Öylesi Bizden Uzak Olsun – Derya Koca
Sosyalistler, düşmanlarının gözünde bile itibarı olan bir gelenek ve kültüre sahip. İşkenceci isimlerin dahi devrimcilerin ortaya koyduğu direniş karşısında saygı duyduğunu itiraf ettiği bir gelenek bu. 68 kuşağının önderlerine bakın. Hepsi dönemin üniversite okuyabilen az sayıdaki ayrıcalıklı kesiminden olabilirdi. Bu adaletsizlikler dünyasının kazananı olmayı elinin tersiyle itip tarihe mal oldu. Saygınlık, emekçi halkla kaderini birleştiren, özverili ve gözüpek bu gelenekle kazanıldı.
Sosyalist gelenekte bu damar varlığını koruduğu için bu itibar devam ediyor. Ancak bu itibarın alttan alta önemli ölçüde aşındığını da söylemek haksızlık etmek değil, gerçekleri konuşmak olacaktır. Sosyalist olmak bir şeydir, devrimci olmak onun bir adım ilerisidir. Düzenin nimetlerinden, balından kaymağından nasiplenmenin önüne birkaç Marks kitabı, birkaç afilli söz geçemez. O sınırı insan çizer. Emekten, ezilenden yana olmak, tutarlı bir yaşam sürdürmeksizin hiçbir şey ifade etmez. Lafazanlık, gevezelik; sosyalist olmayı bir cemaat kültürü gibi yaşamak, işe gelince klavyede militan kesilmek… Sanılmasın ki bu hastalıklar sadece içinden geçtiğimiz döneme özgü. Kaderini bir dünya dolusu insanın kaderi ile eşitlemek; yani devrimci olmak başka bir çizgiyi geçmektir. İyi sosyalist olmanın koşulu devrimci olmaktır.
Savrulma ve Aşınma
Sosyalistlerin tarihsel olarak zayıflaması ve içine düştüğü ideolojik savrulma emekçi halktan yana, zalime karşı gerekirse bedel ödeyen değil de; yaşam tarzı, kimliksel kutuplaşmalarda aldığı pozisyon üzerinden bir “solcu” tipi doğurdu. Bu vasatlık sol içinde öylesine güçlü ki, kendisini solda tarifleyen aydınların bir kısmını da kendisine benzetti. Sağlam ve tutarlı devrimcilerin ve aydınların varlığını kesinlikle dışlamıyoruz ancak çok rahat söyleyebiliriz ki “hem hayatın zevklerini doyasıya yaşarım hem solculuk yaparım” sığlığından çıkamayan bu yeni “tip” emekçilerin sermayeye karşı, yoksulun zengine karşı mücadelesi yerine kimliksel çelişkiler üzerinden ilerleyen bir iklimden rahatlıkla beslendi. Çünkü solun neredeyse tamamı da, o yaşam tarzı kutuplaşmasının bir parçası oldu. Emekçilerden yana söz üretip harekete geçmeyince, kendi varlığını dayandığı kimliğin yaşam tarzına yasladı. İdeolojik tartışmasını belki burada derinlemesine yapmaya fırsatımız yok ama bu tipoloji, kimliği ve yaşam tarzını savunmayı devrimcilik sanan bir siyasal savrulmanın rahminden çıktı. Balık baştan kokuyor; sosyalist örgütlerin siyasal hattı bu tipolojiyi besliyor; sol kimlik buradan bozulmaya başlayalı çok oldu.
Sosyalistlerin toplumdaki hegemonyasının azalmasının ve aşınmanın akabinde bu hegemonya gücü ile kendisini solda tarifleyen nice aydın, sanatçı ve entelektüel çok hızlı biçimde çekildi. Doğaldır. Tam karşımıza geçenler de oldu, arada derede kalıp liberal türküleri sosyalizm marşları ile birbirine karıştıranlar da. Sapasağlam bir komünist imanla ölen de oldu, yüz kızartıcı bir alçalma ruhunu satılığa çıkaran da. Kendinden menkul aydın olmaz. Yelkenleri sağlam olmayan, böyle güçlü rüzgarlarda yolunu bulamaz. Ya yolunu şaşırır ya karaya oturur. Dümende emekçilerden yana siyaseti merkezine alan bir politik özne olmadıkça da savrulma devam eder.
Yukarıda bahsettiğimiz sürecin Türkiye’deki cereyanı da bu topraklardaki sınıf mücadelesinin geri çekiliş öyküsüne paralel bir seyirden başka bir şey değildir. Elbette insan iradesinden söz edeceksek tarihin temel hareketlerinden etkilenen ancak ona direniş geliştirebilen canlı ve güçlü bir varlıktan bahsettiğimizi bilmek durumundayız. İdeolojik konumlanış, tarihi kategoriler etrafından algılayan ve zorunluluk ilişkilerine indirgeyen bakış açısının dar kalıplarına sığmaz. Sığdığını savunanlar, insanın “yapıların” kölesi olduğu öznesiz bir tarihin umutsuz yazıcılarıdır.
Çınar Gölgesi ve Spor Arabalar
Nazım Hikmet, bu ülkenin en zor zamanlarından birinde komünistti. “Onlar” için yazdı, mahpus oldu, sürgüne gitti. Bir çınarın dibinde yatıyor. Yılmaz Güney, içinden çıktığı baldırı çıplakların sesi oldu, “gurbet türküleri” söyleyerek öldü, Paris’e gömüldü. Tuncel Kurtiz, kuşağımızın yaşarken tanıdığı bir isimdi. Bir bürokrat ailenin biricik oğluydu, refah içinde yaşayabilirdi. Yılmaz Güney’in yoldaşı ve sinemada bir devrimci olmayı seçti; dünyaca tanınan muazzam bir oyunculuk kariyeri vardı ancak o ölünceye kadar bu değerlere bağlı kaldı. Baskı, yoksulluk ve çetin günlerden geçmeyi kendi iradesiyle seçmişti. Bir televizyon kanalında Kurtiz şu cümlelerle kendisini anlatmıştı:
“Yılmaz [Güney], fukara bir ailenin oğluydu. Ben de vali muavinin oğluydum, dayım milletvekiliydi. Ama iki arkadaş olduk. Ve düşüncelerimiz bu halkımız içindi, doğruluk içindi, dürüstlük içindi, iyi şeyler içindi. Başka bir şey düşünmedik ki. Kendimiz için hiçbir şey istemedik. Zaten Steinbeck’in Bitmeyen Kavga’sını okuduğum zaman kitabın finalinde şöyle bir laf vardı: “Yoldaşlar! O kendisi için hiçbir şey istemiyordu. Bu beni öylesine etkilemiştir ki… Kendim için hiçbir şey istememek… Ama insanlar için, birlikte olmak için.(…) Mutlu azınlık ne demek yahu! Neden mutlu çoğunluk olmasın? Hadi bırak biz tiyatro yaptık, onu yaptık, şunu yaptık. Acı çekiyorum bi yandan. Açık açık söylüyorum bunu. 1950’de ülkenin nüfusu 20 milyondu. Şimdi 70 milyon. 50 yılda 50 milyon insan yetişti. Nerede bu 50 milyon insan? Ne seyrediyor, ne okuyor, ne yapıyor? Benim de acım bu tabii ki.”
Tuncel Kurtiz’in bu ilham dolu cümleleri aldığı satırların dünyanın öte ucundanda yazması tesadüf değil. Bu kadim kavga ne coğrafya tanıdı, ne ırk, ne din. Kendi için bir şey istememek bu kadim kavganın abecesiydi. Yalın. Tartışmasız.
Tuncel Kurtiz, Yılmaz Güney ve onlar gibi nicesi bu topraklarda eyvallah etmeyip, bu yolun çilesini çekmeden usta olamazlardı. Dünyaya başka bir gözle bakmak gerekti. Solun, halkla kucaklaştığı görkemli yılların gücü ile bu büyük yetenekler belki de bu yola girdi. Bugün durum bambaşka. Devrimci insan yaşam tarzından, rahatından feragat eden, bedel ödeyen insanken nasıl oldu da bugün keyfinden, yaşam tarzından taviz vermeyen bir tipoloji solcu diye ortalarda gezer oldu?
Solun değerlerini bırakalım, en temel insani değerleri bile bünyesinde barındırmayan garabetliklere şahitlik ediyoruz. Sadede gelelim. Bu yazının yazılmasına vesile olan Emrah Serbest olayı… Alkollü kullandığı ultra lüks aracıyla hız yaparken ucuz bir arabası olan gariban bir aileyi toptan yok etmek… Olay yerine bir ambulans dahi çağırmamak, arkadaşını hapse yollamak; yakalanacağını anlayınca da en “solcusundan” bir jargonla hapse girmeyi bile bir şova dönüştürmek… Emrah Serbest gibisi solcu olacaksa, öylesi bizden uzak olsun.
Aydın Olmak
Milyonlar bir çıkış ararken, rejim halkın gırtlağına basarken, son birkaç yılda canını veren sayısız insanın yaşadığı ülkede bir muhalif edebiyatçı böyle olacaksa olmasın. Nazım gibi bir ustanın sadece bir çınar gölgesi istediği bir dünyada, bu nasıl bir “solculuk”tur ki milyarlık tekerleriyle bir emekçi aileyi yok edebiliyor? Bu olan, münferit ya da başa gelmiş talihsiz bir kaza değildir. Yozlaşmanın en koyusu, burjuva ahlakta bile kolay kolay kabul görmeyecek bir düşkünlüktür. “Emrah Serbest bir kişidir” denebilir. Doğrudur. O sadece bir kişi olabilir ancak, muhalifliği, laf cambazlığını, yazdığı iki satır muhaliflik ironisini lüks arabalara dönüştüren bir kişinin muhalif olarak adlandırılması bile çoktur. Ve bu örnekler ne yazık ki ülkede muhalif kimliğin aşınmasının örneği timsali karşımıza çıkıvermiştir. Hem de en rezil boyutuyla.
Bırakalım sosyalistliği, devrimciliği; sol değerlerin gecekonduların kireçli odalarına umut olduğu yılların kültürü zamanın ruhuyla yeni kuşaklara anlatılamazsa ahlaki ve siyasi üstünlüğün yeniden kazanmasını nasıl bekleyebiliriz? Bu anlayışla yetişen yeni kuşaklar olmadan, bir mücadele nasıl yükselir? Saraylı’ya laf edenin lüks yaşantısına, spor arabasına bakanlar neyin muhalefetini görecektir; içki içmekten ve birey merkezli bir yaşamdan ibaret bir liberal özgürlük mü?
Bu satırlar kimine acımasız gelebilir ancak geleceği kurmak derdinde olan bir toplam bu kültürü de, bu garabeti de lanetlemek zorundadır. Lümpenliğin, caka satmanın, kendisi için yaşamanın, gösterişin solda yeri yoktur. Her ne koşulda olursa olsun hakikatleri savunduğu için iktidarın bütün kinine ve zulmüne mazhar olan Ahmet Şık gibi değerler gerek bize. Yolumuz uzun, hayat bizden yana! Korkup saklanan, susup görünmez olan, başkaları kavga etsin ben rahatıma bakayım diyen kim varsa gölge etmesin.