Nereden Geldik Buraya? (II) – Güneş Gümüş
1980’den bu yana işçi sınıfının fiziksel varlığı büyüdü; emekçi ordusunun safları Türkiye’de hiç olmadığı kadar genişledi: “1960’ta 2.4 milyon olan ücretli sayısı 1980’e gelindiğinde 6.4 milyona, 2009 yılında ise 13 milyona yaklaşmıştır. Ücretlilerin toplam istihdam içindeki payı yüzde 35’ten yüzde 60’a yükselmiştir.” (Aziz Çelik, Türkiye’de 1960 Sonrası İstihdam ve Ücretliler) 1980 sonrası dönemde çok daha açık bir şekilde toplumun çoğunluğunu (aileleriyle birlikte) işçi sınıfı oluşturmakta. Emekçilerin büyüyen fiziki varlığına, ne yazık ki, bir sınıf olarak talep ve mücadeleleriyle görünür olmaları anlamında politik ve toplumsal güç ve etkinliği eşlik etmemiş durumda.
Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da dönemlerinde artan işçi mücadelelerinden bahsederken “İşçilerin mücadelelerinin gerçek sonucu hemen o anda elde edilen başarıda değil, işçilerin durmadan genişleyen birliğindedir” (s.52) derler. Nerden geldik buraya sorusunun cevabı işte bu cümlede gizlidir. 12 Eylül sonrasında yaşama geçirilen neoliberalizmin başarısı, patronlar adına, işçi sınıfının birliğini en azından (uzunca da olsa) bir dönem için parçalayabilmesinde saklı. Gelin bu konuya açıklık getirelim…
Düşman Yekpare, Sen Bölünmüş
Neoliberalizmin en büyük başarısı işçi sınıfının birliğinin parçalanmasında demiştik. Sınıfın parçalanması 12 Eylül sonrasında Türkiye’de iki bağlamda gerçekleşti; fiziki varlığının bölünmesi ve işçi sınıfının kendi içinde bölünmüşlüğü.
Neoliberalizmin yaşama geçirdiği yeni üretim örgütlenmesi olan “post-Fordizm” işgücünün parçalanmasını temel alır. Çekirdek işgücünü kitlesel üretime devam eden vasıflı işgücü oluştururken daha küçük ölçekte yan sanayi ya da tedarikçilerde çalışan işgücü ise çeperdeki işçileri meydana getirir. Üretim sürecinin yapısı parçalı hale gelirken küçük ve orta işletmelerin üretimdeki yeri büyür. Üretim, sadece, büyük oranda daha küçük işyerlerine kaydırılmakla kalmaz aynı fabrika içinde bile taşeron uygulamalarıyla parçalanır.
İşçi sınıfının daha küçük ölçekte işyerlerine bölünmesi ya da aynı işyerinde farklı patronlar altında çalışma biçiminde parçalanması, onun sınıf bilincinin gelişimi üzerinde etkide bulunur. Her daim büyük işyerleri işçi sınıfının bilincinin gelişmesinin önü daha açıktır; neden mi? Öncelikle büyük ölçekte işyerleri daha büyük sayılarda işçiyi bir araya getirir ve onlardan bir kolektivite oluşturur. Üretim örgütlenme süreci bile ortak hareket etmelerine, yani bu kolektivitenin varlığına dayanır. Birlikte işe başlayan, birlikte çalışan, birlikte mola veren, birlikte işten çıkan bu işçi kitlesi açısından ortak çıkarlarla birbirlerine bağlı oldukları daha hızla ve kolaylıkla açıklık kazanır. Büyük işletmelerde patronla, müdürle kişisel ilişki kurulmaz; işçilerle işveren ve yöneticilerin ortak çıkarlara sahip olduğu yanılgısına imkan vermeyecek ölçüde ayrı dünyaların insanları oldukları çok açıktır.
İşçilerin çalıştıkları işyerlerinin ölçekleri onların örgütlü mücadele yürütmeleri açısından da büyük etkiye sahiptir. Küçük işyerlerinde çalışanlar, oldukça güvencesiz çalışma koşullarına sahiptirler (bütün çeper işçilerinin deneyimlediği gibi); dolayısıyla sendikalaşmak bu tür işyerlerinde oldukça zordur. İşveren küçük işletmelerde işçileri daha kolay kontrol ederek böyle girişimleri hızla ekarte edebilir. Türkiye’nin en büyük iki mobilya sitesi olan Siteler ve Masko’da sendikanın esamesi okunmaz; keza yüzlerce küçük işletmenin faaliyet gösterdiği Ankara-Ostim’de durum farklı değildir. Orta büyüklükte 300’den fazla fabrikanın faaliyet gösterdiği Sincan Organize Sanayi’de ise sendikalı işyeri sayısı, ne yazık ki, 3-4 taneyi geçmez ki bunlarda da Türk-Metal yetkili sendikadır.
Sendikalaşma ve işyeri ölçekleri arasındaki ilişkiyi gösteren verilere başvurursak (şişkin gösterilen sendikalaşma oranlarının Çalışma Bakanlığı tarafından düzeltilmediğini belirtelim; ancak biz aradaki oransallığa baktığımızdan fikir edinmek için yeterli olacaktır):
“ÇSGB’nin 1993 Ocak istatistiklerine göre (ÇSGB istatistiklerinde 1993 yılına kadar işyeri ölçeklerine göre sendikalaşma oranlarını vermiştir) 1-9 işçi çalıştıran işyerlerinde çalışan toplam 897.317 kişiden sadece 84.561’i sendika üyesidir. Bu tip işyerlerinde sendikalaşma oranı % 9,4’tür. 10-24 işçi çalıştıran işyerlerinde sendikalaşma oranı yaklaşık % 20’ler civarındadır. 25-49 işçi çalıştıran işyerlerinde sendikalaşma oranı % 30’lar, 50-99 işçi çalıştıran işyerlerinde % 40’lar civarındadır (Akkaya, 1992, 55). 100-249 işçi çalıştıran işyerlerinde sendikalaşma oranı Türkiye ortalamasının üzerindedir. Bu ölçekteki işyerlerinde sendikalaşma oranı % 65’leri geçmektedir. 250-499 işçi çalıştıran işyerlerinde sendikalaşma oranındaki artış eğilimi sürmekte, sendikalaşma oranı % 95’ler civarında seyretmektedir. Dolayısıyla işyeri ölçeği büyüdükçe sendikalaşma ile ilgili genel eğilimlere uygun olarak sendikalaşma oranları da artmakta, 500 ve daha fazla işçi çalıştıran gerek kamu, gerekse özel kesim işyerlerinde sendikalaşma oranı yüzde yüzlere yaklaşmaktadır.” (Adnan Mahiroğulları, 2001, Türkiye’de 1980 Sonrası Sendikalaşma ve Sendikalaşmayı Etkileyen Unsurlar)
Bahsedilen bu durum Türkiye’ye has da bir olgu değil; dünya çapında da geçerli genel bir eğilimdir. İşyeri küçüldükçe işçi sınıfının sınıf bilincinin gelişmesini zayıflatıcı ortam güçlenir; örgütlenme ve mücadelenin olanakları daralır; işçi üzerindeki sermaye kontrolü ve baskısı çeşitli şekillerde daha çok artar.
Sınıfın parçalanmışlığının diğer ayağını da işçi sınıfın kendi içinde bölünmüşlüğü oluşturur. Post-Fordizm işgücünü çekirdek ve çeper olarak bölerken sadece içinde yer aldıkları üretim sürecine dair bir bölünme ortaya çıkarmaz; bu bölünme sınıfın birliğine de darbe indirir. Çekirdek işgücü daha iyi ücretlere, daha iyi çalışma koşulları ve sosyal haklara sahip olurken çeper işgücü bütün bunlardan mahrum, esnek-kuralsız-güvencesiz çalışmaya terk edilmiş durumdadır. Dolayısıyla işçi sınıfının kader birliği sanki ortadan kalkmış gibi görünür. Örneğin kamuda öğretmenler kadrolu, sözleşmeli, ücretli, vekil öğretmen şekilde parçalı bir çalışma ilişkisine tabiidir. Kadrolu ve sözleşmeli öğretmen kamu çalışanı olmanın sağladığı işgüvencesi, daha iyi ücret ve sendikalı olma hakkından faydalanırken ücretli öğretmen asgari ücretten düşük bir ücret karşılığında güvencesiz çalışmak durumunda kalır. Bu koşullar, kendiliğinden bir durumda, ortak mücadelenin önünde engele dönüşür. Patronaj ilişkilerine dayanarak her yıl sözleşmesi yenilenen bir ücretli öğretmenin sendikaya üye olması, hakları için mücadele etmesinin olağan durumlarda koşulları yoktur. Dolayısıyla kamu emekçileri cephesinde öğretmenlerin birliğine önemli bir darbe vurulmuş gibidir.
Aynı durum taşeron çalışmanın olduğu bütün fabrika ve işyerlerinde de geçerlidir. Olağanlığında vasıflı ve daha avantajlı koşullara sahip olan çekirdek işgücünün çeperdeki işçilerle ortak mücadele gündemleri yoktur. Genellikle farklı alt işverenlere bölünerek birlikte hareket edebilme koşullarını kaybetmiş çeperdeki işçilerin ise talepleri için mücadele yürütmesinin koşulları sınırlıdır. Aynı işletme içinde bir araya gelerek üretim yapan kolektivite böylece parçalanmış olur. Bunun üstesinden ancak bilinçli bir müdahale ile gelinebilir ki bunun için sendikalı olmak ve mücadelenin başarısının işçilerin birliğinden geçtiğinin farkında olarak mücadele yürüten bir bilinçle hareket etmek gerekir. Bahsettiğimiz bu bilinçli müdahalenin yaşandığı örnek sayısı ne yazık ki çok sınırlıdır.
İşçi sınıfının parçalı yapısı onun mücadelesinin önünde bir engele çevrilmek için egemen sınıflar tarafından da kullanılır. Eğitim-Sen’in daha iyi ücret ve çalışma koşulları mücadelesi karşısında Tayyip Erdoğan, öğretmenlerin sosyal haklarını diğer memurlara hedef gösterdiğini hatırlarsınız: “Bir öğretmenin en düşük olanı 1624 lira alıyor. Haftada 15 saat karşılığı alıyor. Peki, düz bir memur ne kadar çalışıyor? 40 saat. Bir de tatili var. Yılda iki ay. Düz memurun tatili 20 gün. haksızlık değil mi?” KESK’in toplu görüşmelere karşı çıkışına da “dışarıda memur olmak isteyen yüz binler var” diyerek tepki veren Erdoğan, çekirdek işgücünü çeperdeki güvencesiz-düşük ücretli çalışan emekçilere hedef göstermekte; böylece kamu çalışanların daha iyi ücret ve sosyal haklar elde etmelerinin yaratacağı örnekle genel olarak emekçi sınıfın daha iyi koşullara ulaşmasına katkı sunabilecek bir mücadelenin toplumsal desteğinin önünü kesmeye; işçi sınıfını karşı karşıya getirmeye çalışır.
Örgütlenme ve Mücadeleye Yer Yok!
İşçi sınıfının bölünmüşlüğü ve örgütsüzlüğü en çok onun mücadelesine ket vurur. Kolektif davranma konusunda 12 Eylül sonrasında büyük yol almış burjuvazi karşısında işçi sınıfının örgütlü yanıt verme yeteneğine vurulan darbe toplumsal mücadelelere, muhalefete ve sola da vurulmuş en esaslı darbedir.
Mücadele örgütlerle yürütülür. Türkiye işçi sınıfının sendikalaşma oranlarının bile yerlerde süründüğü koşullarda işçi sınıfının kendi adına topluma-siyasete ve tarihin akışına müdahale etmesinin olanakları sekteye uğramış demektir. Sınıf mücadelesinin gerilemesine, işçi sınıfının görünürlüğünün azalmasına tekabül eden bu dönemde, haliyle, toplumsal yaşamda belirleyici olanın sınıf gündemleri (yoksul ile zengin arasındaki çelişkiler) değil neoliberalizmin ideolojisi olan postmodernizmin kimlik siyasetleri olmaktadır. Böylece 1990’lar ve 2000’ler boyunca Türkiye din, etnik köken, mezhepler, yaşam tarzları üzerinden şekillenen kimlikler üzerinden bölünmelere dayalı gelişen bir siyasete mahkum kalmıştır.
Bu konjonktür, 1970’lerde olduğu gibi sosyalist hareketin işçi sınıfı dinamiğinden beslenmesinin önüne ket vurur. İşçi sınıfının talepleriyle sokakta olmadığı, giderek örgütsüzleşen emekçi kitlelerin görünür olmadığı koşullar, ülke siyasetinde emek-sermaye çelişkisi belirleyici gündem olmasına olağan akışta imkan vermez; ancak bilinçli bir müdahale böyle bir politika gerçeklik kazanabilir.
Fark Yaratan Deneyimler Mümkün: Bakınız Yunanistan
Yazının şimdiye kadarki kısmında sınıf hareketinin geri çekilmesinin arkasında yatan nesnel dinamikleri ele almış ve bu durumun sosyalist hareketin ve de genel olarak siyasal iklimin gelişmesi üzerine etkisinden bahsetmiş isek de arada otomatik bir ilişki olmadığını unutmamak gerekir. Neoliberalizmin temel kaygısı 1970’lerde düşen kar oranlarını yükseltmek adına sömürü oranını artırmak ve bunu gerçekleştirebilmek için işçi sınıfını örgütsüz, eylemsiz bir forma büründürmektir. Ancak bu politika 1980’den bu yana -elbette ki aynı kararlılık ve güçle değil- dünyanın neredeyse her yerinde uygulanıyor. Oysa ki şu an dünya üzerindeki bir çok ülkede Türkiye’de olduğundan farklı bir manzara karşımıza çıkıyor. Bakınız Yunanistan. Yunanistan’da işçi sınıfının birliğine yönelik neoliberal saldırıların yanı sıra sanayinin gerilemesiyle birlikte -bireysel iş ilişkilerinin daha çok hakim olduğu- hizmet sektörünün büyümesi de yaşandı. Ne var ki Yunanistan solu ve örgütlü mücadele hep etkin bir seviyede kalmayı bildi. 2008’de başlayan büyük kapitalist kriz Yunanistan’ı sarsmaya başladığında ülke radikalleşti ve radikal sol diye bilinen Syriza iktidara geldi. AB’nin dayattığı neoliberal saldırılara karşı yapılan grev ve direnişler şimdi de Syriza hükümetine karşı düzenleniyor. Şayet Syriza’nın solundaki gerçekten radikal solcular Syriza’ya karşı mücadeleyi yüksek tutabilir ve somut politikalarla kendilerini bir alternatif olarak ortaya koyabilselerse ülkenin geleceği çok farklı olabilir. Neoliberal dönemin dönüştürdüğü iş ilişkileri sınıf mücadelesinin önünde aşılmaz bir engel olsaydı bunun en net kendini göstereceği ülke Yunanistan olurdu. Ancak hayat hiç de öyle gri değil. Bugün Yunanistan dünya sınıf mücadelesinin en ileri ülkesi durumunda. Başka örnekler de verilebilir. Yine sanayisi oldukça zayıflamış olan ve post-Fordist dönüşümün şiddetli bir şekilde uygulandığı bir ülke olan Arjantin’de devrimci Marksistler bir hayli etkililer. Tersinden Türkiye’de 12 Eylül sonrası gerçekleşen ekonomik dönüşümler kadar bununla iç içe geçen bir düzeyde sol-sosyalist hareketin çok ağır bir darbe almış olması da bugünleri getirdi. Yani ekonomik ilişkilerdeki ana eğilimler doğrudan doğruya politik sonuçlar üretmez. Politik özneler ve bunların emekçilerle kurduğu ilişki bu durumda son derece belirleyici olmaktadır.
Marks ne diyordu, insanlar tarihlerini kendileri yaparlar, her ne kadar koşulları kendileri seçmeseler de. İçine doğduğumuz konjonktür bizi kimi açılardan sınırlandırsa da kolektif bir iradeyle onu değiştirebilme gücüne sahibiz. Bunu kabul etmeden devrimci olmak da mümkün değil zaten. Yunanistan’da sosyalist solun gücü, neoliberalizmin işçi sınıfının birliğine vurduğu darbeleri azaltan, etkisizleştiren önemli bir iradi müdahale durumunda.
Aynı durum Türkiye’de de mümkün. Mücadele öncülerle yürütülür. Her zaman işçi sınıfının da öncü kolları olmuştur; madenciler, ulaştırma ve metal sektöründe çalışan emekçiler gibi. Bu unsurlar, emekçi sınıfın mücadelesinin ön açıcılarıdır. İş güvenceleriyle-sendikalılıklarıyla mücadele özgüvenine sahip olarak taleplerini elde etmek için bütün işçi sınıfına ilham veren, onların sendikalalılık, ücret, sosyal konularında çıtasını yükselten işçi sınıfının bu öncü kolları daha büyük mücadelelerin de kıvılcımını kısa vadede olmasa da sağlayabilir.
Bugün de Türkiye işçi sınıfı açısından böyle bir öncülük olanağına sahip olan güçler bulunuyor. Bu yıl içerisinde cereyan eden metal fırtına bu durumu örneklendiriyor. Başka başka örnekler vermek mümkün: KESK ve motor gücü Eğitim Sen tüm Türkiye’ye yayılan örgütlülüğü ile emekçilerin öncülerinden birisi pekala olabilir. 1990’ların ilk yarısı bu emekçiler mücadeleleriyle kamu çalışanları için sendikalı olma hakkını sokakta kazanmışlardı. Hala da Türkiye’de emekçilere yönelik saldırılara karşı kolektif tepki verebilme gücünü KESK’li emekçiler göstermektedir. Onların mücadelesi böyle bir ön açıcı olma potansiyeline sahiptir; yeter ki işçi sınıfını ilgilendiren toplumsal taleplerle mücadele yürütülsün.