Müzisyen Şirovan İle Röportaj
Öncelikle seni tanıyarak başlayalım. Şirovan kimdir, nasıl bir hayatın içinden geliyor?
1981 yılında İmranlı’da doğdum. Yoksul bir işçi çocuğuyum. Böyle bir aileden gelmek küçük yaşlardan itibaren toplumun, özellikle yoksulların belli sorunlarıyla boğuşmak anlamına geliyor. Köyde okul olmadığı için ilkokulu ve ortaokulu mecburen ailemden uzakta, yatılı olarak okudum. İmranlı’da bir YİBO (yatılı ilköğretim bölge okulu) vardı. Daha sonra Ankara’da abim vardı, lisede onun yanına geçtim. Seyranbağları Lisesi’nde okudum.
Peki müziğe olan ilgi nerede, ne zaman ve nasıl başladı?
Küçükken 3-4 yaşında hep türkü söyletirlerdi bana düğünlerde. Sonra köyün içerisinde türkü söylediğim zamanlarda bana oyuncak veriyorlardı. Böyle teşvik edildim. Sonra mızıka çalmaya başladım. Köye bir eskici gelmişti, ilk mızıkamı ondan almıştık. Abim bana ney getirmişti. Hayvanları otlatırken onlara ney çalıyordum. Kışları oldukça sert bir coğrafya olduğu için mecburen evde takılıyordum. Bu süreçte de duvarda asılı duran bağlamayla uğraşmaya başlamıştım.
Etrafında müzikle uğraşan birileri var mıydı?
Dayılarım, abilerim hepsi bağlama çalar. Evde müzik olunca dolayısıyla siz de müzikle haşır neşir oluyorsunuz.
Profesyonel anlamda müzik ne zaman hayatının merkezinde olmaya başladı?
Hacettepe Devlet Konservatuarı Müzikoloji bölümünde okudum. Bu dönemde bağlama dersleri veriyordum. Tabi ki müzikal anlamda derinleşmeye bölüm bizi itiyordu. Burada müziğe dair ilk kez, gerçek bir teorik altyapı edindiğimi söyleyebilirim. Bu anlamda bölüm bana oldukça fazla katkı sundu.
Öte yandan üniversite yıllarında içinde bulunduğum politik camianın da bana önemli bir düşünsel katkı verdiğini söyleyebilirim. 2007 yılından sonra şimdi SEP olarak yoluna devam eden Marksist Bakış dergi çevresiyle ilişki içerisindeydim. Hayata ve müziğe dair politik derinliği burada kazandığımı söyleyebilirim.
Eserlerine baktığımızda da bu politikleşmenin izlerini görebilmek mümkün zaten. Kuş Mitingi örneğin… Öncelikle şunu sormak istiyoruz: Eserlerini oluştururken müzikal anlamda ilham aldığın figürler var mı? Kendi müziğini nasıl tanımlıyorsun?
Tabi ki burada ilk olarak Grup Yorum’u sayabiliriz. Bu coğrafyada, özellikle bizim yaş grubu için, Grup Yorum önemli bir motivasyon kaynağı oldu uzun yıllar. Zaten Grup Yorum’la dayanışma amacıyla, biraz da bu vefa duygusuyla, aranjör arkadaşım KAROFT’la (Kerem Ulaş Dönmez) birlikte sözleri Dadaloğlu’na ait Kozanoğlu adlı çalışmamı hazırladık. Gruba yönelik baskılara karşı bir ses getirmek istedik. Tabi etkili oldu mu bilemiyorum ama bir çaba harcadık.
Grup Yorum dışında da bir sürü isim sayabilirim. Victor Jara örneğin, hikayesi ve ölümü oldukça etkilemiştir beni. Yine onun geleneğini takip eden Inti Illimani, Selda Bağcan, Zülfü Livaneli gibi örnekleri verebilirim. Ama kendimi salt politik müzikle sınırlandırmıyorum. Yeri geldiğinde Pink Floyd, yeri geldiğinde Sezen Aksu dinliyorum. Yeri geliyor metal müzik de dinliyorum. Fakat yaşadığımız coğrafyada, acılar bizleri de etkiliyor; politik müziğin izleri biraz da bu yüzden oldukça derin. Bizler de ister istemez bu gelenekten etkileniyoruz. Politik saikler çalışmalarımıza da yansıyor. Gönül isterdi ki dünya güllük gülistanlık olsun, bizler de sadece eğlence amacıyla müzikal üretim yapalım. Ama yaşadığımız dünya biraz bunun önüne geçiyor.
Yeni çalışmam “Çeto”yla biraz aslında bu kalıbı kırmaya çalıştım. Politik dertlerimi biraz da eğlenceli bir müzikal formasyonla aktarmaya çalıştım.
Kendi müziğimi nasıl tanımladığıma gelince, buna insanların karar vermesi gerektiğini düşünüyorum. Mesela devrimci müzik yapıyorum diyemiyorum, çünkü bu iddiayla yola çıkıp saçmalayan da çok insan oldu. Sadece az laf edip çok şey üretmek istiyorum.
Acılardan bahsetmişken Kuş Mitingi eseri nasıl doğdu?
10 Ekim konusunda bir şeyler yapma fikri uzun süredir vardı. Arkadaşım KAROFT (Kerem Ulaş Dönmez) da bu konuda destek oldu. Çalışmayı kendisine yolladım ve üzerinde epey emek harcadı. Bu eserde de Adnan Yücel’in Bir Özlem Bir Türkü kitabında yer alan Kuş Mitingi şiirinden esinlendim. Sonuç olarak ortaya anlamlı bir eser çıktı. Ancak üretim süreci bizler için de oldukça zor oldu.
Kozanoğlu ve Kuş Mitingi dışında Vekaleten’i hazırladık. Yine Selçuk Kozağaçlı’nın bir gazetede gördüğüm babasının cenazesinde mezar başındaki kelepçeli fotoğrafı beni oldukça etkilemişti. Bu fotoğraf bana bir çalışma hazırlama gereği hissettirdi. Eserin sözlerinde de Kozağaçlı’nın “Kendi adımıza asaleten, ezilenler ve yoksullar adına vekaleten” sözlerine yer verdim. Deniz Gezmiş’in doğum gününde de Deniz adlı eseri yayınladık. Genç kuşaklar böyle devrimci simgeleri daha fazla duyup görmeliler.
Yeni çalışman Çeto’dan bahsedebilir misin biraz?
Çeto aslında toplumda çokça örneğini gördüğümüz küçük burjuva bir karakter. Günümüz toplumunda yaşadığı hayattan hoşnutsuz, maddi anlamda daha rahat bir hayat isteyen; ancak yaşanılan adaletsizlikler, baskılar karşısında konforunu bozmak istemeyen geniş bir kitle var. Oradaki sınıf atlama çabası, ilişkilerin çarçur edilmesi, kendisinden başka hiçbir şey düşünmemesi, toplumun sorunlarına kendisini kapatması, rekabet kültürüne kaptırması… Çeto ile aslında kapitalist topluma adapte olmuş milyonlarca insanı sembolize ediyor. Uyduruk bir karakter değil aslında. Yakınımız olabilir, arkadaşımız olabilir. Kapitalizm dışında bir seçenek aramaya mecali olmayanların bir prototipi. Belki bu kitleye dahil olan birileri Çeto’yu dinlediğinde kendisinden çok fazla şey bulabilir. Belki bir özeleştiri de getirebilir. Eseri üreten biri olarak kendimi de bundan ayrı tutmuyorum.
Biraz da geldiğin kültüre değinelim mi? Sen de Kurmanci’yi anadili olarak konuşabiliyorsun. Bu alanda bir çalışman olacak mı?
Annemi 9 yıl önce kaybetmiştim, ona dair bir çalışma yaptım. Onu da 10 Ağustos’ta annemin ölüm yıl dönümünde “Gulixanım” adıyla yayınlayacağım. Tabi ben bir çalışma yaparken çoğu zaman kendi bireyselliğimi aşmasını istiyorum, tıpkı Çeto’da olduğu gibi. Bu çalışmada da annem üzerinden hareket ederek, çocuk gelin meselesine değinmeye çalıştım. Koçgiri coğrafyasında bir çocuğun evlilik sürecini, ailesine olan özlemini ve hayatı boyunca taşıdığı yükü anlatmaya çalıştım. Tabi bu coğrafyada yaşanan acılardan, katliamlardan ötürü çok güçlü bir ağıt kültürü var. Yapılması gereken aslında yeni bir ses getirmek. Ben yaparım diyemem, öyle bir iddia taşımıyorum. Ama Gulixanım eserini müzikal olarak o bölge kültürünün dışına taşan bir çalışma olarak kurgulamaya çabaladım.
Peki biraz gündelik yaşamda müzik çalışmalarını nasıl pratiğe döküyorsun bunu konuşalım. Enstrümanlarla ilişkin nasıl mesela?
Girişte biraz müzikle nasıl tanıştığımdan, çocukken çaldığım enstrümanlardan bahsetmiştim. Doğal olarak bağlama müzik hayatımda uzun yıllar merkezi rol oynadı. Son dönemde gitara yöneldim, armoni çalışmaya başladım. İster istemez günün beğenilerine hitap etmek gerekiyor. Müzik kabaca ifade edecek olursam her gün aynı rutinin tekrarlandığı bir memuriyete dönüşmemeli, sürekli farklı anlayışları, sesleri yakalamak gerekiyor. Gitarla uğraşmak bu ihtiyacıma biraz cevap verdi.
Grup Yorum örneğin bu konuda bana kalırsa zamanında devrimci-protest müziği apayrı bir yere taşımıştı. Örneğin Ruhi Su’nun “Ellerinde Pankartlar” eserini bir albümlerinde orkestral bir çalışmayla hem de bu toprakların müzikal kültüründen taviz vermeden çok başarılı bir şekilde yorumlamışlardı. Bir müzisyen olarak da farklı sesleri yakalamak, farklı enstrümanlarla haşır neşir olma ihtiyacını her zaman hissediyorum. Elbette bu işin asıl önemli yanı emek harcamak. Aslında hayatın özü de bu biraz. Emek verdiğin ölçüde enstrümandan aldığın verim de artıyor.
Beğeniler de değişiyor zamanla. Senin yaş grubun biraz Grup Yorum, Kızılırmak gibi grupların etkisiyle büyüdü. Bir dönem Bandista çok popülerdi özellikle gençler arasında. Z kuşağı diye tanımladığımız gençlik içerisinde de Adamlar, Praksis, Pinhani gibi grupların beğeni topladığını görüyoruz. Bir eser üretirken beğeni kaygısı seni nasıl etkiliyor? Üretimlerinde bunu göz önüne alıyor musun?
Bahsetmiştim, Çeto’da böyle bir kaygı taşıdım. Ama önceki eserler biraz bizim kuşağın zevkleri doğrultusunda oluştu. Ben 40 yaşında bir insanım. Bizim kuşağın zevkleri farklıydı. Son çalışmalarımda yeni genç kuşakları etkileme çabası var elbet. Önümüzdeki projelerde gençliğin kendisini bağdaştırabileceği eserler de ortaya çıkarmak istiyorum açıkçası. Önceki çalışmalarımda çok böyle bir kaygı taşımadım. Genel olarak bir eseri yayınlarken de ne kadar dinlenecek ne kadar beğenilecek kaygısıyla yapmıyorum. Bu biraz kaygan bir zemin. İster istemez seni popüler olana doğru çekiyor ve sıradanlaştırıyor.
Müzik senin hayatında bildiğimiz kadarıyla tek uğraş alanı değil. Ayrıca bir emekçi olarak başka bir işte de çalışıyorsun. Bu senin çalışmalarına nasıl yansıyor? Öte yandan bu işin bir de maddi boyutu var. Müzik üretimi de başka birçok şey gibi tekelleşmiş durumda. Bu konuda seni zorlayan noktalar var mı?
Tabi ki hayatını emeğiyle kazanan bir insan olarak bu üretim süreci kimi zaman maddi açıdan zorlayıcı oluyor. İnsanlar bir sanat eserini dinlediklerinde genelde sonuca odaklanırlar, ancak o eserin üretim süreciyle çok az insan ilgilenir veya kimse ilgilenmez. Burada üretim için gerekli ilhamdan bahsetmiyorum. Enstrümanlardan tutun stüdyo kaydına, eserlerde katkı veren müzisyen arkadaşlarımıza ödediğimiz ücretlerden grafik tasarımına kadar hemen her şey bir maliyet unsuru.
Bir de tabi şunu özellikle vurgulamak isterim. Amacım ufak da olsa bu hayatta bir iz bırakabilmek. Kimisi bunu her gün devrimci mücadele içerisinde aktif sorumluluk alarak yapıyor. Ben de en iyi yapabildiğimi düşündüğüm şey olan müzikle bunu yapmaya çalışıyorum. İnsanlar internetin artık bu kadar yaygın olduğu bir dünyada 10 Ekim’i arattıklarında, Deniz Gezmiş’i arattıklarında benim çalışmalarıma yolları düşerse bu beni mutlu eder. Bunun dışında maddi bir beklentim şimdiye kadar olmadı. Zaten ürettiklerimin sanatsal değerini belirlemeyi dinleyenlere bırakıyorum; meselenin öteki yüzünde piyasa mantığıyla yaklaşıldığında ben piyasa yapıcıların çalışmalarıma çok ilgi göstereceklerini düşünmüyordum ki öyle de oldu. Bazı yapım şirketleriyle görüşmelerim oldu elbette ama öne sürdükleri bazı koşullar benim sanata bakışımla taban tabana zıt olduğu için ilişki kurmaktan vazgeçtim.
Bakarsanız bizler insan olarak koca insanlık tarihinin ancak noktası olacak kadar bir zaman diliminde varız. Birçok insan bu gerçeği unutarak yaşıyor. Meselelere çok dönemsel, kısa vadeli yaklaşıyoruz. Sanatsal üretimde de böyle. Amacım mümkün olduğunca geleceğe bir not, bir iz bırakmak. Yaptıklarımızın gelecekte nasıl yankılanacağını tahmin etmek zor. Bir risk aldığımı da düşünüyorum açıkçası, bazen işi deliliğe vurduğum da oluyor. Yakınımda değer verdiğim yoldaşlardan duyduğum güzel bir söz var Troçki’ye ait: Tarihte hiçbir radikal değişim yoktur ki fanatik bir şekilde istenmemiş olsun. Söz belki bundan biraz farklı olabilir, yanlış olduysa affola. Bu anlamda da deli olmak gerek diye düşünüyorum. Etrafımda her türlü bedeli göze alarak mücadele eden insanları gördükçe yaptıklarımın da çok mütevazi kaldığının farkındayım. Şimdilik kuyuya bir taş attığımı düşünüyorum, yankısı belki birilerine ulaşır.
Pandemi döneminde müzisyenlerin yaşadıkları sorunları fazlasıyla görüyoruz. Bu dönem sana nasıl yansıdı?
Ben hayatımı müzikten elde ettiğim gelirle idame ettirmediğim için bana doğrudan yansıdığını söyleyemem. Ama etrafımda da zor durumda kalan birçok müzisyen arkadaşım oldu. İntiharları, enstrümanlarını satmak zorunda kalan müzisyenleri kamuoyu sıkça duydu. Maalesef müzik dünyası oldukça örgütsüz ve dağınık bir toplam. Kendi içinde oldukça büyük çelişkiler var: Rekabet kültürü vs. Dolayısıyla bu sıkıntılarla birçok insan bireysel olarak başa çıkmaya çabalasa da ne kadar başarılı olunabildi tartışılır. Üzülüyoruz, ancak değiştirmek için artık daha örgütlü kanalları zorlamak gerek.
Son olarak okuyucularımıza vermek istediğin bir mesaj var mı?
Büyük mesajlar vermeye gerek yok. Yaşadığımız hayat oldukça basit aslında. Kriz, yoksulluk, savaşlar, adaletsizlik… Hemen hepsi gözümüzün önünde ayan beyan cereyan ediyor. İnsanlık için biraz da bunlara karşı ses yükseltildiği müddetçe bir gelecek olacak. Nazım ustanın dediği gibi “dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet…”. Ben umutluyum ve sanatla bunu ifade etmeye çabalıyorum. Herkesin mümkün olduğunca kendi konfor alanını terk ederek mücadelenin bir köşesine omuz vermesi gerek. Son olarak diyebileceğim tek şey bu.
Teşekkür ederiz.