
Sosyalistler, düşmanlarının gözünde bile itibarı olan bir gelenek ve kültüre sahip. İşkenceci isimlerin dahi devrimcilerin ortaya koyduğu direniş karşısında saygı duyduğunu itiraf ettiği bir gelenek bu. 68 kuşağının önderlerine bakın. Hepsi dönemin üniversite okuyabilen az sayıdaki ayrıcalıklı kesiminden olabilirdi. Bu adaletsizlikler dünyasının kazananı olmayı elinin tersiyle itip tarihe mal oldu. Saygınlık, emekçi halkla kaderini birleştiren, özverili ve gözüpek bu gelenekle kazanıldı.
Sosyalist gelenekte bu damar varlığını koruduÄŸu için bu itibar devam ediyor. Ancak bu itibarın alttan alta önemli ölçüde aşındığını da söylemek haksızlık etmek deÄŸil, gerçekleri konuÅŸmak olacaktır. Sosyalist olmak bir ÅŸeydir, devrimci olmak onun bir adım ilerisidir. Düzenin nimetlerinden, balından kaymağından nasiplenmenin önüne birkaç Marks kitabı, birkaç afilli söz geçemez. O sınırı insan çizer. Emekten, ezilenden yana olmak, tutarlı bir yaÅŸam sürdürmeksizin hiçbir ÅŸey ifade etmez. Lafazanlık, gevezelik; sosyalist olmayı bir cemaat kültürü gibi yaÅŸamak, iÅŸe gelince klavyede militan kesilmek… Sanılmasın ki bu hastalıklar sadece içinden geçtiÄŸimiz döneme özgü. Kaderini bir dünya dolusu insanın kaderi ile eÅŸitlemek; yani devrimci olmak baÅŸka bir çizgiyi geçmektir. İyi sosyalist olmanın koÅŸulu devrimci olmaktır.
Savrulma ve Aşınma
Sosyalistlerin tarihsel olarak zayıflaması ve içine düştüğü ideolojik savrulma emekçi halktan yana, zalime karşı gerekirse bedel ödeyen deÄŸil de; yaÅŸam tarzı, kimliksel kutuplaÅŸmalarda aldığı pozisyon üzerinden bir “solcu” tipi doÄŸurdu. Bu vasatlık sol içinde öylesine güçlü ki, kendisini solda tarifleyen aydınların bir kısmını da kendisine benzetti. SaÄŸlam ve tutarlı devrimcilerin ve aydınların varlığını kesinlikle dışlamıyoruz ancak çok rahat söyleyebiliriz ki “hem hayatın zevklerini doyasıya yaÅŸarım hem solculuk yaparım” sığlığından çıkamayan bu yeni “tip” emekçilerin sermayeye karşı, yoksulun zengine karşı mücadelesi yerine kimliksel çeliÅŸkiler üzerinden ilerleyen bir iklimden rahatlıkla beslendi. Çünkü solun neredeyse tamamı da, o yaÅŸam tarzı kutuplaÅŸmasının bir parçası oldu. Emekçilerden yana söz üretip harekete geçmeyince, kendi varlığını dayandığı kimliÄŸin yaÅŸam tarzına yasladı. İdeolojik tartışmasını belki burada derinlemesine yapmaya fırsatımız yok ama bu tipoloji, kimliÄŸi ve yaÅŸam tarzını savunmayı devrimcilik sanan bir siyasal savrulmanın rahminden çıktı. Balık baÅŸtan kokuyor; sosyalist örgütlerin siyasal hattı bu tipolojiyi besliyor; sol kimlik buradan bozulmaya baÅŸlayalı çok oldu.
Sosyalistlerin toplumdaki hegemonyasının azalmasının ve aşınmanın akabinde bu hegemonya gücü ile kendisini solda tarifleyen nice aydın, sanatçı ve entelektüel çok hızlı biçimde çekildi. Doğaldır. Tam karşımıza geçenler de oldu, arada derede kalıp liberal türküleri sosyalizm marşları ile birbirine karıştıranlar da. Sapasağlam bir komünist imanla ölen de oldu, yüz kızartıcı bir alçalma ruhunu satılığa çıkaran da. Kendinden menkul aydın olmaz. Yelkenleri sağlam olmayan, böyle güçlü rüzgarlarda yolunu bulamaz. Ya yolunu şaşırır ya karaya oturur. Dümende emekçilerden yana siyaseti merkezine alan bir politik özne olmadıkça da savrulma devam eder.
Yukarıda bahsettiÄŸimiz sürecin Türkiye’deki cereyanı da bu topraklardaki sınıf mücadelesinin geri çekiliÅŸ öyküsüne paralel bir seyirden baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir. Elbette insan iradesinden söz edeceksek tarihin temel hareketlerinden etkilenen ancak ona direniÅŸ geliÅŸtirebilen canlı ve güçlü bir varlıktan bahsettiÄŸimizi bilmek durumundayız. İdeolojik konumlanış, tarihi kategoriler etrafından algılayan ve zorunluluk iliÅŸkilerine indirgeyen bakış açısının dar kalıplarına sığmaz. Sığdığını savunanlar, insanın “yapıların” kölesi olduÄŸu öznesiz bir tarihin umutsuz yazıcılarıdır.
Çınar Gölgesi ve Spor Arabalar
Nazım Hikmet, bu ülkenin en zor zamanlarından birinde komünistti. “Onlar” için yazdı, mahpus oldu, sürgüne gitti. Bir çınarın dibinde yatıyor. Yılmaz Güney, içinden çıktığı baldırı çıplakların sesi oldu, “gurbet türküleri” söyleyerek öldü, Paris’e gömüldü. Tuncel Kurtiz, kuÅŸağımızın yaÅŸarken tanıdığı bir isimdi. Bir bürokrat ailenin biricik oÄŸluydu, refah içinde yaÅŸayabilirdi. Yılmaz Güney’in yoldaşı ve sinemada bir devrimci olmayı seçti; dünyaca tanınan muazzam bir oyunculuk kariyeri vardı ancak o ölünceye kadar bu deÄŸerlere baÄŸlı kaldı. Baskı, yoksulluk ve çetin günlerden geçmeyi kendi iradesiyle seçmiÅŸti. Bir televizyon kanalında Kurtiz ÅŸu cümlelerle kendisini anlatmıştı:
“Yılmaz [Güney], fukara bir ailenin oÄŸluydu. Ben de vali muavinin oÄŸluydum, dayım milletvekiliydi. Ama iki arkadaÅŸ olduk. Ve düşüncelerimiz bu halkımız içindi, doÄŸruluk içindi, dürüstlük içindi, iyi ÅŸeyler içindi. BaÅŸka bir ÅŸey düşünmedik ki. Kendimiz için hiçbir ÅŸey istemedik. Zaten Steinbeck’in Bitmeyen Kavga’sını okuduÄŸum zaman kitabın finalinde şöyle bir laf vardı: “YoldaÅŸlar! O kendisi için hiçbir ÅŸey istemiyordu. Bu beni öylesine etkilemiÅŸtir ki… Kendim için hiçbir ÅŸey istememek… Ama insanlar için, birlikte olmak için.(…) Mutlu azınlık ne demek yahu! Neden mutlu çoÄŸunluk olmasın? Hadi bırak biz tiyatro yaptık, onu yaptık, ÅŸunu yaptık. Acı çekiyorum bi yandan. Açık açık söylüyorum bunu. 1950’de ülkenin nüfusu 20 milyondu. Åžimdi 70 milyon. 50 yılda 50 milyon insan yetiÅŸti. Nerede bu 50 milyon insan? Ne seyrediyor, ne okuyor, ne yapıyor? Benim de acım bu tabii ki.”
Tuncel Kurtiz’in bu ilham dolu cümleleri aldığı satırların dünyanın öte ucundanda yazması tesadüf deÄŸil. Bu kadim kavga ne coÄŸrafya tanıdı, ne ırk, ne din. Kendi için bir ÅŸey istememek bu kadim kavganın abecesiydi. Yalın. Tartışmasız.
Tuncel Kurtiz, Yılmaz Güney ve onlar gibi nicesi bu topraklarda eyvallah etmeyip, bu yolun çilesini çekmeden usta olamazlardı. Dünyaya başka bir gözle bakmak gerekti. Solun, halkla kucaklaştığı görkemli yılların gücü ile bu büyük yetenekler belki de bu yola girdi. Bugün durum bambaşka. Devrimci insan yaşam tarzından, rahatından feragat eden, bedel ödeyen insanken nasıl oldu da bugün keyfinden, yaşam tarzından taviz vermeyen bir tipoloji solcu diye ortalarda gezer oldu?
Solun deÄŸerlerini bırakalım, en temel insani deÄŸerleri bile bünyesinde barındırmayan garabetliklere ÅŸahitlik ediyoruz. Sadede gelelim. Bu yazının yazılmasına vesile olan Emrah Serbest olayı… Alkollü kullandığı ultra lüks aracıyla hız yaparken ucuz bir arabası olan gariban bir aileyi toptan yok etmek… Olay yerine bir ambulans dahi çağırmamak, arkadaşını hapse yollamak; yakalanacağını anlayınca da en “solcusundan” bir jargonla hapse girmeyi bile bir ÅŸova dönüştürmek… Emrah Serbest gibisi solcu olacaksa, öylesi bizden uzak olsun.
Aydın Olmak
Milyonlar bir çıkış ararken, rejim halkın gırtlağına basarken, son birkaç yılda canını veren sayısız insanın yaÅŸadığı ülkede bir muhalif edebiyatçı böyle olacaksa olmasın. Nazım gibi bir ustanın sadece bir çınar gölgesi istediÄŸi bir dünyada, bu nasıl bir “solculuk”tur ki milyarlık tekerleriyle bir emekçi aileyi yok edebiliyor? Bu olan, münferit ya da baÅŸa gelmiÅŸ talihsiz bir kaza deÄŸildir. YozlaÅŸmanın en koyusu, burjuva ahlakta bile kolay kolay kabul görmeyecek bir düşkünlüktür. “Emrah Serbest bir kiÅŸidir” denebilir. DoÄŸrudur. O sadece bir kiÅŸi olabilir ancak, muhalifliÄŸi, laf cambazlığını, yazdığı iki satır muhaliflik ironisini lüks arabalara dönüştüren bir kiÅŸinin muhalif olarak adlandırılması bile çoktur. Ve bu örnekler ne yazık ki ülkede muhalif kimliÄŸin aşınmasının örneÄŸi timsali karşımıza çıkıvermiÅŸtir. Hem de en rezil boyutuyla.
Bırakalım sosyalistliÄŸi, devrimciliÄŸi; sol deÄŸerlerin gecekonduların kireçli odalarına umut olduÄŸu yılların kültürü zamanın ruhuyla yeni kuÅŸaklara anlatılamazsa ahlaki ve siyasi üstünlüğün yeniden kazanmasını nasıl bekleyebiliriz? Bu anlayışla yetiÅŸen yeni kuÅŸaklar olmadan, bir mücadele nasıl yükselir? Saraylı’ya laf edenin lüks yaÅŸantısına, spor arabasına bakanlar neyin muhalefetini görecektir; içki içmekten ve birey merkezli bir yaÅŸamdan ibaret bir liberal özgürlük mü?
Bu satırlar kimine acımasız gelebilir ancak geleceği kurmak derdinde olan bir toplam bu kültürü de, bu garabeti de lanetlemek zorundadır. Lümpenliğin, caka satmanın, kendisi için yaşamanın, gösterişin solda yeri yoktur. Her ne koşulda olursa olsun hakikatleri savunduğu için iktidarın bütün kinine ve zulmüne mazhar olan Ahmet Şık gibi değerler gerek bize. Yolumuz uzun, hayat bizden yana! Korkup saklanan, susup görünmez olan, başkaları kavga etsin ben rahatıma bakayım diyen kim varsa gölge etmesin.














