Neden Reformlar Yetmez?
Bu yazı Sosyalist gazetenin 12. sayısında yayınlanmıştır.
Kapitalizm kendisini hakim üretim biçimi kıldığından beri yükselen işçi muhalefeti karşısında sınıf güçlerinin dengesine göre çeşitli ödünler vermek zorunda kaldı. İşçilerin bastırmasıyla kazanılan haklar yönetenlerce sanki egemenlerin bahşettiği şeylermiş gibi sunuldu. Sınıf mücadelelerinde kazanılan mevzileri ifade eden reformlar da bu mücadelelerle oluştu. Kapitalist sistem üretimin genişlediği ve merkezileştiği, ekonomide büyümenin ve gelişmenin sağlanabildiği yıllarda işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesinden de korkarak bir takım reformlar(ücretlerin yükselmesi, sosyal haklar, çalışma sürelerinin kısaltılması vb.) verebilir. “Refah devleti” ya da sosyal devlet adı verilen olgu da böyle tarihsel aşamalarda sıklıkla gündeme gelir. Ancak kapitalizmin doğası gereği bu politikalar çökmeye mahkumdur. Sistem 1800’lerden beri birçok kez krizin içerisine girdi ve düzenli olarak girmeye devam ediyor. İşte bu kriz anlarında patronların reformlar yapabilecek durumu kalmaz. Aşırı üretim ve azalan karlar ile patronlar tam tersine bu dönemlerde emekçilerin kazanılmış haklarına saldırır, işçileri işten atarlar. Reformizmin kokuşmuşluğu böyle dönemlerde müthiş bir berraklıkla görülür.
İki tarihsel örnek bu süreci anlamamız için oldukça yardımcı olacaktır. Kapitalizmin büyük bir genişleme dönemi yaşadığı 20. yy başında sistemin reformlar yapabilme kapasitesine sahip olmasıyla emekçiler birtakım kazanımlara kavuştular. Öyle ki bu dönemde sosyalizmin reformlarla gelebileceğini, dolayısıyla devrimci bir mücadelenin gerekli olmadığını söyleyen bazı akımlar ortaya çıktı. Ancak 1. Dünya Savaşı dönemindeki kriz reformizmin dayattığı her şeyi bir kenara attı. Emekçiler 19. yy’dakinden bile daha kötü koşullarda yaşamak zorunda bırakıldılar, süregiden dönem faşist barbarlığı getirdi. Yine bir başka örnek: 2. Dünya Savaşı’yla yüz milyona yakın insanı katlederek ancak kendine gelebilen kapitalizm, savaş sonrası muazzam bir genişleme evresine girdi. Bu dönemde işçiler birçok sosyal hakka, daha güvenceli çalışma koşullarına sahip oldular. Bu durum özellikle Avrupa için geçerliydi. Ancak yukarıda vurguladığımız gibi, kapitalizmin krizsiz var olamayacağı gerçeği 70’li yıllarla beraber gerçekliğini gösterdi. Egemenler içine düştükleri krizde neo-liberal söylemlere yüklendiler. Kazanılmış sosyal haklarda budanmayı, özelleştirmeleri, sendikasızlaştırmayı, taşeron sistemini, güvencesizliği dayatan bu sistem “Başka alternatif yok” sloganları ile pazarlandı. Krizin gelişiyle beraber o güne kadar çalışanların kazanmış olduğu reformlar kendilerinden alındı, kazanımlar gasp edildi. Reformizmin çöküşünü tarihin bu evreleri tüm yalınlığıyla gösterir. Kapitalizmin krizsiz var olamayacağı gerçeği reformizmin de kuyusunu kazar.
Öyleyse ne yapmalı? Şüphesiz ki devrimciler işçi sınıfının en basit hak alma mücadelesinde, en ufak reform kavgasında dahi sınıfın yanında durup mücadeleye güç verirler. Bu mücadelenin gereğini anlamayan bir kimse sınıf devrimcisi değil olsa olsa küçük burjuva bir maceracı olabilir. Ancak reformlar için yürütülecek mücadele ancak tutarlı bir bütünlüğe kavuşturulduğunda anlam kazanabilir. Yürütülecek propaganda çalışmalarında günlük kazanımların sınıfın gerçek kurtuluşu anlamına gelmeyeceği; kaldı ki bizzat bu kazanımları bile sermaye sınıfının bir gün geri almak isteyeceği; reformların sınıfsal çatışmanın özünde yatan emek-sermaye çelişkisini asla ve kat’a ortadan kaldırmadığı; kapitalizmin reformlarıyla ancak o iğrenç yüzünü makyajladığı vurgulanmalı, temel çelişkiyi çözecek olanın işçilerin iktidarı ele geçirmesi olabileceği söylenmelidir.
İşçilerin üretimi denetleyemediği, üretimde söz sahibi olamadığı tüm dönemlerde patronlar siyasal iktidarlarını kullanarak işçi sınıfını baskı altına tutar ve istediklerini dayatırlar. Ancak işçilerin üretimdeki denetimi de ancak bir iktidar mücadelesinde çözüme kavuşabilir. Hem işçi hem patron denetimi bir arada yürüyemez, bu düğümün iktidar kavgasında çözülmesi gerekecektir.