Giordano Bruno’nun Yaktığı Ateş 420 Yıldır Yanıyor! – Emre Güntekin

Giordano Bruno’nun Yaktığı Ateş 420 Yıldır Yanıyor! – Emre Güntekin

giordano bruno ile ilgili görsel sonucu

“Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir.”

George Orwell’ın bu anlamlı sözünün Ortaçağ Avrupa’sı kadar yakıştığı bir tarihsel dönem yoktur. Giordano Bruno’nun yaşadığı tarihsel dönem özgür düşüncenin kilise tarafından baskılandığı ve düşüncelerinin onun gibi korkmadan ifade edenlerin ortadan kaldırıldığı bir zaman dilimiydi.

Giordano Bruno 1548 yılında Napoli’de soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Küçük yaşlardan itibaren bilim ve felsefeye merak salan ve bu alanlarda eğitim alan Bruno, 1565 Dominiken kilisesine girdi. Bruno’nun bu dönemi kilisenin resmi düşüncesine karşı fikirlerin geliştiği bir dönem oldu ve 1576’da görüşlerinin “sapkın” olarak ilan edilmesi nedeniyle Roma’ya kaçmak zorunda kaldı. Bruno’nun bundan sonra uzun yıllar sürecek olan gezgin hayatı başladı. Önce Kuzey İtalya’ya; oradan 1578’de Kalvinci görüşlerle tanışacağı, fakat Kalvinci bir profesörle yaşayacağı tartışma nedeniyle aforoz edileceği Cenevre’ye, affedilmesinin ardından Toulouse’a, ardından hayatının en rahat dönemini geçireceği ve düşünsel olarak görüşlerini olgunlaştıracağı Paris’e, oradan da 1583’te edebi çevrelerle temas kuracağı Londra’ya geçti. Bütün bu sürecin ardından Giordano Bruno kilisenin resmi ideolojisinin temellerini oluşturan Aristocu dünya görüşüyle köprüleri atmıştı.

Aristoteles, dünyayı ve evreni algılamada duyularla algılanabilir gerçekler üzerinden hareket ediyordu. Örneğin çıplak gözle bakıldığında güneş ve diğer gök cisimleri dünyanın etrafında dönüyor ve dünya evrenin merkezi olarak algılanıyordu. Bu yaklaşım 13. yy.’dan itibaren Aristocu felsefe ile Katolik kilisesinin buluşma noktalarından birisi oldu. Dünya merkezli statik bir evren anlayışı siyasal alanda kralın tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak görüldüğü, bunun değişmez ve sorgulanamaz bir siyasal doktrinin temellerini oluşturdu.

Alex Callinicos bu görüşün mantığını şöyle izah ediyor: “Aristoya göre dünyadaki herşeyin bir ereği vardı. Bu erek şeylere dünyadaki yerini gösterirdi. Örneğin, cisimlerin doğal halinin hareketsizlik olduğunu ileri sürüyordu. Devinim, değişim, cisimler rahatsız edildiklerinde, doğal yerlerinden uzaklaştırıldıklarında olagelen anormal bir şeydi. Ve cisimler, rahatsız edildiklerinde, bir kez daha hareketsiz kalacakları yere dönerlerdi.” (Marks’ın Devrimci Fikirleri, s.51)

Ortaçağ egemenleri bu yaklaşımdan tıpkı evren anlayışı gibi dünyada da bu durağanlığın ve uyumun, bireylerin ve kurumların toplumdaki konumlarının değişmez bir şekilde Tanrı tarafından belirlendiği sonucuna ulaştılar ve bunu bir meşruiyet kaynağı haline getirdiler.

Ne var ki toplum sandıkları kadar statik bir yapıya sahip değildi ve ilerleyen yüzyıllarda bilimsel düşüncedeki gelişmeler bu idealist düşünceyi karşısına alacak öznelerin tarih sahnesine çıkışına zemin hazırladı. Özellikle 15 ve 16. yüzyıllarda yaşamış olan Kopernik’in evrenle ilgili ortaya attığı gerçekler kilisenin düşüncesine taban tabana zıttı. Dünya merkezli bir evren anlayışı yerine Kopernik, güneşi merkeze alan ve dünya başta olmak üzere diğer gezegenlerin onun etrafında döndüğünü açıklayan bir yaklaşım geliştirmişti. Bu yaklaşım kendisinden sonra Giordano Bruno, Galileo ve Kepler gibi birçok bilim insanı ve düşünür tarafından sahiplenildi.

Bilimsel düşüncedeki bu gelişim esasında feodal toplum içerisinde kendine yer açmaya çalışan yeni bir toplumsal sınıfın ve o sınıfın yükselişine zemin oluşturan toplumsal ilişkilerin bir ürünüydü. Tohumları saçılan kapitalist üretim ilişkileri önünde feodalizm ve skolastik düşünce bir engel teşkil ediyordu. Feodal toplumun ideolojik merkezi olan kilise aynı zamanda önemli bir iktisadi güç konumundaydı ve Katolik dünyasının topraklarının neredeyse üçte biri kiliseye aitti. Bu nedenle yeni gelişen burjuva sınıflarla bu dönemde yükselen bilimsel düşüncenin idealleri birbiriyle çakışıyordu.

Giordano Bruno işte bu dönemin en ateşli özgürlük savunucularından birisi olarak parlıyordu. 1591 yılında Venedik’e dönmesinin ardından hafızayı geliştirme teknikleri üzerine ders verdiği Mocenigo Bruno’yu “sapkın” görüşleri nedeniyle Engizisyon’a şikâyet etti. 8 yıl süren yargılamasının sonunda 1600 yılında Roma’nın Campo di Fiori Meydanı’nda diri diri yakılarak öldürüldü.

Bruno kendisi hakkındaki karar açıklandığında karşısında duran egemenlerin özgür düşünceden ne denli korktuklarının farkındaydı ve bunu şöyle ifade etti: “Sizin benim hakkımda bu kararı vermekle duyduğunuz korku, benim mahkûm olmaktan ötürü duyduğum korkudan daha fazla olabilir.” Hayatı boyunca baskıyı üzerinde hissetmesine rağmen korkudan uzak durdu. Bitirirken yine Bruno’nun şu sözlerini hatırlatmakta fayda olacak: “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.”

Selam olsun bugüne kadar kendisini özgürlük uğruna ateşe atanlara!

KATEGORİLER