Sanatı Kurutup Nazım’a Sarılmak- Derya Koca
Taksim’de yeni AKM’nin temelini atıldı. 2013’den 2018’e kadar çürümeye bırakılan ve akabinde yıkılan bina, Taksim direnişine konu olan sembollerden de biriydi. Erdoğan’ın, İstanbul üzerindeki sembolik varlığını güçlendirmek için giriştiği Topçu Kışlası ve Cami hamlesinin bir ayağı da AKM binasıydı. Gezi Parkı’nın yerine yapılması planlanan Topçu Kışlası projesinin tam karşısına bir cami konduruldu. AKM’nin de temeli önceki gün atıldı. Topçu Kışlası projesinin ve Taksim’in siyasi sembolik değerinin yıkılması Erdoğan için anlamlıydı. Bugünkü neo-Osmanlıcı İdlib macerasının bir kolu, İstanbul’daki sembolik eserlere uzanıyor.
Erdoğan temeli atılacak binanın sadece bir kültür merkezi değil ‘son beş yıldır yıldır milli iradeye kast eden, vatan, millet düşmanlarına verilmiş en güzel cevap’ olduğunu dile getirdi. Ekonomik kriz, İdlib bataklığı derken yine hamasetten “çok cephede aynı anda savaşan lider” hamaseti ile gaza getirmekten başka sarılacak dalları yok. Kanal İstanbul’u sıcak tutmaya çalışırken AKM vesilesiyle yine Gezi’nin mücadele kuşağına “iç düşman” etiketini yapıştırarak konuşmasını devam ettirdi: çok sevdiği rakamlarla AKM projesinin detaylarını verdi, kalabalıklar önünde projeyi alan Naci Topsakal ile 20 ayda bitirilmesi ve fiyatı 850 milyona düşürmesi için canlı canlı pazarlık yaptı. Ne Şov ama!
İşin ideolojik kısmı da atlamayan Erdoğan şöyle devam etti: “İstanbul Atatürk Kültür Merkezi, milletin değerleriyle, inancıyla, insanımızın tarihi ve kültürüyle kavgalı, jakoben zihniyete karşı dikilmiş bir zafer anıtı olacaktır. Artık hiç kimse, hiçbir kesim kültür ve sanatta ülkemizi vasata mahkum edemeyecek. Sanat ve sanatçı istismarını siyasetlerinin aracı görenler, Türkiye’nin kültür ve sanat hayatını körleştiremeyecek” derken, beraberinde getirdiği yandaş sanatçıların eşliğinde günü kapattı.
Birkaç gün önce de Erdoğan Saray’da “Nazım Hikmet’i hapiste çürütenler, Sabahattin Ali’yi katledenler tek parti döneminin jakobenleridir. Şiiri, müziği yasaklayan bir ülkeden sanatçıları ötekileştirmeyen yepyeni bir Türkiye’ye kavuştuk” iddiasında bulundu. Kendisinin arada bir sanata gündemine dalmasına alıştık. Ancak bu sözlerde Erdoğan’ın “şahsım ülkesi”nin başka gerçekleri de satır aralarında ortaya çıkıyor. İktidara boyun eğmeyen, zalimler karşısında kalemini eğip bükmeyen Nazım gibi dev bir komünist şaire referans yapmak, Sabahattin Ali’yi anmak durumunda olmak neden bugün yaşasalardı kendilerine edilmedik zulüm bırakmayacak Erdoğan gibi bir komünizm düşmanının işi olsun ki? Nedeni, içinden çıktığı gelenekte ve kurduğu rejimde sanat adına her şeyin kurutulmuş olması ve geçmişin devrimci değerlerinden başka verecek güçlü referanslar bulamaması. Tarih hafızamız, AKP’nin Nazım ve Saahattin Ali hamasetlerine pirim vermeyecek kadar güçlüdür. Mesela Nazım’ın, Erdoğan’ın çok sevdiği Menderes rejimi altında yaşamaya devam ettiği zulüm de hatırlanmaya değer. Uzun yıllardır hapiste olan Nazım Hikmet Mendereslerin yönetiminde de cezaevinde yatıyordu. Serbest bırakılması için dünya çapında sürdürülen imza kampanyası, 9 Mayıs 1950’de annesi Celile Hanım 10 Mayıs’ta şair Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat açlık grevine başlaması üzerine cezasında indirime gidildi ve serbest bırakıldı. Yurtdışına çıkışına izin verilmedi. Polis tarafından devamlı izlenen ve hileli şekilde yeniden askere alınmaya çalışılan Nazım Hikmet, yakın öldürülme tehdidi karşısında 1951’de ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldı. O günlerde ise Menderes iktidarına yalakalık yapmakla meşgul olan Necip Fazıl’a yazdığı mektuplarda Nazım, “cebin para para olacak diye ruhun pare pare olmasın… o lisan-i mücerret dilinle Babali yokuşunun yollarını yalaman beni kahrediyor” diye yazıyordu.
AKP rejiminin ülkeye armağan ettiği vasatlık ve bayağılık sadece baskı ve zor ile değil aynı zamanda berbat bir çıkar, piyasa ve yandaşlık kültürü ile zehirlediği sanatı neredeyse kuruma noktasına getirdi. Hala bir şeyler yapabilenler ya açık bir muhalefet yapmayanlar ya da sadece kendi işine bakan sanatçılar. Bir şeyleri dile getirenler az ya da çok hedefe konulma ayrıcalığını tattılar.
AKP rejimi, kendi içinden bir tane başarılı yapıt çıkaramamıştır. Hem de onca imkana ve kaynağa rağmen. Mit üretmeye ve gaz vermeye dayanan trajikomik ecdat hamasetinin devasa TRT bütçeleriyle ekranlarda boy göstermesi ve tekellerin insafına terk edilmiş AVM sinemasının vasatlığı sayılmazsa üretim adına elde var sıfır. Devasa bir sektör haline gelen dizilerin, AKP tekelindeki kanalların para hırsı baskısıyla kaliteyi her geçen gün nasıl düşürdüğünü artık oyuncular da gizlemiyorlar. Direksiyonunu Saray’a kıranların da çıtası malum.
Hikmet gibi adanmış bir komünist, Sabahattin Ali gibi baş eğmez bir yazar AKP Türkiye’sinde yaşasaydı susmayacağı için yine soluğu mahkeme salonlarında alır, tek adam rejimini reddettiği için cumhurbaşkanına hakaretten yargılanırdı; aç ve ezilen halkı savunduğu için evi basılır, hedef gösterilir, terörist damgası yer, sağcı linçe maruz bırakılır, üzerinden zulüm eksik olmazdı. Erdoğan da bu gerçekleri bizim kadar iyi biliyor.
“Kavgasız dövüşsüz, efendisiz uşaksız” yaşayan eşit insanların tepesine konan ve her şeyi yiyip yutan sarayı yıktığı Sırça Köşk öyküsünde Sabahattin Ali’nin satırlarına son sözü vererek bitirelim: “Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın.”