Marksizmde Yapı-Özne Diyalektiği – Güneş Gümüş
“Marks haklı mı çıktı, kapitalizmin sonu mu geliyor?” Bu başlık, 2008 krizi sırasında sıklıkla karşımıza çıkan başlıklardan biriydi. Hatta bu başlığın altındaki metinlerde genellikle “Marks’ın kehanetleri doğru mu çıkıyor” diye devam eden ifadelerle karşılaşmak mümkündü. Burjuva iktisatçılar bir yandan 2008 krizinin yıkıcılığı karşısında “kapitalizm krizsiz olmaz” diyen Marks’a dönüp bakmak zorunda kalırken diğer yandan da Marks’ın haklılığını kapitalizmin bilimsel analizini yapmasına değil de “kahin”liğine dayandırarak onun değerini azaltmaya çalışıyorlardı. Öyle ya Marks, kapitalizmin sonu gelecek demişti; bu sonu getirecek kriz bu olabilirdi pekala!! Marksizmin bir karikatüre çevrilerek bu şekilde alçaltılması ne yazık ki burjuva ideologların bilinçli çabalarına dayanmıyor sadece. Kendine Marksist diyen geniş bir çevre içerisinde de aynı anlayış üç aşağı beş yukarı görülüyor. Tabii ki bu sefer daha tehlikeli, çünkü Marksizm kisvesi altında yapılıp kitlelere sunuluyor.
Marksizmi her şeyi önceden gören bir kahinliğe çevirenlerin en beğendiği ifade: “Kaçınılmaz”. Tarih çizgisel bir ilerleme rotası boyunca bir amaca doğru akıyor ya kaçınılmaz olarak “olacak olan olacak”. Dinsel bir anlayıştan ne farkı var! Biz söyleyelim; hiçbir şey!
Marksizmin dünyayı anlama yöntemi olan maddeci tarih anlayışını ekonomik indirmeciliğe, determinizme (belirlenimcilik) dönüştüren kavrayışlar; Marksizmin devrimci özünü yok saymaktan başka bir şeye hizmet etmiyor. Her şeyin yapılarca belirlendiği, bütün ilişkileri statikleştiren ve aslında -farkında olsun ya da olmasın- değişimi imkansız hale getiren bu yaklaşım, Marksizmin canlılığını budadığı gibi onu hayatı açıklamaktan uzak bir teoriye çeviriyor. Bu şekilde Marksizme yapılabilecek en büyük tahribat yapılarak onun devrimci özünün yok edilmesi demek olan öznenin dönüştürücü rolü gözardı ediliyor; küçümseniyor.
Açıklık getirmek için 1-2 örnek verelim… Mekanik maddeci anlayışı Marksizm sanan Stalinizmin, Menşevizmin tedrisatından geçmiş olanlara soruluyor: Neden Türkiye’de sol (sosyal demokrasi de dahil) güçlü değil? Cevap, İslam dini yüzünden. Bu cevap, insanın dönüştürme gücünü elinden alıyor; İslam dini değişmeyeceğine göre sosyalizm Türkiye için hayal demekten başka bir mana çıkmıyor bu sözlerden. Ya da feministlere (hadi daha insaflı olalım kimi feministlere) soruluyor: kadınlar neden eziliyor? Erkekler yüzünden. Öyleyse kadının kurtuluşunu unutalım! Kadın ile erkek arasındaki ilişkiyi statikleştiren bir anlayış bu sabitleşmeyi erkek cinsini yok etmeden aşamadığına göre (yani koşullar değiştiğinde ilişkinin değişeceğini düşünmediğinden) aslında değişimi gerçek dışı hale getirmektedir.
Değişmeyen Tek Şey Değişim
Feuerbach Üzerine Tezler’in en ünlüsü olan 11. Tez, Marksizmin dünyayı kavramak ve açıklamak yolundaki bir düşünce faaliyetinden farkını net şekilde ortaya koyar: “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.” Marks için önemli olan gerçekliği kavramak kadar ve daha da ötesi onu devrimci bir tarzda dönüştürmektir.
Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğunu belirten Marks’ın teorisinde toplumsal değişim anlayışı merkezi bir yer tutar. Tarih sürekli bir değişim içinde akmaktadır. Şu an içinde yaşadığımız sınıflı toplumlar, tarihin gelişmesinin bir aşamasında ortaya çıkmışlar; sürekli gelişip dönüşmüşlerdir. Marks’ın hedefi de mevcut sınıflı toplum olan kapitalizmin yıkılarak yerine sınıfsız bir toplumun konulmasının bilimsel teorisini üretmek; onun mücadelesini vermektir.
Marks’ın devamcıları da kökten toplumsal değişimin nasıl sağlanacağı, kapitalizmden sosyalizme devrimci dönüşümün nasıl mümkün kılınacağı üzerine düşünmüşler; kapitalizmin yaşadığı değişimlere uygun olarak yeni formülasyonlar üretmeye ve bu düşünsel üretimle devrimci pratiklere yol göstermeye çalışmışlardır.
Peki bu değişim (sadece devrimci dönüşüm değil, sınıflı toplumlar içindeki bütün değişimler) nasıl gerçekleşmektedir? Bu soruya yanıt üretirken Marks’ın Louis Bonaparte’ın On Sekizinci Brumaire’i’nde yer alan “tarihi insanlar yapar ama kendi seçtikleri koşullarda değil; geçmişten doğrudan karşılarına çıkan, geçmişten gelen ve aktarılan koşullar altında yaparlar.” sözü üzerinden başlangıç yapmak uygun olacaktır. Bu cümle, çelişkili bir karakter taşır; bir yandan insanlara kendi tarihlerinin yapıcısı olarak aktif bir rol biçerken diğer yandan da bu dönüştürücü faaliyetin koşullar/yapılar (kendilerinin doğrudan etkin olmadıkları ekonomik, siyasal, toplumsal ve tarihsel bir dizi etmen) tarafından sınırlandırıldığını da belirtir. İnsan eyleminin dönüştürücü gücü vardır, ancak üretim güçleri ve ilişkilerinin içerdiği yapısal sınırlara bağlıdır; ama olan her şey belirlenmiş de değildir.
Toplumsal Değişim; Ama Nasıl?
Marks’ta toplumsal değişimin dinamiklerini açıklamak için 2 önemli alıntı ile yola çıkalım. İlki Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı eserinin önsözünde altyapı-üstyapı konusunu ele aldığı o kısa metin. Bu metne bakıldığında toplumsal değişimin belirleyici dinamiği toplumsal üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmadan başkası değildir:
Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. …böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi gözönünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir (Marks, 1979: 25-26).
Bu çok alıntılanan metne başka bir temel metni, Komünist Manifesto’dan yine çok bilindik bir alıntıyı eklediğimizde başka bir vurgu ile karşı karşıya kalırız. Bu metinde ise toplumsal değişim sınıf mücadelesine bağlanmaktadır:
Bugüne kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür yurttaş ile köle, patrisyen ile pleb, baron ile serf, lonca ustası ile kalfa, kısacası, ezen ile ezilen sürekli karşı karşıya gelmişler, her seferinde ya toplumun tümüyle devrimci bir dönüşüme uğramasıyla ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla sonuçlanan, kimi zaman gizliden gizliye, kimi zaman açıktan açığa, ama dur durak bilmeyen bir mücadele içinde olmuşlardır (Marks ve Engels, 2008: 22).
Toplumsal değişimin konusunda Marks’ta karşılaştığımız bu ikili açıklama (tarihsel değişimin motoru üretici güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki yapısal çelişki ve toplumun sömürenler ve sömürülenler arasında ayrılmasından kaynaklı sınıf mücadelesi); bir yanda yapısal bir gerçekliğe diğer yanda ise öznel güçlere gönderme yapar.
Marks’ın ikisi arasında tanımladığı ilişkiye geçmeden önce konunun daha açık olması için üretim ilişkileri ve üretici güçler kavramlarına açıklık getirelim…
Marks için ilk çıkış noktası, insanı insan yapan faaliyet, onun kendi varlığını üretmesini sağlayan üretim faaliyetidir. Bu üretim faaliyeti, yani toplumun ekonomik yapısı toplumsal yaşamın maddi temelini, altyapısını oluşturur. Maddi yaşamın üretilmesi sürecinde insanlar (toplumsal sınıflar) kaçınılmaz şekilde, iradesinden bağımsız olarak belirli ilişkilere girer, yani üretimde maddi güçlerin gelişiminin belli bir evresine uygun üretim ilişkileri geliştirirler. Üretim sürecinde insanların birbirleriyle ve doğayla etkileşimi, üretim ilişkilerini oluşturur. Üretici güçler ise üretim bilgisi, araçları ve (doğal ve insani) üretim kaynaklarının toplamıdır.
Marks’a göre üretim ilişkileri gelişmesinin bir noktasında toplumun maddi üretici güçleri var olan üretim ilişkileriyle çatışmaya girer. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişim biçimleri olmaktan çıkıp onlara vurulan zincirlere dönüşür. Tarihsel değişimin temelini hazırlayan üretim ilişkileri ve üretici güçler arasında yapısal çelişki ile tarihsel değişimin motoru olacak sınıf mücadelesi arasındaki ilişki işte bu noktada kurulur. Marks, bu yapısal çelişki geliştiğinde, toplumun, üretici güçlerin daha da gelişmesine yol açabilecek yeni üretim ilişkileri eskilerinin yerini aldığında sona erebilecek bir toplumsal kriz dönemine gireceğini ifade eder. Toplumsal krizler yürürlükteki üretim tarzındaki çelişkilerden doğar. Aynı zamanda yeni bir üretim tarzının ortaya çıkabileceği koşulları yaratırlar. Bu kriz koşulları bir toplumsal devrim döneminin kapısını açar.
Marks, sınıf mücadelesinin bu çelişkiler ışığında ele alınması gerektiğini ileri sürer. Bir üretim tarzının yerini bir başkasının alması barışçıl bir yolla ve kademeli olarak gerçekleşmez; eski yönetici sınıfın mülksüzleştirildiği ve yerine yeni bir sınıfın geçtiği bir devrimi gerektirir. Böyle bir organik krizin sonucu, her durumda krizin getirdiği maddi zorluklarca kızıştırılması olası sınıf mücadelesine bağlı olacaktır. Marks açısından sonuç (örneğin kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin kurulması) kaçınılmaz değildir; sınıf mücadelesine ve aslında, özellikle işçi sınıfının, toplumun kontrolünü üstüne alabilecek özbilinci olan politik bir özneye dönüşmesine bağlıdır.
Marks ve Engels açısından değişimde insan eylemi esastır; ancak bu insan verili koşullar altında bu eylemi yapar; insanın kendisi de içinde yer aldığı koşullardan etkilenerek değişimi gerçekleştirir: “…ortam ve koşullar insanları yarattığı kadar, insanlar da ortam ve koşulları yaratırlar.”, “Bizim hareket noktamızı oluşturan öncüller …gerçek bireylerdir, bu bireylerin eylemleri ve –hem hazır buldukları, hem de kendi eylemleriyle yarattıkları- maddi yaşam koşullarıdır” (Marks ve Engels, 2004: 68 ve 38). Marks, özneleri inanç ve arzularla harekete geçen bilinçli oyuncular olarak kabul eder. İnsan, bir yandan koşullar tarafından da biçimlendirilen insandır: “Koşulların değiş[mesi] ile insan faaliyetinin ya da insanın kendisinin değişmesinin örtüşmesi…”, “…insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkiler bütünüdür.”, “…tahlil ettiği soyut bireyin, belirli bir toplumsal biçime ait olduğunu…”(Marks ve Engels, 2004: 22 ve 23).
Marks açısından yapıları dönüştürme potansiyeline-gücüne sahip özneler, tekil kişilerden öte kolektif öznelerdir. Marks, özel tarihsel dönemlerde tek tek kişilerin kendi güçlerinin ötesinde tarihsel roller oynayabileceğini de belirtir. Napolyon Bonaparte, Sezar bunun örnekleridir. Sezarizm, Bonapartizm olarak kavramlaştırmalara giden Marks açısından, sınıflar arasındaki mücadelenin özel anlarında kişilerin özel bir etkinlik kazanması mümkündür.
Ancak Marks’a göre tarih, aslında bireylerin değil, kolektif özneler olan insan kitlelerinin (toplumsal sınıfların) eylemlerinin ürünüdür. Bireyin önemini yadsımamakla birlikte, bireysel etkinlik temelde sınıfsal eylemler bağlamında dikkate alınır. Marks açısından toplumsal dönüşüm, çatışmayı sonuçlandıran ve yeni bir toplumsal sistemin kurulmasını sağlayan tarihsel hareketten oluşur; dönüşümü gerçekleştirecek toplumsal güçler ise sınıflardan başkası değildir. Bu öznelerin güçleri kısmen üretim ilişkilerindeki konumlarına bağlıdır. Faillerin hedeflerini gerçekleştirebilmeleri, toplumsal ilişkiler içindeki yerleri tarafından önemli derecede belirlenir. Sınıflar, üretim ilişkilerindeki konumları, yani sınıfsal konumları sayesinde yapısal kapasiteye sahiptirler. Örneğin işçi sınıfının üretim sürecindeki pozisyonu nedeniyle sahip olduğu merkezi konum ona üretim sürecini durdurarak sistemin işleyişine darbe vurma yapısal kapasitesini verir. Bu kapasitelerin ve aynı zamanda etmenlerin paylaştığı sınıfsal çıkarların da gerçekteki davranışları açıklamakta önceliği vardır.
Marks’ın kuramı, toplumsal gelişmeyi sınıf mücadelelerinin ürünü olarak ele alan bir toplum anlayışına dayanır. Marx’a göre sınıflar sadece toplumun anlamanın değil, onun değiştirmenin de anahtarıdır.
Marks, tarihi sınıf mücadeleleri tarihi olarak tanımlar. Her sınıflı toplumda bu mücadelenin açık ya da örtük, güçlü ya da zayıf şekilde sürdüğünü belirtir. Sınıf mücadelesi, katılanların bilinçli olup olmadıklarından bağımsız olarak toplumsal etkinliğin tüm alanlarında etkindir. Bu mücadelenin kaynağı sınıfları arasında sömürü ilişkisinden kaynaklanan yapısal çelişkilerdir; üretim sürecindeki konumlarından kaynaklanan çıkar farklılığıdır. Marks’a göre tarih yapmanın temel kaynağı ve kolektif eylemin başlıca itici gücü, sınıf konumunda cisimleşen maddi çıkarlardır. Ancak bu çıkar farklılığı ve ona dayalı olarak mücadelenin belli ölçülerde her daim sürmesi, onun bir toplumsal değişimin motor gücü haline gelmesi anlamına otomatikman gelmez.
Sınıf mücadelesi, bir yandan ekonomik, siyasal ve ideolojik ilişkilerin bütünlüğü içinde ortaya çıkan, öte yandan sınıfların maddi oluşumları üzerinde etkide bulunan toplumsal bir süreç olarak düşünülmelidir: “Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler…” (Marx ve Engels, 2008: 98) Sınıf mücadelesi, kolektif özneler olan sınıfların potansiyel güçlerinin boyutlarını öğrendikleri bir süreçtir. Sınıfların sahip oldukları kapasiteler ile bu kapasitenin harekete geçmesi arasında otomatik bir ilişki yoktur.
Marks’a göre, işçiler, toplumsal değişmenin temel motorudur, ancak bunun bilincinde oldukları ve bu doğrultuda hareket ettikleri sürece. Marks bu anlamda işçilerin nesnel olarak bir sınıf oluşturma durumlarını kendiliğinden sınıf olarak tariflerken sınıf bilinci temelinde harekete geçtikleri durumu ise kendisi için sınıf olarak ifade eder.
Bireyler uygun maddi koşullar çerçevesinde özne olduklarının bilincine vardıkları ölçüde bunu yapabilirler ve başka bir sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunluluğuyla bir sınıf oluşturabilirler. İşçilerin sınıf mücadelesi, kendisi için bir sınıfı, yani sınıf bilincini yaratır. Ancak işçilerin kendisi için bir sınıf haline gelmesi, nesnel koşulların tek başına kendiliğinden geliştirebileceği doğrusal ve belirlenmiş bir süreç değil, karmaşık, çelişki ve güçlüklerle dolu bir süreçtir.
Marks, işçi sınıfının sınıf bilincini geliştirmesinin önündeki yapısal engelleri anlatır. Bunlardan en önemlisi toplumsal gerçekliğin işçilerin onu bütünüyle kavramasını engelleyecek şekilde ters duruşu; yani sömürü ilişkilerini olağan akışı içinde tamamen açık etmeyişidir. Marks’a göre egemen sınıf, sadece ekonomik egemenliği elinde tutan değil, bu sayede fikirsel egemenliğe de sahip olan sınıftır. O egemen sınıfın fikirleri böylece toplumun egemen fikirleri haline gelirken hayatın olağan akışı içinde işçi sınıfının bilinci toplumsal gerçekliğin sömürü ilişkilerini gizlemesi nedeniyle ters duruşundan dolayı bu fikirlerin etkisi altındadır. Egemen ideoloji, yöneten sınıfın tabi sınıfları onun yönetme hakkına sistematik olarak meydan okuyacak bir ideoloji geliştirmekten alıkoymanın yollarını arayacağı anlamında da egemendir. Ancak Marks, ekonomik kriz gibi kapitalizmin çelişkilerinin kendini bütün açıklığıyla gösterdiği koşullarda egemen sınıfın fikirsel hegemonyasının işlemez hale geleceğini ya da sınıf mücadelesi içine giren işçilerin toplumsal gerçekliği bu mücadele içinde görme konusunda imkanlar kazanacağını da belirtir. İşte bu nokta, sahip oldukları ekonomik egemenlikleri sarsılanların, fikirsel egemenliklerinin de krize girdiği ve işçi sınıfının devrimci potansiyelinin ortaya çıkma imkanı bulduğu koşullardır.
KAYNAKÇA
K. Marks (1979) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Ankara: Sol.
K. Marx ve F. Engels (2004) Alman İdeolojisi, Ankara: Sol.
K. Marx ve F. Engels (2008) Komünist Manifesto, İstanbul: Yordam.