıklarını timsah gözyaşları eşliğinde dile getirdikleri Kürt çocukları için verilmiyor, onların “barış toplumu oluşturmak için büyük bir gayret sarf etmelerine” imkân tanınmıyor? Bu sorunun karşılığında itiraz olarak muhtemelen Kürt illerinde gençlerin ellerindeki keleşlerden, roketatarlardan bahsedilecektir. Ancak barış için yola çıkarken sen kendi taşını sopanı cebinde taşırsan karşı tarafın da aynı şekilde davranacağını beklemen gerekir. Güdük, göstermelik bir (aslında ateşkesten ibaret) barışı bile korumayı beceremiyorsan, o gençlerin çok da iyi savaşabileceklerini aklının bir köşesine yazman gerekir. Daha birkaç gün önce İrlandalı bir turistin Aksaray’da yirmi kadar esnafa attığı dayak örnek alınmalı. Sen istediğin kadar sopanla, sandalyenle saldır eğer düşmanını ortadan kaldıramıyorsan kaçınılmaz bir fiyasko yaşaman normaldir ve gün gelir bu kavgaya sürüklediğin insanlar da senden hesap sormaya başlar.
Orwell’a dönecek olursak… Onun dünyasında hem geçmişi hem de bugünün gerçeklerini saklayabilmek ve algıları değiştirebilmek mümkündü. Çünkü sistemin kontrolü altında olmayan tek bir iletişim kanalı bile yoktu. Bugünse ne kadar baskı kurulursa kurulsun gerçekleri saklayabilmek mümkün olmuyor. Orwell şöyle yazıyordu: “O andaki düşman mutlak kötülüğün temsilcisi olmuştu, o yüzden onunla geçmişte de, gelecekte de herhangi bir anlaşma söz konusu olamazdı.” Bugün ise kardeşi, oğlu, eşi, babası ölenler şunu soruyor: Ne oldu da barış derken yeniden savaş düzenine geçildi? Aynısı Kürt halkı için de geçerli: Neden düne kadar Diyarbakır sokaklarında beraber türkü söylerken şimdi katliam korkusuyla yaşamaya devam ediyoruz. İktidar için bugün geçmiş yok olup gitmişe benziyor. Ama hafızalar o kadar kolay silinemiyor.
Orwell’ın dünyasında herkes iki dakika nefret adı verilen bir bölümde ekranda gösterilen düşmana hakaretler yağdırmak zorundaydı. Buna katılımın zorunlu olmasından daha kötü olan şey insanın katılmaya karşı koyamamasıydı diye yazıyor Orwell. Savaş söz konusu olunca egemenler de toplumdan benzeri bir pozisyona geçmesini isterler. Sadece kişisel olarak değil, toplumdaki her bireyin kaçınmasının mümkün olmadığı bir nefret dalgası yaratmak bu savaşta onlar için itici güç haline gelir. Ama bugün nefretin büyüğü savaşa toplumu mecbur bırakanlara yöneliyor. Belki bu savaş iktidar için en başta bu nedenden ötürü kaybedilmiş sayılabilir.
Medyada, sanatta, sokakta her yerde iki kere ikinin dört edebildiğini ifade edebilen ve gerçekleri söyleme konusunda cesaret aşılayan örneklerin bitirilebilmesi mümkün değil. Bu nedenle insanların kalıcı olarak barışı yakalayabileceği, eşit ve özgür bir şekilde yaşayabileceği dünya için umut her zaman var olacak. 1 Eylül’e de bu umutla girelim!