Mustafa Suphi ve Epigonları – Güneş Gümüş

Mustafa Suphi ve Epigonları – Güneş Gümüş

Karadeniz
Onbeş kez açtı göğsünü
On beş kere örtüldü
On beşlerin hepsi
bir komünist gibi öldü.

 

Geçmişte büyük bir rekabet ve çatışma içinde olan farklı akımların, bugünlerde eski düşmanlarının anılarını yad etme yarışına girdiğini görüyoruz. Böyle bir yarışın arkasındaysa devrimci mücadeledeki gerilemenin etkisiyle bu tarz sahiplenişlerin can simidi etkisi yaratması yatıyor. Öte yandan sahiplenilen liderlerin salt prestijleri ve saygınlıkları bahis konusu oluyor, onların ideolojik duruşları ısrarla göz ardı ediliyor. Böyle olunca söz konusu liderlerin politik duruşlarının içeriği boşaltılmış oluyor. Örneğin uzun yıllar Rosa Luksemburg’a küfredenler şimdi, Rosa anmaları bile düzenliyorlar, O’nun işçi ayaklanmasının başında ölen önder devrimci kişiliğine methiyeler düzüyorlar; devrimci çizgisini tamamen hasır altı ederek. Bu rüzgardan Mustafa Suphiler de payına düşeni aldı. 28 Ocak, neredeyse her grup için bir anma konusu oldu. Ancak Rosa Luksemburg’un başına gelenler, Suphi’nin de başına geliyor. Suphilerin devrimci, enternasyonalist, sürekli devrimci fikirleri kapı dışarı edilerek yapılacak herhangi bir sahiplenme, kuru bir kabuğu sahiplenmenin ötesine gidemez. Üstelik bu, Suphilerin uğrunda öldüğü Bolşevik geleneğin içinin boşaltılarak, onların bir azize çevrilmesinden başka birşey değildir. Bu bağlamda, Mustafa Suphilerin mirasını devam ettirme iddiasında olanlar, Mustafa Suphilerin uğruna öldürüldükleri devrimci geleneği, tüm tahrifatlara karşı net bir şekilde ortaya koymalıdır.

Mustafa Suphi’nin Mirası

Mustafa Suphi, politik gelişiminin başlarında İttihat ve Terakki’yle ilişki içindeydi. İttihatçıların iktidara gelmesinden sonra 1912 yılında onlardan uzaklaşmaya başladı. Balkan Savaşı’na karşı çıkan Mustafa Suphi, 15 yıl hapis cezasına mahkum edilerek, Sinop’a sürgüne gönderildi. 1914 yılında birkaç arkadaşıyla birlikte bir balıkçı teknesiyle Karadeniz’e açılarak Rusya’ya geçti. 1.Dünya Savaşı başladığında Mustafa Suphi Batum’daydı. Osmanlı Devleti’yle Rusya’nın iki ayrı kampta yer alması nedeniyle düşman bir devletin vatandaş olarak sivil savaş esiri olarak tutuklandı. 1915 yılına gelindiğinde Mustafa Suphi, Rus Sosyal Demokrat Partisi’nin Bolşevik kanadına üyeydi ve çok büyük bir ideolojik değişim geçirmişti. Türk savaş esirleri arasında propaganda ve örgütlenme çalışmaları yaptı ve Ekim Devrimi saflarında yer aldı. Rusya’daki diğer bütün politik tutuklular ve savaş esirleri gibi, Mustafa Suphi de, Ekim devrimiyle birlikte özgürlüğüne kavuştu. Rusya’da çeşitli bölgelerde, Bolşevizm’in propagandasını yaparak, partinin örgütlenme çalışmalarını yürüttü. Enternasyonal görevlerini yerine getirdi. 1918 yılında Türk Sol Sosyalistlerin ilk kurultayını örgütledi. Bu örgütlülük, daha sonra Bakü’de kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin bileşenlerinden biri oldu. Mustafa Suphi, bütün yaşamını devrimci mücadeleye adadı. Devrimin ilerleyen yıllarında Mustafa Suphi, Rusya’nın Müslüman halkları arasında parti örgütlenmesini geliştirmek, Kızıl Ordu birlikleri oluşturmak ve sovyet yönetimini yerleştirmek doğrultusunda çaba gösterdi. Bu amaçla 1918 yılı içinde Avrupa Rusya’sından Orta Asya içlerine, Kafkasya’ya dek ülkenin dört bir tarafında bulundu. 1919 başında Kırım’ın ele geçirilişinin ardından RKP bölge komitesi üyesi olarak buraya yollanan Mustafa Suphi, kaldığı kısa süre içinde Anadolu’yla bağları geliştirdi, Türkiye’ye yayın, propaganda malzemesi ve propagandacı yolladı. Kırım’daki 75 günlük sovyet iktidarı sırasında Beyaz Orduyla savaşan Uluslararası Doğu Alayı’nı kurdu. Denikin’in kuşatmasını yararak Odesa’ya çekildi. Bir süre sonra buradan ayrılarak yeni bir görevle Türkistan’a geçti. Bu süreçte hem parti yapısını yeniden düzenledi hem de Türklerden oluşan bir Kızıl Ordu birliği örgütledi. Çin, Kaşgar, Buhara, Hiva, İran ve Türkiye’de propaganda faaliyeti sürdürecek Beynelmilel şark Tebligat şurasını örgütledi ve başına geçti.

1920 yılının 28 nisanında ayaklanan Bakü işçileri, Azerbaycan Müsavavat Hükümeti’ni yıkarak, Sovyetlerini kurdular. Mustafa Suphi, Mayıs ayında, Taşkent’ten Bakü’ye geldi. Bu dönemde Anadolu’ya dönme fikri zihninde daha da somutlaşmıştı. Komünist Parti’nin kuruluş çalışmalarına girişti. Partinin kongresini Ankara’da toplamak istediler. Anadolu’da örgütlenmiş ve merkezi Ankara’da bulunan Halk İştirakıyun Partisi, Kongre’nin Ankara’da yapılması için izin istedi. Ancak Ankara bu izni vermedi. Anadolu’da örgütlenme girişimleri ve Ankara’yla haberleşme sürerken, 23 Temmuz-7 Ağustos 1920 tarihleri arasında toplanan 3. Enternasyonal’in ikinci kongresi şark Milletleri Kurultayı(Doğu Halkları Kurultayı)’nın toplanmasını kararlaştırdı. 1 Eylül 1920 tarihleri arasında toplanan Kurultay’a, doğu ülkelerinden devrimci olan ve olmayan 1833 delege katıldı. Büyük bir coşku ile geçen kongrenin ardından 10 Eylül 1920 tarihinde Bakü’de Sovyetler Birliği’nden, Anadolu’nun değişik yörelerinden, İstanbul’dan gelen 74 delegeyle (toplam 235 delege) Birinci ve Umumi Türk Komünistleri Kongresi, TKP’nin kuruluş kongresi toplandı.

TKP

TKP üç siyasi yapının birleşiminden oluşmuştu: Türkiye Halk ıştirakun Fırkası (Ankara), Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası (İstanbul), Mustafa Suphi önderliğindeki grup (Sovyetler Birliği). Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası, Anadolu’da örgütlenen bağımsız grupların bir araya gelmesiyle 1920’de kuruldu. Ekim Devrimi’nden etkilenmiş, Bolşeviklere sempati duyan ve kendilerine sosyalist diyen bu insanlar bir ideolojik bağlam üzerinde anlaşmaktan öte kendiliğinden bir araya gelmişlerdi.

Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası, Dr. Şefik Hüsnü (Deymer)’nün öncülüğünü yaptığı grup tarafından 1919’da İstanbul’ da kuruldu. Bu grup, daha çok Almanya ve Fransa’da öğrenim gördükleri yıllarda sosyalizmi benimseyen aydınlardan oluşuyordu. Aydın bir çevreye hitap eden Örgüt, 2. Enternasyonal’inde, oportünizmin uzlaşmacı ve şoven yanlarının izlerini taşır. Mustafa Suphi önderliğindeki grup ise, Bolşevizm geleneğinin doğrudan uzantısıdır. M. Suphi, bir Bolşevik militan olarak Ekim Devrimi’ne katılmış, iç savaşta savaşmış ve sosyalist dünya devrimine katkı sağlamak için Müslüman coğrafyada aktif olarak mücadele etmiştir. Esirlerden oluşan ilk komünist örgütlenmelerin kuruluşunda yer alıp. Komünist Enternasyonal Kongresi’ne Türk komünistlerini temsilen katılmıştır.

Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası ve Şefik Hüsnü

Türkiye İşçi ve Çiftçi Fırkası’nın ideolojik duruşunu, Şefik Hüsnü’nün Aydınlık dergisindeki 1 Ocak 1923 tarihli “Devrimimizin Gelişmesi” adlı yazısı ortaya koyuyordu. Bu parti, Türkiye’de bir
sosyalist devrimden önce demokratik bir aşamayı hedefliyordu; aşamalı bir devrim anlayışına sahipti. Bu bağlamda katıksız Menşevik bir duruşu vardı:

“şimdiye kadar cereyan eden vakayi, elde edilen semereler ve bilhassa büyük bir isabet-inazar ve maharetle başarılan milli inkılap, memleketimizin mukadderatını ellerinde tutanların hafi bir vuzuh ile vaziyetin icabetini takdir ettiklerini göstermektedir. Rusya’da olduğu gibi, hükümdarlığın ilgasını bir halkçılık devresinin takip etmesinden, bizde de içtinap olunamazdı. Cezai inkılap yolunda bilahare daha canlı bir yürüyüşle ilerlemek için bu bir dinlenme noktasıdır. Bütün tehlike, bu noktada kendimizi unutup
derin bir rehavet içinde tekrar harekete gelmekten istinkaf temayülündedir. Hatırdan çıkarılmamalıdır ki, eriştiğimiz vakfe, yolumuzun müntehası değildir. Yalnız ilerisini tenvir eden bir projektör vazifesi gören bir merhalededir.”(1)

Bu alıntı, Türkiye’de olası bir devrimin öncelikle demokratik bir devrim olacağını, yaşanacak bir demokratik aşamadan sonra sosyalist devrim yolunda ilerlenebileceğini (o da o aşamada rehavete kapınılmazsa) söylemekteydi. Şefik Hüsnü, kendi ideolojik perspektifini haklı çıkarmak için Rusya’da Çarlığın yıkıldığı 1917 şubat Devrimi ile 1917 Ekim Devrimi arasında yaşanan ikili iktidar sürecini böyle bir demokratik aşama olarak anlatıyordu. Oysa ki demokratik aşamanın yaşandığı söylenen 1917 şubat ve Ekim arasındaki dönemde (bu ne aşama ki sekiz ayda bitmiş!), toprak sorununun çözümü, savaşın sona erdirilmesi, ulusal sorunun çözümü gibi demokratik görevler yerine getirilmemişti. Bu demokratik adımların atılması için 1917 Ekim Devrimi’nin yaşanması gerekiyordu. Temel demokratik taleplerin yerine getirilip getirilmediği bağlamında bile incelense şubat-Ekim arası dönemin bir demokratik aşama olmadığı bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar. 1917 şubatıyla Ekimi arasındaki süreç, dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın her devrimde ortaya çıkan bir ikili iktidar sürecidir. Bir yanda işçi sınıfı kendi organları (sovyetler) aracılığıyla iktidara sahipken diğer tarafta da burjuvazi, hükümeti aracılığıyla yönetmeye devam etmektedir. İkili iktidar süreci devrim sonrasında işçi sınıfının iktidarı elinde tutmayı başarıp başaramayacağını, iktidarı burjuvaziye kaptırıp kaptırmayacağını ortaya koyan sınıf savaşımının derinleştiği bir mücadele sürecidir, yoksa bir dinlenme noktası değil. Rusya’da olayların gelişini bunu kanıtlamıştır.

Şefik Hüsnü, aşağıda alıntılayacağımız yazısında Ulusal Kurtuluş hareketine liderlik eden burjuva unsurlara yönelik illüzyonlarını da ortaya koyar: “İnkılap yolunda devam etmezsek, memleketmizde elyevm mevcudiyeti pek o kadar hissedilemeyen sermayedar burjuvazi sınıfını adeta halketmiş olacağız. Yani bir hızb-ı kalilin menfaatini gösterek bütün milletin ekseriyet-i kahiresini teş-kil eden köylü ve işçilerimizi işkenceli bir esaret devresinden geçmeğe mecbur edeceğiz. Buna hiç kimsenin muvaffak olacağına ihtimal verdiğimiz zannolunmasın. Fakat biz istiyoruz ki, böyle akim ve muzir bir teşebbüse hiç girişilmeden halkçı inkılabını yapanlar, ıçtimai ınkılap fikirlerini ve çalışan sınıfları temsil eden heyetlerle el ele versinler… hem memleket dahilinde sınıf ve fikra mücadeleleri kökünden kazınarak milli vahdet ve tenasüt temin edilsin… hem de burjuva emperyalizmine karşı müttehit ve kuvvetli bir cephe teşekkülüne medar olmak suretiyle beynelmilel takviye ederek beşeriyete müessir bir hizmet ifa etmiş olalım. “(2)

Bu alıntı, Şefik Hüsnü’nün ulusal kurtuluş hareketinin liderlerini burjuva unsurlar olarak görmediğini, bu unsurların sosyalistlerle birleşmeye yanaşabileceğini ve böyle bir birleşme olması halinde de “sınıf ve fırka mücadelelerinin kökünden kazınacağı”nı söylemektedir. Fırka ve sınıf mücadelelerinin kazınması ya burjuvaziyle bir uzlaşmaya girip mücadele etmemekle ya da sınıfların ortadan kalktığı sosyalizm aşamasıyla mümkün hale gelir. O dönemde ikinci durum söz konusu olmadığına göre, Şefik Hüsnü’nün bu yaklaşımı sınıf uzlaşmacılığının açık bir örneğidir: burjuva bir unsurla ittifakı önüne koyar. Bu yaklaşım, ulusal hareketin liderliği ile sosyalistler el ele verirse rejim sosyalist bir nitelik kazanabilir düşüncesine sahip olduğu için tepeden inmeci bir sosyalizm anlayışını da yansıtır. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere, Şefik Hüsnü’nün önüne koyduğu hedef sosyalist bir devrim değil, bugün Stalinist solda da hakim olan ve esasen Menşevik bir yaklaşım olan “ulusal kalkınmacı bir model”in kurulmasıdır. Şefik Hüsnü liderliği Kemalist rejimle işbirliği yapılarak böyle bir rejimin kurulması halinde, ‘burjuva emperyalizmine’ bir darbe indirmiş olacağını iddia ederken Kemalizmin burjuva karakterini gözlerden kaçırmaya çalışır.

Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası

Ankara merkezli olan bu parti, Anadolu’daki kendine komünist sıfatlar atfeden grupların kendiliğinden birleşmesiyle oluşmuştur. THİF harekete sınıflar arası bir nitelik vermek ve geniş halk kitlelerinin (ve Meclis’teki Halk Zümresi-Yeşil Ordu mensuplarının) desteğini kazanmak için İslamiyetin sola yatkınlığı üzerinde durmak gibi sapmalar göstermiştir. Ancak devrimci Marksist ilkelere olan uzaklığı bu bağlamlarla sınırlı değildir. Bu partinin Şefik Hüsnü’nün partisi TİÇSF gibi Menşevik bir programa bile sahip olduğu söylenemez. Bu hareket, Ankara hükümetine muhalif unsurların o dönemde büyük meşruiyet ve prestije sahip Bolşevizme kendilerini yakın hissedip kendilerini komünist bir muhalefet olarak adlandırmalarının ötesinde bir komünist hüviyet taşımaz. Yazılarında açıkça Türkçü yanlar vardır. Mustafa Suphi çevresi, dost halkların emperyalizmin elinde birbirlerine kırdırılmasından bahsedip, öfkenin kardeş Ermeni, Yunan halklarına değil emperyalistlere dönmesi için çabalarken (“Taşnaklar ve Ermeni papazları milliyet ve mezhep davasıyla İngiliz siyasetine, İttihat ve Terakki ile Türk devletçileri de yine milliyet ve mezhep bayrağı altında Alman siyasetine hizmet etmişlerdir. Neticede milyonlarla Türk ve Ermeni fukarası imha edildi… Kiliselerde nesayih-i diniye yerine milli, dini düşmanlıkları telkin ediyor, asırlardan beri kardeş gibi yaşayan Türk ve Rum fakir halkı birbirlerine düşman ediliyorlardı(3)”), bu partinin yayınlarında ise içten içe bir yabancı düşmanlığı dikkat çekmektedir:

“…İzmir’e efendilerinin teklifiyle kollarını sallayarak giren Yunanlıların, Türk köylü ve amelesine idam sephaları kurmasıdır ki ruhunda henüz halis bir Türk kanını taşıyan Anadolu’yu kat’i bir
mücadeleye atmıştır…” “Ekseriyeti Türk, cemiyatı ve müessesatı Türk olan memleketler Türktür; başkalarının olamaz. Maamafih Türkler başkalarının yurduna ve istiklaline de kendi yurdu ve istiklali gibi hürmet eder, zabt ve istila politikalarını edebiyen tel’in eder.” (4)  

“İngilizler, güya Yunan sürgüsüyle Anadolu’yu, Türk’ü artık kıpırdayamayacak bir hale sokmak; bütün alem-i ıslama hakim olmak azmini besliyorlar, bu harbin sebebi, manası işte budur.” “Kanlı, katil bir düşman evinize saldırıyor ve siz namusunuzu muhafaza ediyorsunuz; bu bir haktır; bu sizin için bir vazife ve şereftir. Bu vazifeyi ifade ve bu şerefi muhafazada devam ediniz. Başınızda muktedir, namuslu kumandanlarınız, zabitleriniz vardır; Büyük Millet Meclisi sizin vekillerinizle sizin arkanızdadır. Hiç şüphe etmeyiniz ki kumandanlarınız ve Meclisiniz sizi bir dakika ihmal etmemiştir ve edemeyecektir.”(5)

Bolşevik bir sosla sunulan ulusalcılığa bu partinin beyannamelerinde rastlamak mümkündür. Bir yandan emperyalistlerle savaş sürdüğü sürece Kemalist rejime destek verileceği söylenmektedir. Diğer yandan da yabancı sermayedarlar ile Türk sermayedarlar arasına fark konularak yabancı sermayenin yatırımlarının engellenmesi istenmektedir: “Tekrar edelim: Biz, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine, emperyalizme karşı olan mücadelesinde, her tarikle muavenet edeceğiz. Aynı zamanda biz, ondan yukarıda teklif ettiğimiz esasetin kabulünü dahi talep ediyoruz. Burada şunu da beyan edelim ki: Amerika, Belçika ve Fransa’dan memleketimize gelen her türlü sermayedar şirket ve mümessillerini daima ihtiyatla kabul etmek lazımdır. Onlar bizim iktisadi za’fımızdan şeraiti kabul ettirmek ve bu suretle Arabistan, Irak ve Mısır’ın zengin toprakları üzerindeki İngiliz sermayesi ile bizim zengin ve mümbit topraklarımız üzerinde bir rekabet sahası açmak istiyorlar.” (6)

Türkiye Komünist Partisi

Mustafa Suphi, daha 1915’te Bolşevik olmuştu. O tarihten beri esir askerler arasında Bolşevik propagandanın yayılması görevini üstlenmişti. Ekim Devrimi’nin bizzat bir tanığı olan Suphi, Bolşevik prensipleri içselleştirmişti. Şefik Hüsnülerin, THİF’ın aksine tam bir enternasyonalistti. Biyografisi de bunu kanıtlar niteliktedir. Komintern’in Birinci Kongresi’ndeki konuşmasında Türk komünistleri için bütün yeryüzünün vatanları, bütün insanlığın ulusları olduğunu söyleyerek enternasyonalizm anlayışını ortaya koymaktadır: “Burjuva gazeteleri sütunlarında bizlere karşı şöyle sorular yöneltildi: ‘Müslüman dünya, Türk ordusunun Asya içlerindeki zaferini kutlarken Türk-Tatar ulusunun en kutsal duygularına ve dinine karşı gelen bu insanlar kim? Bu kişiler hangi dine mensup, milliyetleri nedir?’ Ve elçilik bu uhrevi sorularla bütün Doğu Müslüman dünyasının kafasını karıştırmaya çalışırken, biz, Türk komünistleri, bütün yeryüzünün-vatanımız ve insanlığın-ulusumuz olduğunu açıkça belirttik. Böylece, devrimin kızıl bayrağını cesurca kaldırarak Türk emperyalizminin çevresinde toplanmış bu tür insanlara, bu tür akımlara karşı koymaya karar verdik.” (7)

Yine aynı konuşmada Mustafa Suphi, Türkiye ve Doğu’nun önündeki en önemli sorunun kapitalizmin yıkılıp yerine sosyalizmin inşası sorunu olduğunu söylemektedir. Bu yaklaşım, Şefik Hüsnü döneminde TKP’nin resmi politikası haline gelen, aşamalı devrim tezinin tam tersi bir yaklaşımdır:

“Yoldaşlar, bilindiği gibi, eğer Fransız-İngiliz kapitalizminin başı Avrupa’da ise gövdesi(midesi) Asya’nın geniş alanlarında bulunuyor. Ve biz, Türk sosyalistleri için acil görev Doğu’da kapitalizmin
köklerini söküp atmaktır. Ancak bu yolla İngiliz-Fransız sistemini hammadde kaynaklarından yoksun kılabiliriz. Türkiye, İran, Hindistan, Çin ve diğerleri İngiliz-Fransız sanayilerine kapılarını
kaparlarsa, hem Avrupa borsaları pazar olanaklarından yoksun kalır hem de kaçınılmaz bir krize yol açılmış olur, ve bunun sonucu hakimiyet proletaryanın eline geçer ve sosyalist düzen kurulur.”
Türk proletaryasının bütün gücüyle dünya sosyalist devriminin savunusuna ve gelişimine katılacağı güvenci içindeyiz.” (8)

Mustafa Suphi, Ekim Devrimi’ni temel düsturu olan sürekli devrim anlayışına sahipti. TKP’nin Bakü kongresinde oluşturulan ilk programında, emperyalizmin saldırısı altındaki halkların burjuva
demokratlığıyla kurtuluşa ulaşamayacaklarını, kapitalizmin insanlığı ileriye götürebileceği devirlerinin çoktan kapandığını ve bu nedenle de kapitalizm evresinin kapatılması gerektiği söylenmektedir:

“Bizim programımıza mukaddeme olarak tavzih ve tetebbuuna muhtaç olduğumuz maddelerden biri de, Türkiye gibi Avrupa kapitalizminin pençesinde ezilen memleketlerin burjuva demokratlığı ile kurtulmaya muvaffak olamayacağı meselesidir. Kapitalizm, istihsal büyük şirketler vasıtasıyla inhisar haline getirmekle maddeten ikbali devrinin en yüksek mertebesine çıkıyor. Filvaki, kapitalizmin bidayet-i inkişafında Garbi Avrupa millet ve memleketleri arasındaki hudutları birleştirerek, siyasi ve iktisadi büyük vahid- kıyaslar
vücuda getirmiş ve sonra garp medeniyeti namı altında malum olan manzume-i muaşerti doğurmakla, tarihinde mühim bir rol oynamış oluyor. Ancak kapitalizm her ne şekil ve surette olursa olsun, bu medeniyeti daha ilerilere doğru neşr ve tamim etmek kuvvetini şimdi tamamiyle kaybetmiş, harb ve istila ile me’luf tahripkar bir devreye ayak basmıştır.” (9)

Bu programda, ayrıca, sosyalist devrim mücadelesinin sadece Batı’nın gelişmiş kapitalist devletlerinde yaşanması gereken bir mücadele olmadığını, aynı mücadelenin Doğu için de bir zorunluluk olduğu ortaya konmuştur. Rus Devrimi’nin sadece Batı’daki takipçilerine değil, Doğu’daki takipçilerine ihtiyacı olduğu söylenmektedir:

İçtimai (=toplumsal) inkılabın ibtidar ve intişarın da (=yayılmasında), milletlerin geçirmekte oldukları iktisadi tekamüllerle (=evrimlerle) tarihi ve siyasi şartların büyük alaka ve hisseleri olmakla beraber, inkılap başladıktan sonra millet, memleket ve ülkeleri birbirinden layezal kararlarla ayırmak doğru değildir. Bugün proletarya devr-i hakimiyetine ayak basmış olan Rusya’da komünizm icraat ve tatbikatının muvaffakiyeti iktisadiyatça müterakki (=gelişmiş) diğer garp (=Batı) memleketlerindeki içtimai (=toplumsal) inkılabın zuhuruna bağlı olduğu kadar, bütün garpta intişar edecek (=yayılacak) komünizm tatbikatının da, iktisadiyatça daha muhtelik (=karma) safhalar arz eden şarktaki inkılapçı hareket ile alakası pek mühim ve hayatidir.” “Fırka, halkçılığın en yüksek bir şekli olan amele ve rençber şuralar cumhuriyetinin tesisi yolunda yorulmaksızın çalışmak ve bunun için evvel emirde tebligat ve neşriyatı ile mağdur sınıfların hakimiyetlerini temsil eden bu şekl-i hükümeti kendilerine sevdirmeği vazife bilir.” (10)

On Beşlerin Öldürülmesi ve TKP Liderliğindeki Değişim

1917 Ekim Devrimi’nden sonra Bolşeviklerin önünde çok büyük bir görev daha duruyordu: devrimin yayılması. Bu bağlamda yeni bir enternasyonalin oluşturulması perspektifine hız verildi. II. Enternasyonal’in güçlü sosyal demokrat partilerinin ihanetinden sonra Rusya dışındaki hiçbir ülkede güçlü bir devrimci partinin varlığından söz edilemezdi. Oysa ki devrimin yayılması aciliyetini koruyordu. Bu bağlamda ülkelerdeki komünizme yakın unsurlardan devrimlere rehberlik edecek güçlü partiler yaratılması için adımlar atıldı. Türkiye’de de Bolşevik prensiplere sahip bir devrimci partinin yaratılması gerekiyordu. Bu bağlamda, Bolşevikilkelere sahip Mustafa Suphi önderliğindeki grubun liderliği altında Türkiye’deki diğer sosyalist ekipler birleştirilerek TKP yaratıldı. Mustafa Suphi’nin çevresindeki ekip dışındaki TİÇSF ve THİF Bolşevik kavrayışa ulaşmış değillerdi. Ancak Bolşevizmin prestiji ve meşruiyeti sayesinde Mustafa Suphi çizgisinin partide hakim olmasını kabul edecek ve Bolşevik ilkelere uygun davranma konusunda eğitilebilecek durumdalardı. Zaten Mustafa Suphi’nin kendisi de böyle bir eğitim süreci sonucunda İttihatçılıktan Bolşevizme varmıştı. TKP’nin kuruluş kongresi olan Bakü kongresi de sürecin bu yönde ilerleme potansiyelini ortaya koymuştu. Bu kongrede oluşturulan TKP’nin ilk programı Bolşevik ilkeler çerçevesinde hazırlanmış bir programdı. TİÇSF ve THİF Mustafa Suphilerin ve aslında Bolşevizmin ideolojik liderliğini kabul ediyorlardı.

Ancak Mustafa Suphi ve yoldaşları Sovyetler Birliği’nden Türkiye’ye geçmeye çalışırken Türkiye içindeki komünist hareketi toparlayıp bir tehdit unsuru olacakları korkusuyla burjuva iktidar tarafından katledildiler. Burjuva rejim korkusunda haksız da değildi. Emperyalistlerle savaşın devamı nedeniyle bir türlü merkezi bir parti gibi davranamayan, ortak bir ideolojik yaklaşımı ortaya koyamayan İstanbul ve Anadolu kanadı Mustafa Suphi önderliğinde merkeziyetçi bir parti haline getirilecekti. Mustafa Suphi ve on dört yoldaşının öldürülmesi, Türkiye’deki komünist mücadeleye burjuva iktidarın hedeflediğinden daha büyük ve köklü bir zarar verdi. Partinin merkezileşmesi engellenmesi işin oldukça basit bir noktasıydı. TKP varlığını devam ettirmeyi, dağılmamayı başarmıştı. Ancak kendisini Bolşevik ilkelerle donatabilecek liderliğini yitirmişti. Liderlik, Menşevik bir çizginin ötesine geçemeyecek unsurların eline geçmişti. TKP’nin ideolojik gelişimindeki bu kesinti sadece TKP’nin geleceğini etkilemeyecek, Türkiye solunun gelişiminin rotasını çizecekti.

Liderliği katledilen, merkezileşmesi engellenen ve yasal çalışma olanağı ortadan kaldırılan TKP’nin üçüncü kongresi 31 Aralık 1924-1 Ocak 1925’te İstanbul’da illegal olarak toplandı ve Şefik Hüsnü genel sekreterliğe getirildi. TKP yönetimi Şefik Hüsnü ve dolayısıyla İstanbul çevresinin eline geçti. Bu, TKP’nin Bolşevik gelenekten tümden ve bir daha geri dönülmez şekilde kopuşuydu. Peki, bu kadar büyük bir kopuş, sadece Şefik Hüsnü’nün liderliğe geçmesiyle açıklanabilir mi? Bu noktada asıl belirleyici olan Şefik Hüsnü veya diğer şahsiyetler değil, Rusya’daki işçi iktidarının ve Komintern’in geçirdiği yapısal dönüşümdü. Zira Komintern TKP’nin Menşevizm’e kayışını engelleyebilirdi. Ne var ki Rusya’daki işçi iktidarı ve onun bel kemiğini oluşturduğu Komintern, iç savaş sonrası büyük bir travmanın içinde hızla yozlaşıyordu. Süreç içerisinde Lenin ölmüş, işçi devletinde bürokratik yozlaşma almış yürümüştü. Bu dönem boyunca Bolşevik ilkeler her belirleyici durumda ayaklar altına alınmış, ilkelerine sadık kalan eski Bolşevikler de büyük baskıya maruz bırakılmıştı. Bu büyük yozlaşmadan Komintern de nasibini alarak bütünüyle Stalinin şefliğini yaptığı bürokrasinin güdümüne girmişti. Bunun doğal sonucu olarak Komintern’in izlediği dış politikanın ilkelerinde de köklü değişimler yaşandı. Bu dönemde SSCB’de hakimiyetini büyük oranda kurmuş olan Stalin’in, hem Sovyet Rusya içinde hem de diğer komünist partilerde Bolşevik geçmişe sahip olan ve bu mirası devam ettirmekte ısrar eden liderliklere tahammülü yoktu.

1928’den 1936 düzmece Moskova mahkemelerine kadar on binlerce eski Bolşevik Stalinist bürokrasinin tezgahında katledildi. Bütün bu süreç boyunca Martinov gibi birçok azılı Bolşevik karşıtı eski Menşevik Stalin’in arkasında oldu. Şefik Hüsnü gibi bir Menşeviğin TKP’nin başına geçmesi ve partiyi tümüyle düzen sınırları içerisine çekmesinin arkasında bu gerçek yatmaktadır.

Komünist partilerin liderliklerine yapılan müdahale TKP’de de yaşandı. Ancak diğer birçok ülkede bu süreç epey zorlu geçmişken, Türkiye’de Mustafa Suphilerin ölümü bu süreci çok kolaylaştırdı. Geride kalan THİF ve TİÇSF ekipleri zaten Stalin’in Menşevik siyasetini kuruluşlarından beri ideolojik perspektifleri yapmış hareketlerdi. Bu yüzden Menşevik siyasetin TKP tarafından benimsenmesi dünyadaki birçok komünist partide olduğu gibi çok büyük parti içi mücadeleleri gerektirmedi.

Şefik Hüsnü TKP’si

1925’ten itibaren Şefik Hüsnü liderliğinde yönetilen TKP, Bolşevik gelenekten temelli bir kopuş yaşamıştı, bununla paralel olarak partinin tüm siyaseti 180 derece değişecekti. Yeni TKP, bunun ilk önemli örneğini, Şeyh Sait isyanında takındığı tutumla gösterdi. Şefik Hüsnü liderliğindeki TKP, Şeyh Sait isyanı İngiliz emperyalistlerin kışkırtmasıyla çıkmış, feodal nitelikte, gerici bir ayaklanma olarak değerlendirmiş ve rejimin kendi güvenliğini sağlayabilmesi ve burjuva devrimini tamamlayabilmesi açısından bu ayaklanmanın bastırılmasını zorunlu görmüştür. Bu bağlamda, bu isyanın kanla bastırılmasına seyirci kalmak bir yana, bizzat Türk ordusunun yanında olmuştur. Bu yaklaşımı partinin yayın organı Orak Çekiç’ten izlemek mümkündür. Orak Çekiç’in 5 Mart 1925’te çıkan son sayısında Şeyh Sait isyanına ateş püskürmektedir. Manşetten “Yobazların Sarıkları ve Yobaz Zümresine Kefen Olmalı! Yobazlarıyle, Ağalarıyle, şeyhleriyle, Halifeleriyle, Sultanlarıyle Birlikte Kahrolsun Derebeylik İrtica ve Derebeyliğe Karşı Mücadele için: Köylüler (Köy Meclisleri), Ameleler (Sendikalar) Etrafında Teşkilatlanmalıdırlar” deniliyordu. “İngilizlerin Oynattığı İrtica Kuklası” adlı başyazıda, “ekalliyet milletlerinin sergerdelerini” ayaklandırmanın, eski bir İngiliz ve Rus oyunu olduğu söylenmekteydi. Gazetenin “Ali ile Veli” sütununda ise “Şeyh Sait Ne Biçim Eşkiyadır” başlığı altında “Genç’teki ayaklanmanın gerisinde Kürdistan derebeyleri vardır; Cumhuriyet hükümeti derebeyliği tasfiye edecektir.” denmektedir. “Arkadaş, kara kuvvet bizim de, burjuvazinin de düşmanıdır. Biz her şeyden evvel bu düşmanı yenmeliyiz; burjuvazi ile de ayrıca kozumuzu paylaşırız.” (11)

Bolşevizm’in ateşli enternasyonalizmi ve düzen karşıtlığı karşısında buram buram şovenizm ve işbirlikçilik kokan bu satırlar yaşanan büyük kopuşu çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Bolşevikezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinden ne kadar uzakta olunduğuna değinmeye bile gerek yok. Şefik Hüsnü TKP’si sürekli devrim perspektifinden uzaklaşmış, burjuvaziye ilerici roller biçen katıksız Menşevik aşamalı devrim programına geri dönmüştü. Buna göre Cumhuriyet Hükümetleri burjuva devrimlerini tamamlayacaktı. İktidardaki egemen güçlere ilerici roller biçen TKP’ye göre bu dönemin görevi CHP’yi, burjuva devrimin gereklerini yapması yolunda dürtüklemek, yapamadığı yerde ise onu teşhir etmekti: “Başlanan işi sonuna kadar götürmek için fedakarlıklara razı olmak gerekecek. işçi ve köylülerimiz bu ihtimali şimdiden göz önünde tutmakta, milletin bir bütün olarak olayların gelişmesini izlemesi gereğini takdir etmekte… Emekçi sınıfı her zamandan daha uyanık bulunmak zorunda olduğunu iyice bilmektedir… Yeni devlet makinesinin eksikliklerini tamamlamak ve gelişmesini sağlamak amacıyla eleştirilerde bulunması, yalnız açık bir hak değil, aynı zamanda ulusal gelişme bakımından gerekli bir haktır.”(12)

1925 yılında TKP hala “ulusal kurtuluş, bağımsızlaşma ve feodal yapıların tasfiyesi” sürecinin devam ettirilmesinin gerekliliğini ileri sürüyordu. Şefik Hüsnü,“Yeni devlet makinesinin eksikliklerini tamamlamak ve gelişmesini sağlamak amacıyla eleştirilerde” bulunmaktan söz ediyordu. Komintern’de Stalin’in parti ve devlet mekanizmalarındaki yükselişi bağlamında TKP’ye benzer politikalar öğütlenmekteydi.

TKP İçi Muhalefete Yönelik Müdahaleler

TKP’nin, her ne kadar Stalinist çizgiye engaje olması kolay gerçekleşse de parti içinde net bir  Bolşevik çizgiye ve örgütlülüğe sahip olmayan bir muhalefet gelişmiştir. Stalin denetimine giren Komintern’in geleneğinde olduğu üzere parti içindeki muhaliflere karşı büyük bir cadı avı başlatılmıştır. Muhalif unsurlar hain, Troçkist ve ajan olarak suçlanmış, bazıları ise 36 mahkemelerinde idam edilmiştir. 1928 Komintern kongresinde Türkiye temsilcisi olan Ali Cevdet de bunlardan biridir. Komintern’in 1928’deki 6. Kongresi’nde sömürge konusu tartışılırken TKP temsilcisi Ali Cevdet (Fahri), “Türkiye’nin feodalizm öncesi koşulların egemen olduğu ilkel bir ülke olarak tanımlanmasına ve Mustafa Kemal’in emperyalizme karşı mücadelesinin ilerici sayılmasına” şiddetle itiraz etti. Türkiye’nin 70-80 yıldır sanayileşmekte olduğunu, ülkede 600 bin sanayi işçisi bulunduğunu söyleyen Fahri, “Kemalizmin karşı-devrimci ilan edilmesini” istedi(13). Fahri’nin konuşmasına cevap bile verilmedi ve kongre tezlerinde Türkiye sorunu yer almadı. Ali Cevdet, 1936’daki ilk Moskova temizlikleri sırasında Troçkistlik suçlamasıyla ortadan kaldırılacaktı.

Hain ve ajan suçlamalarına çok sayıda insan maruz kaldı. Ajan ve hain ilan edilmek için parti siyasetinin bir noktasına karşı çıkmak bile yeterliydi. TKP, Orak Çekiç’in 12. sayısında “polisin ajanlarına, provakatorlara amele safları içinde nefes aldırmayın!” söylemiyle 64 kişilik bir kara liste yayınladı. Bu yayında bu provakator listesini 45 kişilik partiden kovulanlar listesi takip etmekteydi. Orak-Çekiç, 7. ve 8. sayılarında kara liste ve partiden kovulanlar listelerini yayınlamaya devam etti. Suçlananlardan biri de Nazım Hikmet’ti: “Son zamanlarda, sizin artan hareketiniz ve Türkiye komünist fırkasına karşı yükselen teveccünüz önünde burjuvazinin maskeli uşakları olan Nazım Hikmet ve hempası sizi mücadeleden alıkoymak ve Türkiye Komünist Fırkası hakkında beslediğiniz teveccühü kırmak için yaptıkları propagandalara germi verdiler… Yoldaşlar! Bunlara aranızda yer vermeyin! Onlar burjuvaziye satılmış hainlerdir! Onlarla şiddetle mücadele edin!”(14)

Desentralizasyon 

TKP, 1936’da Komintern tarafından Separat veya Desantralizasyon kararı olarak bilinen politika çerçevesinde Komintern’den ayrı çalışmaya zorlandı. Bu karar partinin dağıtılması anlamına geliyordu. Eski bir TKP’li Komintern temsilcisinin parti Merkez Komite üyelerine hitaben konuşmasına şöyle başladığı anlatıyordu: “Söylediklerimi iştince, beni Mustafa Kemal’in casusu sanacaksınız, ama değilim.“(15) T.C. hükümetinin resmi dış politikası, Sovyet yanlısı olduğu için, şimdi işçi hakları gibi konularda bu hükümeti zorlamanın sırası değildi. Komünistler demokrasiyi, yani SSCB’nin çıkarlarını, savunmak için legale çıkmalı, CHP gibi siyasal örgütlere girmeli, yasal basında yer almalı idiler. Faşizm şimdilik yasak da olsa, ileride faaliyet göstermesi durumuna karşı hazırlıklı olunmalıydı. TKP’ye verilen direktif 7. kongrede benimsenen Anti-Faşist Halk Cepheleri kurma politikasının Türkiye’ye uyarlanmasıydı. Dost hükümetlerle, faşist olmayan burjuva unsurlarla ittifak yapmak bu stratejinin ana halkasıydı. Bu bağlamda Stalin, İngiltere başbakanı Churchill ile ittifaka girip, müttefikiyle yaptığı antlaşma paralelinde Yunan devrimini bile satabilmiştir. Bunun yanında, Kemalist rejime hoş görünmek için TKP’nin ipinin çekilmesi mesele bile olmazdı.

Komintern, Stalin’in hakimiyetinden beri sosyalizmin çıkarlarını Sosyalist Anavatan’ın çıkarlarıyla özdeşleştiriyordu. Ancak bu örnekte SSCB’nin korunması en üst önceliği almıştı. TKP genel sekreteri Zeki Baştımar 1935 kongresinin 30. yılı nedeniyle yaptığı konuşmada bu dönemle ilgili şunları söylemekteydi: “Komintern’in 7’nci Kongresi, partimize yeni bir faaliyet alanı açacak anahtarı verdi. Parti kendisine yeni bir savaş yolu tayin etti. o zamanki İsmet İnönü hükümetinin, memleketin milli bağımsızlığına, sosyal gelişmesine hizmet eden, memleketin ve halkın yararına olan bütün icraatlarında aktif olarak desteklenmesine karar verdi. Partiye bağlı gizli işçi sendikaları ve gizli Komünist Gençlik Teşkilatı kaldırılarak üyeleri legal işçi ve gençlik teşkilatlarına girmekle görevlendirildi.”(16)

Sonuç

Mustafa Suphi geleneği, Marksist sosyalist dünya devrimi perspektifine bağlı olarak Türkiye’deki Bolşevik örgütlenmeyi inşa etmek için mücadeleye atıldı. On beşler, Kemalist rejim tarafından katledildiklerinde Türkiye’de Bolşevikgelenek kuşkusuz ağır bir darbe almıştı. Ne var ki burjuvaziyle çatışa çatışa çelikleşen Bolşevizm, bu darbenin altından kalkmasını becerebilir, örgütsel devamlılığı sağlayabilirdi. Öte yandan Türkiye’deki Bolşevik geleneğin kaderi, uluslararası devrimci komünist hareketin kaderi tarafından belirlenecekti. Uluslararası komünist hareketin kalbi Rusya’daki işçi iktidarı, iç savaşın ardından dejenerasyona uğramış ardından da Stalinist  bürokratik aygıt tarafından yıkılmıştı. Dünya devriminin kalesinin düşmesinin ardından, karşı-devrim süreci Stalin’in eline geçen Komintern vasıtasıyla dünyadaki tüm komünist partilere yayıldı.

Mustafa Suphiler’den sonra Bolşevik geleneğin kesintiye uğramasının esas nedeni budur. Mustafa Suphiler’in TKP’nin kuruluşundan hemen sonra katledilmeleri, onların arkalarında güçlü bir gelenek bırakamamalarını sağlayarak TKP’nin Stalinizasyonu çok kolaylaştırdı.

Suphilerin TKP’si ile sonraki epigonları arasında büyük bir kopuş vardır. Mustafa Suphi geleneği şuralar hükümetini temel alan, bir sürekli devrimci, ateşli enternasyonalist, uzlaşmaz bir komünistken; Şefik Hüsnü, Zeki Baştımarlarla başlayan Stalinist TKP geleneği ise ulusalcı, aşamalı devrimci, uzlaşmacı bir düzen partisidir.

Bolşevik geleneğin Mustafa Suphiler ile katledilmesinden sonra kesintiye uğramasıyla, Türkiye sol hareketi Bolşevik alternatifin olmadığı koşullarda TKP’nin taşıyıcılığını yaptığı Stalinist gelenek ten beslenerek büyüdü. Bugünkü çıkışsızlığının arka planında da bu olgu yatmaktadır. Dolayısıyla Türkiye solu geçmişiyle hesaplaşmalıdır, böyle bir hesaplaşma içine girmekten korkan siyasi yapıların Türkiye devrim mücadelesine katacağı hiçbir şey olamaz. Bugünkü TKP’yi (KP ve HTKP olarak bölünen ve SİP’ten gelen gelenek) merak edenler olabilir. Hemen söyleyelim bu parti tipik Şefik Hüsnü TKP’sidir.

Milliyetçiliği, subay sevdalılığı, orta sınıf karakteri, düzeniçiliği, Kürt sorunundaki şoven tutumu ile bu parti Mustafa Suphi ile zıt kutuplardadır. Devrimci Marksistlere gelince, Mustafa Suphi’nin
mirasına sahip çıkmak, tahrifatlara karşı mücadele etmek ve esas olarak Suphilerin bayrağını yükseltmek onların boynunun borcudur.

(1) Hüsnü, Şefik, “Devrimimizin Gelişmesi”, Aydınlık, Sayı 12, 1 Ocak 1923 (aktaran Sadi, Kerim, Türkiye’de Sosyalizmin Gelişmesine Katkı, İletişim yayınları, İstanbul: 1994, s. 637-38)
(2) Hüsnü, ş., a.g.e. (aktaran Sadi, K., a.g.e., s. 638-39)

(3) Tunçay, Mete, Türkiye’de Sol Akımlar-I (1908- 1925), “Türkiye’de Sol Akımlar (1908-1925) Belgeler”, BDS Yayınları, İstanbul: 2000, s. 290

(4) “Yeni Hayat”, Sayı 19, s.3-5, 14 Ağustos 1338 (aktaran Tunçay, M., Türkiye’de Sol Akımlar-I (1908-1925), “Türkiye’de Sol Akımlar (1908-1925) Belgeler”, s. 431-2

(5) “Yeni Hayat”, sayı 16, s.1-2, 15 Temmuz 1922 (aktaran Tunçay, M., Türkiye’de Sol Akımlar-I (1908- 1925), “Türkiye’de Sol Akımlar (1908-1925) Belgeler”, s. 418-9
(6) Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nın Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne Beyannamesi, “Yeni Hayat”, sayı 3, 1 Nisan 1922, s.1-4 (aktaran Tunçay, M., Türkiye’de Sol Akımlar-I (1908-1925), “Türkiye’de Sol Akımlar (1908-1925) Belgeler”, s. 412-3

(7) Mustafa Suphi’nin Birinci Komintern Kongresi’ndeki konuşmasından. Konuşma metni “ızvestia B. Ts. I. K.” No. 51, 6 Mart 1919 nüznasında “Türkiye ve Doğudan Ne Beklenebilir” başlığı altında yayınlanmıştır. (aktaran Tunçay, M., Türkiye’de Sol Akımlar-I (1908-1925),
“Türkiye’de Sol Akımlar (1908-1925) Belgeler”, s. 267)
(8) Mustafa Suphi’nin Birinci Komintern Kongresi’ndeki konuşmasından. Konuşma metni “ızvestia B. Ts. I. K.” No. 51 6 Mart 1919 nüznasında “Türkiye ve Doğudan Ne Beklenebilir” başlığı altında yayınlanmıştır.) (aktaran Tunçay, M., Türkiye’de Sol Akımlar-I (1908-1925), “Türkiye’de Sol Akımlar (1908-1925)
Belgeler”, s. 268)
(9) Tunçay, M., Türkiye’de Sol Akımlar-I (1908-1925), “Türkiye’de Sol Akımlar (1908-1925) Belgeler”, s.296-7
(10) Tunçay, M., Türkiye’de Sol Akımlar-I (1908- 1925), “Türkiye’de Sol Akımlar (1908-1925)
Belgeler”, s. 299-300 (11) Tunçay, M., Türkiye’de Sol Akımlar-I (1908- 1925), “Türkiye’de Sol Akımlar (1908-1925) Belgeler”, s. 199
(12) TKF (TKP) Programı’ndan, TKP Programları ve Mustafa Suphi Tezleri, Ürün Yayınları, 1997, s. 147- 148

(13) Tunçay, M., Türkiye’de Sol Akımlar-II (1925-36), s. 62
(14) T.K.F. Merkez Komitesi (aktaran Tunçay, M., Türkiye’de Sol Akımlar-II (1925-36), Belgeler(1925- 36), s.306
(15) Tunçay, M., Türkiye’de Sol Akımlar-II (1925-36), s. 126
(16) “Yeni Çağ”, Ekim 1965 (aktaran Tunçay, M., Türkiye’de Sol Akımlar-II (1925-36), s. 126)

KATEGORİLER
ETİKETLER