Mülteci Hukuku ve Mülteci Gerçeği | Hukuka Marksist Bakış
Dört yılı geride bırakan Suriye İç Savaşı’nın yarattığı ve bütün dünyayı günbegün daha da yakıcı olarak ilgilendirmeye başlayan mülteci krizi, son zamanların sosyalistinden burjuvasına çeşitli medya organlarındaki temel gündemlerden birini oluşturuyor. Türkiye’ye gelen ve halen ülkede bulunan Suriyeli sığınmacı sayısı son rakamlara göre 1,9 milyona ulaştı. Dünya genelinde ise Suriye’yi terk edenlerin sayısı 4 milyonu aşmış durumda. Türkiye dışında en çok sığınmacıyı Lübnan (1,2 milyon) ve Ürdün (630 bin) barındırıyor. Avrupa’da ise en çok sığınmacıyı Almanya (100 bin) kabul etti. Pek çok Avrupa ülkesi göçmenlerin sınırlarından içeriye girmesine karşı önlemler almış durumda.
Biz bu yazıda sığınmacılık/mültecilik üzerine uluslar arası hukukta ve Türk hukukunda yer alan düzenlemeleri inceleyeceğiz. Mülteci hukukunun, mülteci gerçeğini ne ölçüde karşıladığını ele alacak ve mülteci krizi şeklinde nükseden sorunun çözümünü sosyalizm bağlamında ele alacağız.
Mülteci Krizinin Fitili: Emperyalizm
Suriye’de emperyalist güçler eliyle büyütülen iç savaş atmosferi, bugünkü göç krizinin zeminini oluşturdu. Bu durum bölgeye müdahale zemini yarattığı müddetçe emperyalizmin çıkarına gelişti. “Muhalefet” üst başlığı altında desteklenen silahlı güçler arasından radikal İslamcı unsurlar zamanla ön plana çıktı. İslamcı gruplar arasında ise baş
aktör, süreç içerisinde IŞİD oldu.
IŞİD karşıtı uluslar arası koalisyon kurulana kadar emperyalist devletlerin temel politikası Esad’sız bir geçiş dönemi yaratmaya çalışmaktı. IŞİD’in iyice kontrolden çıkmış olması ve muhalif güçlerin Suriye hükümetini sahadan silebilecek bir profil çizememesi, bugün Esad’lı bir geçiş arayışına yol açmış durumda. Sonunda, Esad karşıtlığında en önde giden Tayyip Erdoğan bile bu fikre yanaşmaya başladı. Bu yeni yönelime giden yolda uluslararası koalisyon IŞİD’e karşı hava saldırıları düzenleyerek Suriye sahasında aktif olarak da yer almış oldu.
“İç savaş, farklı emperyalist güçler ve bunların bölgesel uzantılarının müdahalesiyle uzadıkça uzuyor. Etnik ve dinsel kimlikler üzerinden gelişen düşmanlıklar, bu ateşin tükenmeyen yakıtı gibi. Bu düşmanlıkların emperyalist kapitalizmin efendileri tarafından yaratıldığını, gelecekte tırmandırılmak üzere geleceğe yatırım olarak bırakıldığını ve zamanı geldiğinde coğrafyanın ameliyat masasına yatırılması için kaşındığını, kanatıldığını kimse inkâr edemez. Nitekim her türlü leş kargası, Suriye’nin cesedi üzerinden pay kapma derdinde. Gerçekten de artık Suriye bitti, mahvoldu, Afganistan’dan beter hale getirildi.”1 Hal böyle olunca emperyalist-kapitalizmin Ortadoğu’ya reçete olarak sunduğu hiçbir planın bölgedeki sorunları çözme kapasitesi bulunmuyor. Tersine, emperyalizmin bölgede gerçekleştirdiği her müdahale, Ortadoğu halkları için yeni sorunlar doğuruyor. Şüphe duymadan söyleyebiliriz ki “Suriye muhalefeti”ne bugüne kadar yapılan parasal, askeri destek, eğit-donat hizmeti, mühimmat sevkiyatı vs.nin tümü, bugün karşılaşılan mülteci krizi ile doğrudan nedensellik ilişkisi taşıyor.
Bu ilk ve tek kitlesel göç değil elbette. Özellikle 20. Yüzyıldan bu yana emperyalist savaşların tamamına yakını milyonlarca insanı yerinden etti ve kitlesel göç dalgaları doğurdu. Avrupa’da faşist rejimler ve 2. Dünya Savaşı sırasında 50 milyondan fazla insan göç dalgasının bir parçası oldu. Bu rakam korkunç görünebilir ancak bugün dünya çapındaki toplam göç rakamlarından daha düşük olduğunu belirtmek gerekiyor. Her büyük savaş milyonlarca mülteci için yeni bir yaşam arayışı, göç edilen ülkeler içinse küçük ya da büyük birer kriz haline dönüştü. Eklemek gerekir ki mültecilere ve göçmenlere yönelik geliştirilen ırkçı tepkiler de bu krizlerin bir diğer yüzünü oluşturuyor. Özellikle günümüzde Avrupa’da aşırı sağcı-ırkçı partilerin yükselişte olması, toplumsal krizin faturasını göçmenlere keserek milliyetçi kesimleri arkalarına almalarından kaynaklanıyor.
Göç veya göçmen/mülteci krizi kavramları genelde kitlesel hareketler için söz konusu olsa da bazı durumlarda tek bir bireyin siyasi nedenlerle kendi ülkesinden başka bir ülkeye göçmek istemesi ya da zorunda kalması durumunda da kriz durumlarının oluştuğu görülebilmiştir. Mesela Ekim Devrimi’nin kızıl komutanı Lev Troçki’nin Stalin döneminde Rusya’dan sürgün edilmesi üzerine, Troçki’nin kendisine yeni bir ülke bulması dünya çapında bir siyasi kriz haline dönüşmüştü.2
Kavramlar
Göçmen kavramı genellikle ekonomik gerekçelerle yaşadığı ülkeyi terk ederek başka bir ülkeye yerleşenleri kapsar. Göçmenler, gittikleri ülkeye yaptıkları başvuru ve kabul sonucu “resmi” olarak yeni ülkeye yerleşirler. Mülteci kavramı ise “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasında yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen” kişi anlamına gelir.3 Mülteci kavramını İngilizcede “refugee” kelimesi karşılar.
İngilizce “asylum” kelimesi ise sığınma (iltica) anlamına gelir (sığınmacı = asylum seeker). Sığınmacı ise, ülkesini, mülteci olmak için sayılan gerekçelerle terk eden veya aynı sebeplerle ülkesine dönemeyen, fakat henüz mültecilik statüsü hakkında sığındığı ülke tarafından karar/onay verilmemiş olanlar için kullanılır. Sığınma hakkı (iltica hakkı) ise kişinin kendi ülkesindeki zulüm nedeniyle başka bir ülkeye sığınmasını belirtir (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi).
Tamamlayıcı bir hüküm olarak “geri göndermeme ilkesi”nden de bahsetmek gerekir. Buna göre sığınma talebinde bulunan kişi, yaşam ve özgürlüğünün tehlike altında olacağı varsayılan bir ülkeye geri gönderilemez.
Uluslararası Hukukta Sığınma Hakkı ve Mültecilik
Kitlesel-mecburi göçler ve bu göçlerin devlet sınırları bağlamında yarattığı problemlerin tarihi daha eskilere dayansa da, bugünkü anlamda kitlesel göç tartışmaları özelikle 20. yüzyılın ilk yarısındaki büyük ve gürültülü olaylarla ortaya çıkmıştır. Her iki dünya savaşı da milyonlarca insanı yerinden etmiş ve “vatansız” bırakmıştır. Almanya başta olmak üzere faşist rejimlerin faturası da bir o kadar kabarık olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi “sığınma hakkını” tanımıştır: “Herkes başka ülkelerde zulümden sığınma (asylum) arama ve elde etme hakkına sahiptir (Madde 14/1)”. Ancak Bildirge’deki bu açık sığınma hakkı daha sonraki uluslararası belgelerde bu netlikte yer bulamamış, yalnızca mültecilik başvurularının nasıl değerlendirileceğine dair genel düzenlemeler yapılmıştır. Bu nedenle Bildirge’deki sığınma hakkının içeriği ve sınırları belirsiz olarak kalmıştır.
Mültecilik statüleriyle ilgili ilk ayrıntılı düzenleme ise 1951 yılındaki Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Sözleşme ile gerçekleşmiştir. Cenevre Sözleşmesi olarak da geçen bu belge sığınma hakkına dair bir hüküm içermemekle birlikte mültecilik hükümlerine yönelik düzenlemeler getirmiştir. Sözleşme sığınma hakkının düzenlenmesi ve sınırlandırılmasına dair taraf devletlere esneklik getirmiştir. Sözleşme’de mültecilik statüsü, çalışma hakkı ve mültecilerin sosyal durumlarına dair temel yaklaşımlar belirlenmiştir.
Öte yandan Sözleşme’nin ilk hali, mültecilik statüsünü 1951 öncesi ve Avrupa’da meydana gelen söz konusu edilmiş olaylar bağlamında kabul etmiş ve mülteciliği zaman ve yer bakımından sınırlandırmıştır. Bu sınırlama Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Protokol (1967) ile kaldırılmış ve mülteci statüsünün 1951 sonrasında ve Avrupa dışında yaşanan olayların mağdurlarına da tanınması mümkün kılınmıştır. Ancak bu Protokol, Sözleşme’ye taraf devletler için zorunlu tutulmamış ve bugüne kadar aralarında Türkiye’nin de olduğu kimi ülkeler, Protokol ile getirilen değişiklikleri kabul etmemiştir.
1951 Sözleşmesi mültecilik için gerekli koşulları şu şekilde tespit etmişti:
- Vatandaşı olunan ülkenin dışında bulunmak
- Zulme uğramaktan haklı nedenlerle korkma
- Zulüm korkusunun ırk, din, milliyet veya belirli bir sosyal gruba mensup olma ya da siyasal görüş nedeniyle yaşanıyor olması
Özellikle son çeyrek yüzyılda kullanılan “güvenli bölge” kavramına da değinmek gerekiyor. Güvenli bölge, silahlı çatışmalar sırasında “özel korumalı bölgeler” oluşturma anlamına gelmektedir. Güvenli bölge uygulaması, sığınma hakkı bakımından sığınılacak devletler adına bir kurtulma anlamına gelirken; yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalanlar içinse, doğrudan uluslararası koruma talebinde bulunmanın önünün kesilmesini ifade ediyor.
Uluslararası nitelik taşıyan bu belgelerin yanı sıra bölgesel nitelikteki bir takım uluslararası bağlayıcı sözleşmeler de mevcuttur. 1969 tarihli Afrika Birliği Örgütü Sözleşmesi, Latin Amerika Devletlerinin iç hukuklarına da aktarılan Cartagena Bildirisi (1984), AB ülkelerince 1990 yılında hazırlanan Dublin Sözleşmesi (bugün Macaristan tarafından askıya alınmış, yine bir kısım Avrupa ülkesi tarafından fiilen vazgeçilmiş durumdadır) bölgesel düzenlemelerin en önemlileridir.
Son olarak belirtmek gerekiyor ki, uluslararası sözleşmelerle tanınan haklar, çoğunlukla taraf devletler için külfet olarak görülmüş ve sınırlandırılmasına dair arayışlar her daim devam etmiştir. Örneğin bugün Avrupa devletlerinin pek çoğunun Suriyeli göçüne karşı sınır önlemleri alması ve buna hukuksal dayanak yaratacak şekilde Avrupa merkezli arayışların sürmesi bu durumun bir göstergesidir. Macaristan’ın tel örgülerle mülteci göçünü durdurmaya çalışması bir yana “daha demokratik” Avrupa ülkelerinin tümü çeşitli şekillerde mülteci akınının önünü kesmeye çalışıyor. Bu politikanın faturası ise şimdiden Akdeniz’de yüzlerce ceset oldu.
Türk Hukukunda Sığınma Hakkı ve Mültecilik
Türkiye 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Sözleşme’yi aynı yıl kabul etmiş olsa da sözleşmenin Türkiye için hüküm doğurması ancak 1961 yılındaki onayla gerçekleşebilmiştir. Ancak Türkiye sözleşmeye onaylarken “sözleşmenin hiçbir hükmünün, mülteciye Türkiye’de Türk uyruklu kimselerin haklarından fazlasını sağladığı şeklinde yorumlanamayacağına” dair bir çekince getirmiştir. Bu, Türkiye devlet geleneğinin mültecilere bakış açısını gösterir, zira zaten yurttaşlık bağı bulunmayan devlette sahip olacağı hakları düzenlenen bir mültecinin hiçbir zaman bir Türk uyrukludan fazla hakka sahip olmayacağı vurgulanmak zorunda hissedilmiştir.
Yukarıda belirtildiği üzere 1967 yılındaki ek Protokol de Türkiye tarafından kabul edilmemiştir ve mültecilik hakkı yalnızca Avrupa coğrafyasından gelenlerle sınırlı tutulmaya devam edilmiştir. Bu tutumu halen sürdüren diğer ülkeler ise 148 imzacı devlet arasından yalnızca Kongo, Madagaskar ve Monako’dur.
1951 Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesine rağmen Türk iç hukukunda mülteciliğe dair ilk yasal düzenlemeler ancak 1994 yılında yapılmıştır. Bu tarihte çıkarılan yönetmelik, sözleşmenin uygulanmasından ziyade mülteci haklarının daraltılmasına/kısıtlanmasına yönelik oluşturulmuştur.
Türkiye’de mülteci hukukuna dair ilk ciddi ve kapsamlı düzenleme Nisan 2013 tarihinde çıkarılan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK) olmuştur. YUKK’un bir ihtiyaç olarak kendini dayatmış olması, 2011’den bu yana süren Suriye İç Savaşı nedeniyle yaşanan kitlesel Suriyeli göçünden kaynaklanmıştır. Bugün Türkiye’de resmi rakamlara göre 1,9 milyona ulaşmış olan Suriyeli sığınmacı nüfusu, mevzuattaki boşluğun doldurulmasını zorunlu kılmıştır.
Fakat YUKK’un getirdiği düzenlemeler, çare olmaktan ziyade geçmişten gelen mülteci statüsündeki geleneksel yaklaşımı sürdürme ve detaylandırma görevini üstlenmiştir. Buna göre Türkiye’deki uluslararası koruma statüleri dört dereceye ayrılmıştır. İlk statü “mültecilik”tir (Madde 61). Bu derece, Avrupalı olan ve yukarıda mülteci kavramının tanımında belirtilen şartları yerine getirenleri kapsar. İkinci statü “şartlı mültecilik”tir (Madde 62). Bu derecede, Avrupa dışındaki ülkelerden gelen ve koşulları sağlayanlar yer alır. Bu statüdeki sığınmacıların, üçüncü ülkeye yerleştirilinceye kadar Türkiye’de kalmasına izin verilir. “İkincil koruma statüsü” (Madde 63) adı verilen üçüncü derecede, 1951 Sözleşmesi ve 1967 Protokolü’nün aradığı şartları taşımayan ancak ölüm cezası, işkence veya silahlı çatışma nedeniyle geri gönderilmekten korunması gereken kişiler yer alır. Son olarak “geçici koruma statüsü”nde (Madde 91) ise bireylerin teker teker statülerinin tespitinin mümkün olmadığı kitlesel akınlar için gelen grubun geçici olarak ama topluca uluslararası korumadan yararlanmasına yöneliktir.
Bugün Türkiye’de yaşayan 1,9 milyon Suriyeli geçici koruma statüsüne sahiptir.4
Mülteci Gerçeğine Çözüm Nerede?
Sonuç bölümünün girişini, esasında bir burjuva hak niteliği taşıyan “sığınma hakkının” ve bu konudaki mevcut
hukuksal düzenlemelerin eleştirisi ile yapalım. Vurgulamak gerekiyor ki mültecilik kavramı gerek insanlık tarihinde gerek bugünkü anlamıyla geçtiğimiz yüzyılın başlarında de facto (fiilen) ortaya çıkmıştır. Yani, yerlerinden edilmiş milyonların mülteci olması ve gittikleri ülkelerde bir takım temel haklara sahip olması, mülteci hukukunu bir sonucu değil, tam aksine nedeni, hukuk kurallarının üzerinde yükseldiği gerçek bir zemin olmuştur.
Bu açıdan ele alındığından İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki sığınma hakkı ve 1951 Sözleşmesi’nde oluşan mülteci hakları “uluslararası kamuoyu”nun veya ulusal hukuk düzenlerinin bahşetmesiyle ortaya çıkmamıştır. Tersine bu hakların içeriği, fiili mülteci gerçekliğinden doğmuş ve bu fiili durumu düzenleyici, dolayısıyla da sınırlandırıcı bir niteliğe sahip olmuştur. Öte yandan sığınma hakkı Bildirge’de evrensel bir insan hakkı olarak ilan edilse de süreç içerisinde net bir içeriğe kavuşamamıştır. Sığınma hakkının esnek tutulması, esnekliğin mülteciler lehine değil ama devletler lehine sonuç doğurmasına yol açmıştır. Eklemek gerekir ki son iki yüzyıldaki kitlesel zorunlu göç hareketlerinin yaşanmasının sorumlusu olan burjuvazinin siyasi egemenliği, kendi hukukunda bu sorunun çözümüne dair adım atmak zorunda kaldığında, gidebildiği en ileri seviye fiili koşullarını zorladığı nokta olmuştur ki bu da burjuva hukukunun ikiyüzlülüğünün bir diğer resmidir.
Hal böyleyken, bugün Suriyeli mülteciler örneğinde olduğu gibi, milyonlarca insanı birden ilgilendirebilen böylesi bir soruna çare bulmak nasıl mümkün olacaktır? Gelin, 97 yıl önce ilan edilmiş bir anayasal belgeyi inceleyelim: 1918 Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Anayasası. Sovyetlerin Beşinci Tüm-Rusya Kongresi tarafından kabul edilen işçi iktidarının temel yasası. Anayasanın Genel Hükümler başlığını taşıyan İkinci Kısım’da yer alan iki maddeye göz atalım:
Madde 20: Tüm ulusların işçilerinin dayanışmasının sonucu olarak Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti, Rusya Cumhuriyeti’nin topraklarında yaşayan, çalışan ve işçi sınıfına mensup olan yabancılara Rus vatandaşların tüm siyasi haklarını verir. Ayrıca Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti yerel Sovyetlerin bu gibi yabancılara karmaşık formaliteler olmaksızın yurttaşlık verme hakkını tanır.
Madde 21: Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti siyasi ya da dini zulüm nedeniyle sığınma talep eden tüm yabancılara barınma (sığınma, iltica) imkânı sunar.*
Ülkede bulunan -üretime katılmak koşuluyla- tüm yabancılara “karmaşık formalitelere” yer vermeksizin yurttaşlık hakkı ve politik-dini sebeplerle zulüm gören yabancılara da sığınma (iltica) hakkı tanınmış. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde yer almasına rağmen sağlamlaştırılmayan ve ilerletilmeyen burjuva sığınma hakkı (ki pek çok ülkede “karmaşık formalitelere” tabi tutulmuştur**) ve 1951 Sözleşmesi’ndeki mülteci hakları, Türkiye örneğinde de görüldüğü gibi, devlet bürokrasisinin “karmaşık” düzenlemelerinin ardından ancak yarım yamalak uygulamaya geçirilebilmiştir. Oysa ezilenlerin şöleni Ekim Devrimi, sığınma hakkını siyasi ve dini nedenli sığınmacılara koşulsuz ve doğrudan tanımıştır!
Şu halde bugün, Suriyeli sığınmacılara kapıların açılması, oturma, çalışma ve diğer temel hakların tanınması yönünde talepleri dillendirmenin önemini yadsımaksızın, yerinden edilmiş milyonlara verilebilecek tek reçetenin sosyalist devrim olduğunu vurgulamamız gerekiyor.
Mültecilerin Kurtuluşu İşçi Devriminde!
*: Constitution of the Russian Soviet Federated Socialist Republique, 1918
**: Örneğin Türkiye’de 1994 Yönetmeliğinde sığınmacıya mültecilik başvurusu için 10 günlük hak düşürücü süre tanımıştır. Yani Türkiye’ye gelişinden itibaren gerekli mercilere 10 gün içerisinde başvuru yapmayan sığınmacının mültecilik hakları düşmüş oluyordu.
1: Putin Yeniden Sahnede – V. U. Arslan (bolsevik.org)
2: Hayatım – Troçki (Vizesiz Gezegen bölümü)
3: Mültecilerin Hukuki Statülerine İlişkin Sözleşme (1951 Cenevre Sözleşmesi)
4: Göç İdaresi Genel Müdürlüğü
KAYNAKÇA
Mülteciler ve Hukuk Politikası: Suriyeli Sığınmacılara Tanınan Geçici Koruma, Ceren Akçabay (DİSK-AR Sayı: 4)
Küreselleşme Sürecinde İnsan Hakları: Sığınma Hakkı, Yeliz Şanlı