Meme-Popo Muhalefeti ve Solun İflası – Güneş Gümüş

Meme-Popo Muhalefeti ve Solun İflası – Güneş Gümüş

Geçtiğimiz günlerde #DirenBoğaziçi hashtagi altında bolca çıplak meme ve popo görüntüleriyle Türkiye için yeni tip bir direniş(!) yürütüldüğüne tanıklık ettik. Bu girişimi destekleyen belirli bir kesim dışında karşı tepkiler yoğundu. Özellikle sosyalist kullanıcılardan gelen eleştiriler sosyal medyada tartışmalara yol açtı. “Eylemi” düzenleyenlere göre bu “eski kafalı” solcular feodal ve ahlakçıydı.

Kanımca bu konu Twitter’daki sınırlı yüzeysel atışmaların ötesine taşınmalı ve sosyalistler için gerçek bir tartışmaya dönüşmelidir. Çünkü bu ultra kimlikçi örneklerin başını çekenler sosyalist kişi ve kurumlardan başkası değil. Türkiye solu aldığı ideolojik yenilgilerin sonrasında açıldığı postmodern-kimlikçi sularda sürüklenmeye devam ediyor. Son örnekte olduğu gibi varılan nokta sosyalist soldaki çoklarına “hangi noktalara geldik” meselesini sorgulatsa da konunun ideolojik bir arka planı var. Bu uç örneğe varmadan önce ne duraklar geçildi! Öyle kimlikçi, bireyci ve liberal bir hegemonya oluştu ki (bireysel çıkışlar dışında) kimse hetero-erkek-homofobik vb. damgasını yememek için konuyu tartışmaya dahi açamıyor. Bu hegemonyanın kırılması şart ve bunun için ideolojik bir cevapla taşların yerli yerine oturtulması gerekiyor.

Yeni Tip “Devrimciler”

Bu yeni tip “devrimciler”, kayyum rektör mücadelesinde olduğu gibi toplumsal meseleleri sadece kendi bedenleri ve cinsellikleri temelinde kavramaya odaklılar. Mümkünse her konu dönüp dolaşıp beden ve cinsellik konularına gelmelidir. Bu yüzden öne çıkmak-gündemi domine etmek adına medyatik ve sansasyonel çıkışlar yapmaktan geri durmuyorlar. Bu, bazen sosyal medyada “Boğaziçi direniyor” başlığında çıplak görsel paylaşmak oluyor, bazen bir LGBTİ+ eyleminde “faşizme karşı bacak omuza” sloganına dönüşüyor…

Sosyal medyada çıplak fotoğraf eylemlerini canhıraş savunan, Boğaziçi gözaltılarından tanınan Havin bir ESP’li. Ona sorsanız “İbo’nun döneminde bunlar konuşulmuyordu çünkü toplumun tabanı buna hazır değildi işte tam da İbo, Sakine, Mahir bunlar için savaştı, beden ve cinsellik tahakkümüne girmesinler diye.” Yani mesele birkaç kişinin saçmalığı deyip bir kenara atılacak gibi değil. Postmodernizmin ideolojik hegemonyası altına şekillenen solun geldiği acınası durumun bir ifadesi yaşananlar.

Ne diyor Havin; “Bedenlerimiz, arzularımız ve cinsel hayatımız bu faşist rejimde politiktir!” “Eski tip” devrimcilerin dert ettiği “toplumsal olanın” karşısına dikilen şey “ben, ben, ben”den başkası değil. Çıplak fotoğraf eyleminin toplumu kazanamayacağı, tam tersine bir etkiyle Boğaziçi direnişini zayıflatacağını fark etmek çok zor olmasa gerek. Ama toplumu, bu ülkenin emekçilerini kazanmak gibi bir dert yok ki! Tersine “biz ötekiler isek bize alışacaklar, bu toplum bizi kabul etmek zorunda kalacak” mantığı var. Bu mantıkla Boğaziçi direnişi beden, arzular ve cinsel kimlik politikalarının arenasına dönüştürüldü. Bu şekilde emekçi kitleler aşırı sağın kollarına itiliyor.

“Eski Tip Devrimciler”se emekçileri kazanmak, örgütlemek, eğitmek, eyleme geçirmek, emekçiler ve ezilenler ile birlikte devrime gitmek, yeni bir ülke ve dünya kurmak için mücadele ederlerdi. Irkçılık, milliyetçilik, homofobi, cinsiyetçilik, bağnazlık vb. de tarih sahnesinden ancak böyle silinebilir, eşitlik ve özgürlük böyle kurulabilirdi. 68 öğrenci hareketi köylere, gecekondulara, işçilere giderdi; çünkü devrimciliğin mayasında toplumculuk vardır. Türkiye’de 1968 ve 78 kuşağı, sadece devrim sonrasındaki dönüşümü bekliyor değillerdi; devrim mücadelesinin kendisinin bile emekçi halkta nasıl bir değişim yarattığını; dayanışma, cesaret, kardeşleşme eğilimlerini güçlendirdiğini deneyimleriyle bizzat görmüşlerdi.

Havin “68’de toplum cinsel ve bedensel mücadelelere hazır değildi” diyor, bugün hazır mı çok tartışılır, ama Türkiye’de 68’in hippilikten, mini etekli içkili partilerden koparak halkçı-toplumcu eylemciliğe geçtiğini ya bilmiyor ya da unutuyor. Türkiye’de sosyalistler 68’in bu geleneğini sürdürmek zorundadır. Bizler bu ülkenin kabullendiği aykırıları/marjinalleri/ötekileri olmak istemiyoruz, biz yeni bir ülke ve yeni bir dünya kurmak istiyoruz!

Marksizme Karşı Açılan Uzun Savaş

Kişisel alan odaklı bir muhalefet algısının ideolojik bir geri planı var elbet: Toplumsal değişimden, işçi sınıfından ve hatta insanlıktan umudunu kesmiş postmodernist teori. Havin’in söylediklerinin arkasında Deluze (arzunun sömürgeleştirilmesi) ve Foucault (beden politikaları) gibi postmodern teorisyenlerin replikleri var.

Postmodernizmin en etkili teorisyenlerinden Foucault, otorite ilişkilerini sistemsel boyuttan yataya, insanların birbirine tahakküm kurma çabasına indirgerken aslında etkilediği gençlerin hayallerini de çalıyordu. Devrim, sosyalizm, anti-emperyalizm gibi mega anlatılar otoriterdi, üstelik yine tahakküm ilişkileri varlığını sürdürecekti. Kısacası topyekün bir kurtuluş zaten imkansız, bu girişimler de otoriterdi. Siyasal iktidar için mücadele vermek baştan reddediliyordu. Böylelikle emperyalist kapitalist sistem için çok faydalı bir solculuk türü şekillendi. Bu yüzden de postmodernler açıkça desteklendiler, akademide kürsüler onlara açıldı, moda haline geldiler. (Postmodernizmin emperyalizmin ağabalarına çok faydalı göründüğü muhakkak. Bakınız: https://medyascope.tv/2017/04/29/sartrea-karsi-foucault-fransada-radikal-solun-cia-destekli-tasfiyesi/).

Postmodern teorisyenlerin en büyük saldırısı Marksist ‘sınıf’ kavramına yapıldı. İşçi sınıfı devrimci değildi, olamazdı da çünkü ayrıcalıkları vardı: Beyaz, erkek, milliyetçi, cinsiyetçi, homofobik… Bu ayrıcalıkları yüzünden işçiler sisteme bağlanmıştı. Toplumsal muhalefeti ise ancak “ötekiler” yürütebilirdi. Kadınlar, eşcinseller, siyahlar, göçmenler…

1980’lere geldiğimizde bu söylemler akla yatkın geliyordu. Tüm dünyada 1968-78 fırtınası dinmiş, işçi sınıfı ağır bir yenilgi almıştı. Bu yenilgiler çevre ülkelerde askeri darbelerle gerçekleşmiş ama ABD, Britanya, İtalya ve Fransa gibi merkez ülkelerde de çok sert ve yer yer kanlı süreçlerden sonra emperyalist kapitalist sistem kontrolü sağlamıştı. Üstelik 1980’lerde “sosyalist” Doğu Bloku, tüm dünyada cazibesini kaybettiği gibi içten içe de çatırdamaya başlamıştı. İşte bu yenilgilerin ardından Fransa’daki akademik sol camia postmodernizm açılımını yaptı. Bu aydınlar önce devrimci mücadeleyi feci şekilde baltalayan Fransız Komünist Partisi’nden koptular, sonra daha radikal görünen Maoizm kampına katılsalar da çok afilli duran Kültür Devrimi’nin faciadan başka birşey olmadığını görünce orada da fazla kalamadılar. Neticede Stalinist pratiğin bütün suçları Marksizme yüklendi, işçi sınıfı ise tutucu bir güç olarak ilan edildi. İşçi sınıfının yaptığı eylem ve genel grevlerle De Gaulle ülkeden kaçmasına rağmen, önderliksizlik faktörü ve Stalinist bürokrasinin boğucu rolü görmezden gelinerek, sınıf perspektifine karşı büyük bir Haçlı seferi başlatıldı. Alternatif ise ABD’de yıldızı parlayan kimlik hareketleriydi.

İnsan İnsanın Kurdudur”

Türkiye’de sosyalist hareket bu postmodern zokayı 1990’lardan itibaren yutmaya başladı. Ufuk Uras liderliğindeki ÖDP ve daha sonra da Kürt ulusal hareketinin partileri bu işte başı çekti. Stalinizmin çözülmesinin ardından oluşan ideolojik boşluk liberal kimlik politikalarıyla dolduruldu.

Kendi hatalarıyla ve Stalinizmle hesaplaşmak yerine görünüşte olmasa da özünde Marksizmle hesaplaşan sosyalist örgütler, sağcı olarak gördükleri halktan, emekçi sınıflardan umudunu kesmiş görünüyor. Geriye solun kendi küçük mahallesinde top dolaştırdığı ezilen kimlikler, kültürel kamplaşmalar ve yaşam tarzı mevzuları kalıyor.

Siyahları ezen beyazlar, kadını ezen “erkek”, homoseksüeli ezen “heteroseksüel” vb. ikilikler Türkiye’de yerele uygun biçimleriyle ana siyaset biçimi oldu. Ezilmeden çıkarı olduğu varsayılan gruplar (erkekler, heterolar, Türkler, Sünniler) “at çöpe gitsin” şeklinde değerlendiriliyor. 8 Mart’taki “Emekçi” Kadın vurgusuna alerjisi olan “sosyalist” kadın örgütleri, Türkiye’deki sosyalist kurumların kraldan çok kralcı olarak postmodernizmin şampiyonluğuna oynadığını gösteriyor. Derin bir kimlikçi siyaset kendi dışındakilerin değişimine umut beslemediğinden varlığını “söke söke” kabul ettirmeye odaklanıyor. Muhalefetin odağı da dil, beden ve cinselliğe sıkışıveriyor. Neticede direniş adına “faşizme karşı bacak omuza” tadında bir muhalefet peşine düşen bir sol; emperyalizmin merkezlerinden Marksizme karşı açılan savaşın ne kadar etkili olduğunu, soldaki ideolojik asimilasyonu gösteriyor. 

Sözün özü, deneyim bize kimlik solculuğunun dünyanın her yerinde sağı güçlendirdiğini gösteriyor. Beyaz, hetero, erkek vs. karşıtı bir söylem üzerinden gelişen kimlik siyasetinin sıradan insanları sağa itmesi de hiç şaşırtıcı değil. HDP’nin ideolojisi olan radikal demokrasinin kurucusu Mouffe’un radikal demokrasinin eski dönemin politikası olduğunu söyleyerek dönüş yapması ve alternatif olarak emek merkezli sol popülizmi önermesi de gayet manidar. Ama Türkiye’dekiler bu tartışmaları 30 yıl geriden takip ediyor, orası ayrı.

KATEGORİLER